- Katılım
- 13 Şub 2021
- Konular
- 27
- Mesajlar
- 4,835
- Çözümler
- 1
- Tepkime puanı
- 377
- Puanları
- 83
- Yaş
- 53
- Konum
- Türkiye
- Web sitesi
- tarihbilinci.com
- Meslek - Branş
- Tarih Öğretmeni
Yazarın son konuları
Ramazan Bayramı İdari İzin
2024 Yılı Millî Eğitim Bakanlığına Bağlı Özel Program ve Proje Uygulayan Eğitim Kurumlarına Yönetici Görevlendirme Kılavuzu
Millî Eğitim Bakanlığına Bağlı Eğitim Kurumlarına Yönetici Seçme ve Görevlendirme Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik
Ders ve Ünitelere Göre Tasniflenen Sanal Müzeler, Öğrenci ve Öğretmenlerin Kullanımına Açıldı
MEB Ölçme Değerlendirme ve Sınav Hizmetleri Genel Müdürlüğü Mevzuat Kitapçığı
2024 Yılı Millî Eğitim Bakanlığına Bağlı Özel Program ve Proje Uygulayan Eğitim Kurumlarına Yönetici Görevlendirme Kılavuzu
Millî Eğitim Bakanlığına Bağlı Eğitim Kurumlarına Yönetici Seçme ve Görevlendirme Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik
Ders ve Ünitelere Göre Tasniflenen Sanal Müzeler, Öğrenci ve Öğretmenlerin Kullanımına Açıldı
MEB Ölçme Değerlendirme ve Sınav Hizmetleri Genel Müdürlüğü Mevzuat Kitapçığı
İKİNCİ MAHMUD
(28 Temmuz 1808 – 30 Haziran 1839)
(28 Temmuz 1808 – 30 Haziran 1839)
Ekteki resimleri görmek için kayıt olmalısınız
Yeni Padişah I. Abdülhâmid'in oğlu. Dördüncü Mustafa'nın kardeşi. Üçüncü Selim'in yeğeni II. Mahmut: Anası Nakşidil Sultan. Üçüncü Selim'in baba şefkati gösterdiği sevgili yeğeni. Kendisinden hiçbir ihtimam esirgenmemişti. Sıkıntıyı ağabeyi IV. Mustafa'nın saltanatı sırasında gördü. Hayatı onun yüzünden sona erdirilecekti, başkaları kurtardı. Alemdar Mustafa Paşa Üçüncü Selim'in kanlı cesedi başında hıçkırırken, yanındakiler: "Kadın gibi ağlanacak sıra değil, yeni bir cinayete meydan vermeyelim. Şehzade Mahmud'u kurtaralım" derken. Mahmud'un etrafını saran cellâtlar Çevri Kalfa'nın serptiği küllü gözlerini oğuşturuyorlardı. Şehzade Mahmud hamam külhanından alman bir avuç küle; o külü canilerin gözlerine serpen Çerkez Cariye Çevri Kalfa'ya hayatını borçlanıyordu. Hayatım şehzade için ortaya koyan Cariye "Çevri Kalfa, içerideki Anber ve İsa Ağalara:
— Damdan kaçınn, damdan!
Diye seslendiği sırada katiller içeri dalmışlarsa da, ağalar Şehzâde'yi dipteki camekânlı odanın tavana yakın olan ve "baca" denilen çatı ağzından dama çıkarmaya muvaffak olmuşlardı. Bu sırada canilerden Ebe Selim'in attığı hançer şehzadenin bir kolunu hafifçe yaraladığı gibi, sağ kaşının üstü de kapıya çarparak biraz berelenmişti.
Şehzade Mahmud damdan indirilince, İmam Hafız Ahmed Efendi ve diğerlerinin arasında görülür ve Alemdar:
"Abe bu kimdir! diye sorunca: İmam Efendi:
"İşte Sultan Mahmud Efendimiz budur. Hilafet nöbeti kendilerinindir. Ben biat ettim. Hayırlı işin tamamlanması sizin himmetinize kaldı." demesiyle Alemdar Paşa etek öptükten sonra Sultan Mahmud'a hitaben:
"Ah efendim ben amcanı tahta çıkarmak için gelmiştim. Kör olası gözlerim onu bu halde gördü. Bari seni tahta çıkartarak teselli bulayım. Lâkin ona kıyan ve onu bu hale koyan Enderun halkıdır. Onların hepsini kılıçtan geçireceğim." deyince.
