ENVER PAŞA
İstanbul'un Divanyolu semtinde doğan Enver Paşa (1881) çok maceralı bir hayattan sonra, kurban bayramının birinci günü (4.8.1922) Batı Türkistan'ın güneyinde, Pamir yaylasının eteklerinde, bugünkü Tacikistan'ın Belcevan bölgesindeki Çegan Tepesi'nde, Ruslar'la savaşırken, makineli tüfek ateşine tutularak şehit düştü. Kıyafeti diğerlerine benzemeyen, orta boylu, bıyıklı, yakışıklı insanın cesedini Ruslar soyduklarında, göğsünden bir Kuran-ı Kerim çıktı. Şehadetinden iki gün sonra, onu Türk karargahının bulunduğu Abıderya köyünde bir pınarın başındaki ceviz ağacının altına gömdüler. Uzun zaman Ruslar'dan gizli kalan mezarını Doğu Türkleri ziyaretgah yaptılar. Türkistan'da milletimizin erimemesine mezarı yardımcı olurken, dilden dile dolaşan fedakârlığı, cesareti de yeni doğan nesle ruh veriyordu. Yetmiş dört yıl sonra, ne hikmetse, belki de şov tutkusuyla, getirilip, Hürriyet-i Ebediye Tepesi'ndeki Talat Paşa'nın yanında hazırlanan mezara konuldu. Talat Paşa'nın mezarını yılda kaç kişi ziyaret ediyor? Şimdi Enver Paşa'nın mezarını yılda kaç kişi ziyaret edecek? Belki de milletimizin en karanlık günlerinde, baş düşmanların saflarına geçip "Damarlarımda Slav kanı var" diyen Nazım Hikmet Versanski'nin mezarının getirilmesine gerekçe olması için bu affedilmez gafı işledik. Korkulur ki bu zihniyet Suriye'deki Süleyman Şah'ın mezarını da herhangi bir gerekçe ile ülkemize getirir.
Enver Paşa'nın okul yılları milletimizin en buhranlı dönemiydi. İdealist, gözü pek Enver Paşa, okullarının bütün sınıflarını birincilikle bitirdi ve subay olur olmaz, o zaman ki yöneticilerin karşısında alternatif gibi duran İttihat ve Terakki gizli teşkilatına girdi. Bu teşkilatın içinde değişik dinlerden, değişik milletlerden insanlar vardı, hemen hemen hepsi de masondu. Fakat Enver Paşa mason olmadı. Masonluk hakkında bugünkü bilgilerimiz de pek bilinmiyordu. Zekası masonluğa uzak durmasını sağladı. Belki de onun devamlı suçlanmasına bu vasfı sebep oldu.
Enver Paşa'yı tarih bilgileri sınırlı olan Sultan Abdulhamid taraftarları ve Kemalist geçinenler sevmezler. Abdulhamid taraftarlarını anlamak ne kadar kolaysa, Kemalist geçinenleri anlamak da o kadar zordur. Kemalist geçinenler, çeşitli vesilelerle çağdışı Osmanlı'nın (!) battığına şükrederler, çünkü o batmasaydı, nur topu gibi cumhuriyetimiz doğmazdı. Ama Enver Paşa söz konusu oldu mu, " O mu? Koskoca imparatorluğu batırmadı mı?" derler. Ne yazık ki bu çelişkiyi ne Kemalist geçinenler, ne de başkaları anlıyor.
Abdulhamid Han, çok karışık bir ortamda tahta çıktı. Amcası Abdulaziz, Kırım'ı Ruslar'dan geri almak istediğinde dünyanın dört büyük donanmasından birini meydana getirdi. İngiltere ve Fransa'yı harekete geçirdi. Ispartalı Eşek Ahmed'in oğlu Serasker Hüseyin Avni Paşa'yı ülkelerine davet ettiler. Sultan Abdulaziz'in tahttan indirilişini planladılar.
Gencecik V. Murat'ı, amcasını sadece halledeceklerini söyleyerek ikna ettiler. Çok sevdiği amcasının hunharca öldürüldüğünü öğrenince V. Murat aklını oynattı. Avrupa'dan getirilen doktorların, tedavisinin uzun süreceğini söylemeleri üzerine, II. Abdulhamid Han'ı tahta çıkarmak mecburiyetinde kaldılar.