İmam Ahmed Efendi, cevapladı:
"Efendim Enderun halkının ne kabahati var? Bu cinayeti işleyenler ortadadır. Efendimiz onları buldurup cezalarını vermemiz için size gönderir."
23 yaşında; daha yeni ölümden kurtulup hayata ve saltanata kavuşan Sultan Mahmud, metin bir tavırla:
"Paşa ben onları buldurup sana gönderirim. Sen şimdi askerini dağıt, silahlarını çıkar da Hırka-i Şerif Dairesine gel!" der.
Alemdar'ın emriyle adamları hemen dağılır, kendisi de silahlarım çıkarır, belindeki işlemeli palaya sıra gelince, Pâdişâhın gözlerine bakarak, der ki:
"Efendim, bu hançer amcanızın yadigârıdır, bundan ayrılamam." Pâdişâh müsâade eder Alemdara, bağlılığı hoşuna gitmiştir herhalde!
O aralık devletin en kuvvetli adamı olan Alemdar'a karşı yeni Pâdişâhın hitabını Cevdet Paşa şöyle değerlendiriyor:
"Sultan Mahmud'un cellatın elinden yeni kurtulmuşken şaşırması icabederdi, ama asla yılgınlık göstermemiş, yaralarına ehemmiyet vermeden aslan gibi meydana cesaretle atılması ve Alemdar gibi söylediğini yerine getiren birine karşı, birdenbire "askerini dağıt, silahlarını çıkar" diye emir vermesi fevkalâde bir yaradılışın delili idi. O zamanlar Osmanlı Devleti'nin böyle cesur bir pâdişâha ihtiyacı vardı. Alemdar Paşa, sonradan:
"Pâdişâhın bu ilk emri beni o kadar korkuttu ki, ömrümde böyle korktuğumu hatırlamıyorum" demiş.
Yine, Ahmed Cevdet Paşa'nın Tarih-i Cevdet'inden alıntıya devam ediyoruz.
Pâdişâh Hırka-i Saadet odasına girince; Alemdar bir müddet dışarıda bekletilir.
"Alemdar Paşa burada kükremiş arslan gibi zaptedilmeye çalışılıyor, Sultan Mustafa sünnet ve sarık odaları önünde, havuz üzerindeki Bağdat Köşkü sofasında gezinirken:
"Ben tahttan inmedim, Mahmud'u kim çıkardı?"
Diye söylenmekte olduğunu duyan Alemdar Paşa:
"Kim bu? Sultan Mustafa mı? Söyleyin ona odasına gitsin, yoksa elimden kıyamete kadar lanetlenecek bir iş çıkmasına sebep olur." Deyince, İmam Efendi ve bazı arkadaşları Sultan Mustafa'nın yanına gidip:
"Efendim tahtı âlide kısmetiniz bu kadarmış, biraz da Haremi Hümâyuna teşrif ile istirahat buyurunuz."
Diyerek hareme gönderdikleri sırada Validesi Mabeyn-i Hümayun kapısına gelerek küfür ve hakaret makamında çeşitli sözler söylemişse de Rumeli âdetlerine göre kadınlara silah çekilmez, sadece sözle karşılık verilir. Bunda da onlarla başa çıkmak imkânı olmadığından, Alemdar Paşa kedi gibi sinip, bu gürültüye karışmadı. İmam Efendi onu da ikna ederek hareme gönderdi."
İşte, Alemdar Mustafa Paşa! Kendisini istediği her şeyi yapacak mevkide görüyor. İnsani hasletleri bazı hareketleri yapmasına mâni oluyordu. Cevdet Paşa gibi bir alim ve devlet adamı bile, onun bu tavrını yadırgamıyor. Sultan İkinci Mahmud böyle bir hengamede tahta oturuyor.
Son iki padişah 27–28 yaşlarında tahta çıktığı için son yüz senenin en genç padişahları denmişti. Bir padişahın saltanat süresi uzayınca, onu bekleyenin yaşı geçiyor, ihtiyarlamış vaziyette vazifeye başlıyor. İktidardakinin süresi kısa olunca, yerine geçenin yaşı küçük oluyor. Dördüncü Mustafa'nın kısacık saltanat ömrü, Şehzade Mahmud'u 23 yaşında devlet umuruna soktu. Devletin derin dertleri var; imkânlar sığ. Kimin ne olduğu, ne olacağı hiç belli değil. Amcası Üçüncü Selim'in yaşadığı bütün sıkıntılarını yakından bilen İkinci Mahmud şikâyet mevkiinde değil, şikâyetleri çözüme kavuşturmakla görevli. Bakalım neleri nasıl yapacak?
Alemdar'm, pâdişâhın yanına girmek için biraz vakit geçirmesi lazım. Tayyar Efendi Alemdar'a kahve ile tatlı ikram etmek istiyor. Bu adetin yerine getirilmesi için başka görevli bulunamayışı, ihtiyar Tayyar Efendiyi mecbur etmişti. Yine, Cevdet Paşa'dan naklediyoruz: "Tayyar Efendi tatlı hokkasını buldurup Alemdar'a sunmak istediğinde, onun zehirlenmek korkusu ile yemiyeceğini anlayınca, hemen tatlı kaşığı ile hokkayı karıştırdıktan sonra, önce kendisi bir kaşık aldı, sonra kaşığı tülbentle silip Alemdar'a uzattı, Alemdar:
"Aferin ihtiyar. Abe sen ne akıllı adammışsın!"
Diye, iltifat ettikten sonra, bir kaşık tatlı almak adet iken, bunu bilmeyen Alemdar hokka ile kaşığı eline alarak hepsini yiyip bitirdi."
Sultan Mahmud Osmanlı tahtına oturunca Sadâret mührünü Alemdar'a verdi. 29 Temmuz Cuma günü Üçüncü Selim'in cenazesi kılındı. Naşı Lâleli Camii'ne götürülüp, babası Üçüncü Mustafa'nın türbesine defnedildi.
"Alemdar, Sadrâzam olur olmaz Üçüncü Selim trajedisini hazırlayanları, Dördüncü Mustafa'nın gözdelerini ve yamakların şeflerini tasfiyeye başladı. Birkaç gün içinde üç yüz kişinin başı vuruldu. Bostancıbaşı ile Köse Musa Paşanın başları, önemlerine binaen saray kapısı önünde teşhir edildi. Fesatçı ulema sürgüne gönderildi."
Temizlik harekâtından sonra, Alemdar kendi ekibini işbaşına getirerek, İmparatorluğu idare edecek kuvvet, kudret ve şiddete sahip oldu. Rusçuk Yaranı'nın tavsiyeleriyle iş görmeye başladı. Fakat o devleti idare edebilecek bilgi ve kaabiliyette bir insan değildi; kendisi de bunu biliyordu. Şu enteresan sahne bunun delillerinden biridir:
"Kazaskerlerden biri bir gün sürgüne gönderilmiş olan kardeşi için şefaatte bulununca, Sadrâzam o sırada yanında bulunan Kethüda Mustafa Refik ve Defterdar Tahsin Efendileri göstererek:
"Abe Efendi! Ben ne seni ne kardeşini, ne müftüyü, ne kadıaskerinizi ve saireyi bilirim. Ulema benim neme lâzım. Onları sürmek neden iktiza eyledi. İşte şurada oturan kimseler din ve devlet elden gitti diye beni getirdiler. Şu adamları sürmek nizamı devletin temelidir ve şöyle böyle etmek lâzımdır, dediler. Ben dahi öyle ettim. Boş yere bana beddua etmeyin." diye top gibi gürlemiştir.
Senedi İttifak
II. Mahmud, İmparatorluğun en felaketli bir zamanında, dağılması adeta muhakkak bir durumda -iken- tahta geçmiştir. İç ve dış gailelerin halli devletin gücünün haricinde gibi görünüyordu. Ne yaptığını, ne yapacağını bilemeyen saf bir zorbanın himayesinde sahip olduğu tahtı, onun gölgesinde korumaya çalışacaktı.
Anadolu’da ve diğer eyaletlerde devlet otoritesi kalmamış, kimi yerlerde valiler, kimi yerlerde ayanlar milleti inim inim inletiyor, devletin koruyucu sesinin ulaşamadığı bu yerlerde âsiler seslerini dinletiyordu. "Ayan demek vergi tahsili, asker cemi, erzak ve levazım tedariki gibi devletle halkı aynı zamanda alâkadar eden işlerle mükellef olmak üzere halk tarafından seçilen temsilci demektir. Bu mümessillerin intihapları ilk önce valiler ve ondan sonra da Sadrâzamlar tarafından tasdik edilmiştir. Fakat devlet haricî ve dâhilî gailelerle zaafa düştükçe âyanlık da bozulmuş, taşra ayanları halk temsilcisi vaziyetinden çıkıp, birer derebeyi haline gelmiş ve merkezin emirlerini dinlemiyerek âdeta istiklâl emareleri göstermeye başlamışlardır."