Tahta çıkan Abdulhamid, Meclis'teki gayri müslim milletvekillerinin gayretkeşlikleriyle kendisini 1877-78 Osmanlı-Rus savaşının içinde buldu. Ordularımız feci şekilde yenildiler; Rus Orduları İstanbul'un varoşu Yeşilköy'e geldiler. Bir silah patlatmadık, belki patlatacak takatimiz da yoktu; Rus orduları tekrar tıpış tıpış Tuna'nın kuzeyine çekilmek mecburiyetinde kaldılar. Bu sadece ve sadece Abdulhamid Han'ın diplomasisiyle gerçekleşti ve dünyada bir başka örneği de yoktur.
Abdulhamid Han'ın bu dehası İngiliz ve Fransızların dikkatlerini çekti. Onu devirmezlerse, Osmanlı ayağa kalkabilirdi. Milliyetçi geçinen Ali Suavi'yi ayarladılar. Çırağan Sarayı'na gelecek olan Abdulhamid Han'ı öldürecekti. Çevresine topladığı sergerdelerle orada bulunması gereken saatte Çırağan Sarayı'nı bastı. Yetişen Yedi-Sekiz Hasan Paşa, bir tüfek kundağıyla Ali Suavi başım dağıttı. İngiliz karısı baskını Beylerbeyi'nin üstünden dürbünle takip ediyordu. Anlaşmalarına göre kocası Ali Suavi Abdulhamid Han'ı öldürürse, sarayın önünde bir ateş yakacaktı. Beklediği ateş bir türlü yanmayınca, karısı yanına bütün evrakları aldı ve her ihtimale karşı Beylerbeyi'nin açığına demirlemiş İngiliz muhribine bindi ve kaçtı. Sonra da bu casus kadın, bir Ermeni teröristi ile evlendi ve Paris'e yerleşti.
Böyle bir ortamda iktidarda bulunan Abdulhamid Han, Devlet-i Aliye'yi selamete çıkarmak için dizginleri elinde topladı. Ne kadar büyük devlet adamı olursa olsun, o da bir insandı; onun da sinirleri vardı; elbette onun da çevresinde menfaatçiler kümelenecekti... Kurduğu otoriter rejime okumuş, aydın geçinen, herkes karşı çıktı. Bildiğimize göre yalnızca büyük devlet adamı, dahi hukukçu Ahmed Cevdet Paşa ile, romancı Ahmed Mithat Efendi karşı değillerdi. Ahmed Cevdet Paşa, hem Sultan'ın çok yakınında bulunuyor, onu yakınından tanıyor, hem de engin bir tarih bilgisine ve devlet tecrübesine sahipti. Ahmed Mithat Efendi'nin ise milletinin kültürüne hizmet ettiği gerekçesiyle Abdulhamid Han'dan para aldığı rivayet edilmektedir. Said Nursi, Mehmed Akif ve daha bir çok Abdulhamid'in yanında bulunması gereken vatansever, mütedeyyin insanlar da Abdülhamid'e karşı idi. Öylesine ağır bir propaganda sürdürülüyordu ki, karşı olmamak mümkün değildi. Gencecik bir harbiye öğrencisi veya çiçeği burnunda bir subay olan Enver Paşa'nın da karşı olması tabii değil miydi?
Enver Paşa ve Trablus
İttihat ve Terakki iş başına geldikten sonra, genç bir subay olan Enver Paşa'nın da istihbarat birimlerinin bilgilerinden, memleketimizi bekleyen tehlikelerden haberi oldu. Enver Paşa'nın ondan sonraki hayatını projektör altına alınca milletimizin bu yiğit evladının ne kadar vatansever, milliyetçi ve nıüslüman olduğunu anlıyoruz.