İstanbul'da Alemdar Mustafa Paşa gibi adından ve heybetinden korkulan bir Sadrâzam varken, tehlikeli halleri tespit edilen ayanların zaptu rapt altına alınması düşünülür; hepsi Dersaadete davet edilir. Belli başlı ayanlardan Bozoklu Çapanoğlu Süleyman Bey, Serezli İsmail Bey, Çirmen Mutasarrıfı Mustafa bey, Manisa'dan Karaosmanoğlu, Bolu'dan Hacı Ahmedoğlu, Bilecik'ten Kalyoncu Mustafa Ağa ve Şile'den Ahmed Ağa ... Bu ayanların maiyyetlerinde 70 bin asker olduğu da anlatılmaktadır.
Pâdişâh ile ayanlar arasında İ.H.D.'in çok tuhaf vesika dediği yedi maddelik bir anlaşma imzalanır. İttifak senedi diye anılan bu anlaşma, kimine göre Pâdişâhın haklarına kısıtlama, kimine göre de Anadolu ayanlarım disiplin altına almadır. En azından, Pâdişâh İstanbul'da, bir zaman için, Anadolu'da asayişsizlik var düşüncesinden uzak, Üçüncü Selim'den kalan yenilenme hareketlerini devam ettirecekti. Onun da en fazla güvendiği Alemdar Mustafa Paşa ve etrafındaki Rusçuk yaranı idi. Amma Rusçuk yaranı da İstanbul halkını huzursuz etmeye başlamıştı. Bu huzursuzluğun sebeplerini tafsilatıyla anlatan A. Cevdet Paşa'ya kulak verelim.
Alemdar Vakası
Nizam-ı Cedit ordusu Sekban-ı Cedid adıyla yeniden canlandırılmaya başlanmıştı. Yeniçeriler kışlada yatıp kalkan ulufe yiyen asker iken, nizamları bozulup rençper ve esnaf güruhundan ibaret kalmıştı. Ocağa kayıtlı olup ta ölenlerin bile maaşları devletten almıyordu. Bunu, ocaklı belgesini alınır, satılır meta haline getirerek yapıyorlardı. Alemdar Paşa ve yaranı bunun gibi yolsuzlukları önlemeye çalıştıkça Yeniçerilerin düşmanlığım kazanıyorlardı. Yapılan bir dizi yeni düzenlemelerle Yeniçerilerin hakları veya haksızlıkları iyice kısıtlanmıştı. "Böyle giderse kendilerine bitpazarında tellaklık veya sokaklarda eskicilikten başka yapılacak iş kalmayacağını düşünüyorlardı. Fakat Alemdar'ın korkusundan başkaldırmaya cesaretleri olmadığından birbirleriyle gizlice anlaşmakta idiler.
Esnaflık yapan Yeniçerilerin kayıtlarının silinmesi, Selimiye Kışlasına büyük önem verilmesi Ocaklıları kızdırdı. "25 bölüğün kahvecisi Kahvecioğlu Burunsuz Mustafa'yı Alemdar Paşa sekbanları ile tersaneden kaldırıp Galata'ya getirtti ve kendi kahvehanesi önünde onun "Yeniçeri yok mu?" diye bağırmasına aldırmadan yatağan ile boynunu vurdurdu. Ceset 3 gün ortada kaldı. (Tarih-i Cevdet.)
"Bu olay da ocaklıya dokundu. Zorbalar Alemdar'ın korkusundan ağız açamaz olup, birer köşeye saklandılar."
Alemdar Paşa devletin gücünü arttırmak ve sınırlanın korumak için mülkî ve askerî işlerle uğraşırken Sekban-ı Cedit Ocağı'nın kuruluşu, esaminin yarı yarıya gümrük eshamına çevrilmesi gibi hususlardan, ocaklı ve esami alışverişi yaparlar arasında Alemdar Paşa'ya kin besleyenler çoktu.
Cevdet Paşa; "Yapılan işlerin doğruluğuna kimsenin diyeceği yok idiyse de, zamanın insanları bu kadar doğruluğa tahammül edemiyordu" diyor.