Osmanlı Devleti'nin gerilmesinde o zaman ekonominin itici gücü olan demir ve kömürün topraklarında çok az çıkması önemli rol oynadı. Endüstri gelişti; ekonomide demir ve kömür yerini petrole bıraktı. Petrol de Osmanlı topraklarında çoktu; güçlü, emperyalist devletlerin onu aralarında bölüşmek istemeleri dünyayı savaşa sürüklüyordu. İtalya, burnunun dibindeki Libya'ya savaştan önce el koymak istedi. Orada Osmanlı'nın üç bin beş yüz civarında nizamı sağlayan jandarması vardı. Çok büyük kuvvetlerle İtalyanlar oraya çıkarma yaptılar. O yıllarda yarbay (kaymakam) olan Enver Paşa, can yoldaşı Eşref Bey'le (Kuşcubaşı) dönemin Milli Savunma Bakanı Ahmed İzzet Paşa'yı ziyaret ederler. Yarbay Enver Paşa'ya mealen şunları söyler: "Aziz Paşam; ülkemizin bir bölgesi işgal ediliyor; ne yazık ki devletimizden ses çıkmıyor. Yenilmek, yenmek biraz da imkana bağlıdır. Yenilmek, herhalde hiç ses çıkarmamaktan daha iyidir. Müsaade ederseniz, bizler gidip, orada savaşmak istiyoruz." Onları dikkatle dinleyen Milli Savunma Bakanı Ahmed İzzet Paşa sadece "Yarın görüşelim" dedi. Belki hükümetle belki sadrazamla ve belki de Sultan Reşat'la görüşen Paşa ertesi gün onlara şunları söyledi: "Donanmamızda hiçbir gemi Çanakkale Boğazı'nın dışına çıkacak durumda değildir. Maliyemiz de tam takır-dır; size bir kuruş tahsilat ayıramayız. Hatta devletçe bu savaşa bulaşmak istemediğimizden, size pasaport dahi veremeyiz. Ancak sizi ordudan izinli sayarız. Orada birşeyler yaparsanız. Devletçe onlara sahip çıkarız. Bir şey yapamayıp yenilirseniz, "Bize sormadan gittiler" der, sizi ordudan ihraç ederiz."
O akşam Beşiktaş'daki evinde, Trablusgarb'a gitmek isteyen diğer genç subaylarla toplanırlar ve şu karara varırlar. Önce Enver Bey'le, Eşref Bey gidecek, bir başarı umudu görürlerse, diğerleri de onları takip edecek. Tabii paralan yoktur. Eşref Bey, Salihli'ye gider, çiftliğindeki hayvanları satar. O para ile, sahte pasaportlarla, hayvan yüklü gemilerde gizlice Mısır'a çıkarlar.
Gençliği Arap topraklarında geçen Eşref Bey Arapça'nın bütün şivelerine vakıftır ve Arap ülkelerinde Şeyh-i Tuğyur (Uçan Şeyh) namıyla tanınmaktadır. Mısır'da şuur sahibi müslümanlar onlara büyük maddi yardımda bulunurlar Libya'ya geçerler, Şeyh Sinusi Hazretleri onlara sahip çıkar; kabilenin gençlerini, eli silah tutabilecek manevi evlatlarını emirlerine verir. Yerli kıyafetler içinde heybeti daha da artan Eşref bey gençleri cepheye sevketmek için ateşli nutuklar çeker. Bunda da başarılı olur.
Büyük gerillacı olan Eşref Bey yaptığı baskınlarda ciddi neticeler alınca, İstanbul'daki diğer genç subaylar da Libya'ya gelirler. Dünyaya parmak ısırtacak sonuçlar elde ederler, yüzbinlerle ifade edilen İtalya ordularını sahile mıhlarlar.
Balkan Savaşı
Bu sıralardaki İtalya Kralı'nın kayınpederi, Karadağ Kralı'dır. İtalyanlar dünyaya rezil rüsva olunca, biraz da Karadağ Kralı'nın gayretleriyle bize karşı ittifak kurulur ve Balkan Savaşı patlak verir. Yirmi dört günde, yedi yüz yirmi bin kişilik ordumuz, beş yüz kırk bin kişilik Balkan Ordularının önünde, Manastır'dan Büyük Çekmece Gölü'nün yanındaki Muradlı Tepeleri'ne çekilir. Hiçbir dahi şairin tasvir edemeyeceği faciayı milletimiz yaşar. İstanbul'un her tarafı, bilhassa camiileri Balkan göçmenleriyle dolar. Kısa zamanda beklemedikleri toprakları ele geçiren müttefikler paylaşımında anlaşamazlar. Yunanistan'la problemlerini halletmeye çalışan Bulgaristan, bir yandan da İstanbul'a girmek için hazırlıklar yapar. Yakup Cemil gibi tetikçiler, Libya'daki başarıya özenerek gönüllüler toplarlar. Ciddi bir disipline sokulamayan bu başıbozuk taifesi ayrı bir dert olur.
Hükümetimiz ve yüksek paşalarımız ise, ancak Bulgarlar'a hücum etmemekle onları kızdırmamakla İstanbul'u kurtarabileceğimize inanmaktadırlar. Düvel-i Muazzama (Büyük devletler) da biraz daha gerideki Enez-Midye hattında Balkan devletlerinin çekilmelerine karar verir. Fakat Bulgaristan Enez-Midye hattına çekilmeyi reddeder, İstanbul'a girmenin hazırlığına devam eder. Düvel-i Muazzama'dan bazıları da İstanbul'un Bulgarlar'a ait olabileceğini telaffuz etmeye başlarlar. Bu trajik durumun daha da beterleşmesini belki önleyebilirler umuduyla Milli Savunma Bakanı Libya'daki Enver ve Eşref Beyleri geri çağırır. Fakat Şeyh Şinusi Hazretleri onlara güvenmiş, gerek kabilesinden, gerekse manevi evlatlarından eli silah tutanları emirlerine vermiştir. Şimdi onları yüzüstü bırakıp, İstanbul'a dönmek Enver Bey'e kalleşlik gibi gelir. Şeyh Sinusi Hazretleri'ni ziyaret eder; Balkan Savaşı'nın koptuğunu, düşmanların İstanbul'a girmek üzere olduğunu, geri çağrıldığını söyleyince, Şeyh Sinusi Hazretleri'nin gözleri yaşarır ve şu cevabı verir: "Gidiniz evlatlarım, Libya bizim kolumuz, bacağımız, İstanbul ise kalbimizdir. Kolumuzu, bacağımızı kaybedersek, yine yaşayabiliriz; fakat kalbimizi kaybedersek, yaşayamayız..."
Enver Bey, can yoldaşı Eşref Bey'le İstanbul'a döner. Bu sırada, gözü pek kardeşi Selim Sami, hükümetin pısırıklığına kızarak İzmir'e çekilmiştir. Hemen onu ve silah arkadaşı Cihangiroğlu İbrahim'i İstanbul'a getirirler. Enver Bey de Hurşit Paşa'nın kumandasındaki kolordunun kurmay başkanlığına kendini tayin ettirir.
Hükümet, yüksek rütbeli paşalar, katiyyen Bulgarlar'a saldırmaya taraftar değildirler; zira çıkacak bir çatışmada Bulgarların İstanbul'a gireceğinden korkulduğu gibi, onları Anadolu'nun neresinde durdurabileceklerini dahi bilmemektedirler. Sadrazam Kamil Paşa Edirne ve çevresini bağımsız bir yapıya kavuşturup, Bulgarların iltihak etmelerini önlemenin yollarını aramaktadır. İstanbul karışık günler yaşarken, Eşref Bey Libya'daki gibi gönüller bayrağını açar. Yurdun her tarafından gelen gönülleri Taksim, Metris kışlalarında Selim Sami, Cihangiroğlu İbrahim beyler eğitirler.
Savaşla bir yere varamayacağımızın kanaatini taşıyan Sadrazam Kamil Paşa'ya karşı 23 Ocak 1913'degenç subaylar Enver Bey'in önderliğinde Bab-ı Ali baskınını gerçekleştirirler. Kamil Paşa yerine, sonradan bir suikasta kurban gidecek olan Mahmud Şevket Paşa getirilir.
Bir gece sabaha karşı Muradlı Tepeleri'ne gönüllüler baskın yaparlar. Enver Bey'de onları topçu ateşiyle destekler. Bulgarlar'ı Muradlı Tepeleri'nden sökerler.
Fakat hükümet ve büyük paşalar, fazla ileriye gidilmesinden korkarlar. Düvel-i Muazzama'nın sınır kabul ettiği Enez-Midye hattında durulmasını isterler. Edirne'yi, Tekirdağı'nı, hemen hemen bütün Trakya'yı Bulgarlar'a bırakmak mecburiyetini duyarlar. Ama el altından Enver Bey'in desteklediği Gönüllüler Kumandanı Eşref Bey dinlemez; önüne kattığı Bulgarlar'ı savaşarak, diğer taraftan da bizim paşalarımızla mücadele ederek, bugünkü sınırları geçerler. Hükümet bugünkü sınırları kabul eder; fakat gönüller savaşa devamda kararlıdırlar. Adriyatik denizine kadar yaklaşırlar ve burada "Batı Trakya Türk Cumhuriyeti"ni kurarlar.
Bu sırada Enver Bey kronik apandisitten rahatsızdır. Dünyanın bir savaşa gittiği kesinleşmiştir. Enver Bey, Eşref Bey'i İstanbul'a çağırır. Rusya, İngiltere, Fransa aralarında yaptıkları gizli anlaşmayı yürürlüğe koymak üzeredirler. Bu gizli anlaşmaya göre Doğu Anadolumuz, bütün Karadeniz, Marmara bölgesi, boğazlar ve Ege'nin tamamı Rusya'ya verilir.