Artık, Pâdişâh da Alemdar'ın aleyhine dönmüştü. Bu dönüşün sebebi, ittifak senedi ile padişahın salâhiyetinin biraz kısılması idi. İttifak senedinin arkasında Alemdar'ın görünmesi pâdişâhı üzmüştü.
Bu arada, Sultan Mustafa'nın yeniden tahta çıkarılacağı dedikoduları ortalarda dolaşmaya başladı.
Alemdar biraz da kendi dikkatsizliğiyle günden güne felâket çemberini daraltıyordu. Gafil ve mağrur oluşu etrafını görmesine mani oluyor, her gece ziyafetler tertipleyerek sefahat alemlerine dalıyordu.
Safiyeti kısmen kaybolmuş, içine düştüğü bol nimet başını döndürmüştü.
Kaba saba ama dürüst, samimi dağ adamının İstanbul'da, -sallanmakta olsa da- büyük bir devletin sadrazamı olup, bütün güç ve imkanı eline geçirince, etrafındaki insanların da teşvik ve tahrikiyle nasıl bozulduğunu Cevdet Paşa bir mısra ile özetliyor. Adamları ile beraber durumları aynen:
"Yar ile zânû-be-zânû cam ile leb-ber-lebiz" ifadesine uygundur, (Yar ile diz dize içki kadehi ile dudak dudağa) ve:
Hatta, diyor, "İçlerinde en temkinli olduğu bilinen Kaptan-ı Derya Ramiz Paşa zevk ve safaya düşkünlüğü ve esir pazarlarından cariyeler satın almasıyla ün kazanmıştır."
"Vükelâ ve vezirler süslü atların üzerinde samur kürkler içinde, arkalarında süslü giyimli adamları olduğu halde Bâb-ı Âli'ye gelir olmuşlardı."
"Bilmem renkli içki sunan bu saki devlet ve ikbâl içkisine ne katmış ki bir damlasını içenler bir hoş olup aşağı ve yukarısını, önünü ve arkasını göremez hale geliyor."
Cevdet Paşa Alemdar'ı kötülemeye yanaşmak istemez, her ne kadar yanlış işler oluyor ise de, esas kabahat paşada değildi:
"Etrafını alanlar zevk ve safa âlemleri ile gözünü doldurmuşlar, kendisine güzel cariyeler hediye ederek esas davasını unutturmuşlar, akıl ve idraki darmadağın olan Alemdar da kendisini ağyarın eline teslim edivermişti. "Alemdar kara cahil olup, iyi niyetliler tarafından ikaz edilmediği cihetle, devlet işlerinde de yabancı olduğundan icraatın iyisini kötüsünden ayıramaz oldu."
Alemdar'ın başına geleceklerin hazırlanışına dikkat çekmek için, yaptığı hataları anlatmaya çalışıyoruz: Cevdet Paşa da o kadar çok tafsilat var ki, bazılarını aktarmakla yetinmekteyiz. İşte birisi:
"Sultan Üçüncü Selim'in katline karışanlardan biri de Hafid Efendi idi. Alemdar'a dünyalar güzeli bir cariye hediye ederek, ölümden ve sürgünden kurtulmuştu. Adı Kamertâb olan bu eşsiz güzel, desisede, fetbazlıkta pek becerikli idi. Hediye eden efendisinin talimatlarına uyarak, Alemdar'a silahlarını çıkartmayı başarmıştı. Alemdar'ın divana silahsız gelişi, o zamanın hükmünce kadın gibi silahsız gezmek çok çirkin olduğundan, Rumeli ayanları hayrette kalmışlardı. "Bu hareketi gördükten sonra adamlarından çoğu memleketlerine döndüler. Alemdar aldırmadı. 16.000 emin askeri vardı. Kadı Paşa'nın da komutasında 3000 kişi bulunuyordu. Bunlar da çok iş görebilirdi."