Fransa Antalya'dan Diyarbakır'a, Diyarbakır'dan Lübnan'ı içine alacak şekilde güneye yönelen hattın içinde kalan yerleri alacaktır.Üzerinde güneş batmayan ingiliz İmparatorluğu ise, Güneydoğu Anadolu'ya, Irak'a, Körfez ülkelerine ve diğer Arap memleketlerine sahip olacaktır. Bize de Ankara ile Sivas dolaylarını bırakmaktadırlar. İstanbul-Bağdat demiryolunu yapan, büyük bir dinamizme sahip bulunan Almanya'nın da Osmanlı'nın petrollerinde gözü vardır. Bizim petrollerimiz için Birinci Dünya savaşı patlak verir.
Hükümet erkanımızın yaptığı durum değerlendirmesine göre, bu savaşta Almanya yenilecektir. Biz savaşın dışında kalırsak, kısa sürede Almanya'yı yenerler, sonra da taze kuvvetlerle üzerimize gelirler, aralarındaki gizli anlaşmayı aynen uygularlar. Eğer biz müttefikleri olursak, en azından utanırlar, bizi parçalamazlar. Hükümetimiz hemen Dışişleri Bakanı'nı bizi saflarına almaları için Fransa'yı gönderir. Dışişleri Bakanı'mız, yirmi bir gün Fransa Dışişleri Bakanı'nın kapısında oturur, lütfedip görüşmek zahmetinde bulunmazlar bile. Durumu İstanbul'a bildirince, Londra'ya geçmesi ve temaslarına devam etmesi talimatını alır. Londra'ya geçer, orada da ciddi bir yetkiliyle görüşemez.
Durum belirginleşmiştir; ya savaşa katılacağız, yahut da müttefiklerin Almanya'nın işini bitirmelerini kurbanlık koyun gibi bekleyeceğiz. Eğer safında yer almazsak, Müttefikler en fazla bir yıl zarfında Almanya'nın işini bitirecek, taze kuvvetlerle üzerimize gelecekler. Tek başımıza onlara karşı koymaya da fazla şansımız yok. Almanya'nın yanında yer alırsak, yine yeniliriz, ama bir yılda bitecek savaşı iki yıl daha uzatırız. Rahat yaşamaya alışmış Avrupa'da açlık sefalet başlar; savaş aleyhtarı cereyanlar gelişir. Müttefik orduları da takatten düşer, gerilla savaşımıza imkan doğar. Avrupa emperyalizminden bir şeyler kurtarırız.
İşin garip tarafı Almanya da bizi saflarına kabul etmek istememektedir. Kaizer Wilhelm fikirlerini almak için on dokuz ünlü generaliyle toplantı yapar. Generaller cephenin gereksiz yere genişletileceğinden bizimle müttefik olmayı reddederler. Hakları da yok değil; daha iki yıl önce, tarihimizin en feci yenilgisini baldırı çıplak Balkanlıların önünde yaşamıştık. Generallerini sabırla dinleyen Kaizer Wilhelm, çekmecesini çeker, ülkemizde uzman olarak bilinen Mereşal Liman Von Sandres'in raporunu çıkarır. Tecrübeli mareşal raporunda, iyi yönetilirse, milletimizin harikalar ortaya koyacağı belirtir. Raporu yüksek sesle okuyan Kaizer, sözlerini "Osmanlı bizim müttefikimiz" diye bitirir.
Enver Paşa ve arkadaşları girdiğimiz Birinci Dünya Savaşı'nda yenileceğimizi biliyorlardı. Fakat bu yenilgimiz Almanya'nın ve bizim tek başımıza yenilginin benzemeyeceğinin de farkındaydılar. Çünkü silah ihtiyacını Almanya'dan karşılayabilecektik. Bu galibiyet, İngiltere, Fransa ve Rusya'ya çok pahalıya mal olacağından, bize de bir şeyler kurtarmak imkânı bahşedecekti. Fakat, yenilecek olan Osmanlı Devleti'ni savaşa sokanların vatan haini olarak damgalanacaklarını da biliyorlardı. Çocukları torunları da aynı damgayı taşıyacaklardı. Gözlerini kırpmadan imzayı attılar. Bu dünyada, vatanı için hain olmayı göze alıp, imza atacak kaç kişi vardır? Ulu ruhlardan birinin de Enver Paşa olması, aynı millete mensubiyetimizden dolayı bizlere gurur vermektedirler.
Enver Paşa'yı cahillikle suçlayanlar, Kurtuluş Savaşı'nda sadece Yunanla niçin savaştığımızı düşünürler, İngilizler'in, Fransızlar'ın, bilhassa Ruslar'ın durumlarını değerlendirirlerse, ne kadar büyük bir insan olduğunu idrak ederler.
Her vesile ile Sarıkamış harekatı, orada şehit düşen yetmiş bin vatan evladı ileriye sürülür. Neylersin ki bu fani alemde her şeyin bir bedeli vardır; şartlar ağırlaştıkça bedel de ağırlaşır. Rusya ile kuvvetimiz denk değildi; biz ancak anormal şartları göğüsleyebilirsek, zafere ulaşabilirdik. Dolayısıyla Enver Paşa da anormal şartları zorlamıştır. Kendisi sıcak sobanın yanında oturarak hücum emrini vermedi. O da, o şartlarda elde kılıç Ruslar'a saldırdı. Hatta donmak üzere iken, Alman doktor, atı bir kılıç darbesiyle biçti; onu atın içine sokarak kurtardı. Ve sonra çok ender bir kış yaşanması ayrı bir talihsizlikti. Bu şartlarda bile başında bulunduğu merkezi kuvvetler, Ruslar'ı siperlerinden söktüler; Kars'a doğru sürdüler. Ne yazık ki Ağrı ve Ardahan taraflarındaki birliklerimiz Ruslar'ı mevzilerinden atamadılar. Çevrilme tehlikesiyle karşı karşıya geldiği için de Enver Paşa durmak mecburiyetinde kaldı. Bu bile onun kabiliyetini belgelemeye yeterlidir.
Büyük ruhları yenmenin mümkün olmadığını o hayatıyla bir kere daha ispat etti. Milletçe tükenmiştik, ama o tükenmişliği kabul etmedi. Yenileceğimizi daha dört yıl önce gören Enver Paşa, anayurdumuzda girişeceği hareketlerin hazırlıklarını yapması için, son derece gizli bir şekilde dört arkadaşıyla Selim Sami Bey'i göndermişti. Çünkü o biliyordu ki, Fransa ve İngiltere'nin bizi işgali geçicidir, anavatanları uzaktadır. Topraklarımızı ebediyyen ellerinde tutamazlar. Fakat Rusya ile sınırdaşız, diğer Türk illeri gibi bizi de istila eder ve vatanımızda yerleşir. Onun başına gaile açmanın bütün kapılarını zorlamanın milli bekamıza borcumuz olduğunun şuurundaydı.
Yakınçağ tarihiyle uğraşanlar şu soruya mutlaka cevap vermelidirler. Eğer Enver Paşa Orta Asya'da ki Türk ve müslümanlan teşkilatlandırmasaydı, Rusya ile milli mücadele yıllarında durumumuz nasıl olurdu? Oralarda boğuşmak mecburiyetinde olmayan Rusya," doğmakta bulunan Türkiye Cumhuriyeti devletiyle antlaşma yapmak mecburiyetini duyar mıydı? Bu soruların cevaplan onun çağı hakkında sağlam fikir verecektir.
Kırk bir yıllık ömrünü göz önüne getirenin, bu kadar işi o zamana nasıl sığdırdığını anlaması hemen hemen mümkün değildir. Ve insan ister istemez, bu genç ve yakışıklı paşanın kaç gününü kendine ve kaç gününü milletine ayırdığına düşünüyor.
O sık sık, " Maalesef son yüzyıllarda Doğu Türkleriyle, Batı Türklerini birbirine bağlayan bir efsane yok" dermiş. Bu sözünden de efsanenin millet hayatında ne kadar önemli olduğunu idrak ettiği anlaşılıyor. Evet o batıda doğdu, doğuda öldü. Yedi yerde mezarının olduğu rivayet edilmesi ve bunların ziyaretgah kabul edilmesi, zalimlere karşı nice isyanları körüklemesi, onun efsane olduğunu göstermektedir. Ne yazık ki uzun vadede bizlerin arasında harç olabilecek bu efsaneye kendi ellerimizle son verdik, Ama şükürler olusun ki, kahraman şehidimizden dolayı binlerce gencin adı "Enver" olmuştur. Bizim yarım bıraktığımızı bu gençlerin tamamlayacağına inanmakta teselli buluyoruz.
Mehmed Niyazi ÖZDEMİR