Alemdar Rumeli dağlarından getirdiği saf havayı ciğerlerinde fazla tutamamış; Dersaadette içine girdiği çevrenin rengine boyanmış; günden güne boğulmak tehlikesiyle yaşıyordu. Yaşayışında, davranışında öz değerlerini tamamen kaybetmişti. "Askerleri gümüş ve altınlı tozluklar, çaprast tabir olunur göğüs bağları, her biri ceviz büyüklüğünde gümüş düğmeler, gümüşten yapılma kundaklı tabancalar, tüfenkler ve kılıçlar, En'am keseleri, fişeklikler kuşanarak hareket kaabiliyetlerini güçleştirdiler. Sekbanların maaş ve ulufeleri artırıldı. Zabitan da Şubare denilen kalpaklarını altından yapılmış şeritlerle süsleyip Hurimizi denilen inciler yerleştirip etrafına şallar sarmağa ve askerlikle asla bağdaşmayacak şekilde elbise ve silahlarla sokaklarda, pazarlarda gezip dolaşmağa başladılar."
"Bir zamanların gözde askeri iken şimdi (Hasr ed dünya vel âhire) koltuklarda ve köşe başlarında limon ve kömür satarak geçim çaresi arayan Yeniçeri güruhunu, sekbanların bu halleri kıskandırmakta olup, bir Ramazan akşamı sekban zabitanının Bâb-ı Âli'de verilen bir iftara gidişleri ocaklının ciğerine ateş düşürdü."
Yavuz Sultan Selim'e, Kanuni Sultan Süleyman'a kafa tutan, en son Üçüncü Selim'i tahtından ve canından eden Yeniçerilerin hiçbir kıymeti harbiyesi kalmaması kin ve düşmanlıklarını körükleyip, yeni kurulan Sekban Ocağı askerlerinin kadınlar gibi süslenmesi ayrı bir öfkenin sebebi oluyordu. Alemdar, burnu havada, Yeniçerileri küçümseyen tavrıyla: "Bir takım kayıkçı, manav, leblebici güruhu ne yapabilir" demesi affedilir hatalardan değildi.
14 Kasımı 15 Kasıma bağlayan gece (27 Ramazan) Alemdar, Şeyhülislamın iftarından dönüyor. Etraf insan dolu. Sekbanlar yol açmak için değnek ve kamçı kullanırlar, yaralananlar olur. Yaralananlar Yeniçeri ve Cebeci kahvelerine koşarlar; başlarlar tahrik edici konuşmalara...
"Biz ehli İslamız, zerre kadar cürüm ve günahımız yok iken bizi döğmek, bize hakaret etmek neden lâzım geliyormuş? Bir haydut başı geldi. Pâdişâhı tahttan indirdi. Cebren mühr-i sadâreti aldı."
"Niçin ondan korkmalıyız. Elhamdülillah bizler anın yanındaki bir avuç hayta güruhundan kat kat ziyadeyiz. Biz ona müslümanlığımızı, Yeniçeriliğimizi anlatmalıyız."
Kimliği bilinmeyen birisi tarafından "Bayramdan sonra Yeniçeri Ocağı kaldırılacakmış" yollu bir söz de söylenmişti.
Bu sözler; hoşnutsuzluğun, nefretin ateşini yelpazeledi. Daha fazla beklenirse Sekban neferâtı çoğalır, iş anlaşılır; diye aceleden Alemdar'ı ortadan kaldırmayı kararlaştırdılar. Gayet basit bir plan kurdular. Yangın var! diye bağırılacak, Sadrâzam yangın yerine gitmek için çıkınca öldürülecek.
Önce yangın numarasını denediler, yangın söndürücü rolüne soyundular, inanan olmadı. Sonra başka tedbire başvurdular. Alemdar Paşa'yı sarayında sıkıştırıp işini bitirmeye karar verdiler.
Sabah olmuştu; kendilerinden olmayanları ayırdedebilmek için "Sabahtır"ı parola yaptılar; önce Ağa Kapısına toplandılar. 400 kadardılar, ama kısa zamanda çoğaldılar.
Yeniçeri Ağası Mustafa Ağa'dan yardım istediler. Mustafa Ağa nasihat etmeye kalkışınca hemen, orada parçaladılar. Sessizce Bâb-ı Âli'nin etrafını kuşattılar. Getirdikleri otları kethüda dairesinin altına yığıp, ateşe verdiler, sonra da tüfeklerle ateş etmeye başladılar. Alemdar'ın askerleri değişik yerlerde, dağınık halde, kendisi harem dairesinde meşgul idi. Gürültüyü bile çok geç fark etmişti. Yeniçeriler, tüfek sesine etraftaki dükkânlardan koşup gelen Sekbanları öldürdüler.
Alemdar içeride kıstırılmış vaziyette, orada, burada dağınık bulunan askerlerinin yardıma gelme ihtimâli yok. Cevdet Paşa'ya göre: "Evliyayı umur ne çare ki kayıtsızlık ve gaflet içinde olduklarından iş bu raddelere gelinceye dek haber alamadılar. Bu vak'a zuhur ettiği anda Levend Çiftliği ve Selimiye kışlalarındaki talimli askerin cephanesi bile yoktu. Yeniçeriler Sadrâzamın oraya buraya yerleştirdiği askerlerine haber gönderip "Bizim işimiz ancak ocağımızın düşmanı olan vezir ile olup onun işi tamam oldu. Sizler başımızla bir arkadaşlarımız ve Tarik-i Bektaşiyede hempa ve yoldaşlarımızsınız. Kışlalara buyurun. Müsterih olun." diye kandırdılar."
Karşı koymaya kalkanları dostça geri çevirmeye çalışırlarken, içeride Alemdar zor anlar yaşıyordu. Yanında bulunan az sayıdaki adamı "Atlarımıza atlayıp düşman arasından geçerek Sekbanlarla birleşmek evladır." deyince, o da; "Elbette bize imdat olunur; ol vakte kadar pusudan cenk edip dayanalım" dedi ve cariyelerim harem dairesindeki mahzene soktu. Sonra köleleri ile kendisi de içeri girerek gelenlere tüfenkle ateşe başladı.
Yangını görüp silah seslerini duyanlar sokaklara dökülüp meraklarını gidermeye çalışırlarken, Yeniçeriler: "Bu yangın bildiğiniz yangın değildir" deyince, iyiler evlerine kaçıyorlar, kötüler silahlanıp eşkiyaya karışıyor, böylece Bâb-ı Âli'nin etrafı insan denizi haline geliyor, Alemdar'a yardım gelmesi ümidi kesiliyordu."
Yeniçerilerin o andaki durumlarını anlatan Cevdet Paşa, onlarla ilgili geçmişe dair de kötü bir tablo çiziyor; diyor ki:
Ocağımıza sirkat (hırsızlık) gerekmez derken Bab-ı Âli'deki eşyaları "ayaklar altında kalmasın" diyerek yağmalıyorlardı. Yangının yayılmaması dileğinde bulunanlara da "yangın sirayet etmez" diye civardaki evlerden eşyaların taşınmasına mâni oldular. Hakikaten, bu kendi yangınları olduğu için söndürülmesine öyle gayret sarfettiler ki, bundan evvelki yangınların söndürülemeyişi Yeniçerilerin hıyanet ve müsamahalarından ileri gelmiş olduğu anlaşıldı."
Alemdar kendi adamlarının da Pâdişâhın adamlarının da yardıma gelmeyişini, gelmeyeceklerini kabul etti. Pâdişâhın da Alemdar'ı gözden çıkardığı anlaşıyordu. Birçok yoldan sadece biri Alemdar'a göreydi. İntihar saldırısı! Cariyelerinin hayatını tehlikeye atmamak için zabitlere teslim ettikten sonra, biraz da onlara yaptığı iyilikleri anlatarak sitemli sözler söyledi, nankör olduklarını yüzlerine vurdu:
Sadâret Kethüdası Mustafa Refik Efendi evinde Yeniçerilerce parçalanıp eşyaları yağmalanırken, Alemdar cephaneliği ateşe verdi; belki üç, belki beş yüz belki de bin kişiyle beraber can verdi.
Alemdar Paşa "Osmanlı tarihinde Yeniçeri Ocağı'nın isyanına karşı hayatının sonuna kadar mücâdeleyi kabul etmiş tek sadrazamdır."
"Yeniçeriler Alemdar'ı öldürdükten sonra birçok büyük memur konaklarını yağma ettiler. En nihayet saraya da hücum ettiler. Sekbanlar karşı koyunca, taraftarlarını çoğaltmak için münâdiler çıkarttılar. Yeniçerilere yardım etmeyenlerin kafir olduğunu ve bunlardan evlilerin de nikâhları kalmadığını ilân ettiler."
Hasılı kelam Yeniçerilerle Yeniçerilere karşı olanlar arasında harp olur, Dersaadette saadet kalmaz. Yeniçeriler yangın çıkarırlar. Rüzgar yangını hızlandırır.
Bir tarafta Yeniçeri ölür, bir tarafta Sekban. Evleri yananlar, canlarını kurtarmak için kaçarlarken iki ateş arasında kalırlar. Kimi yaralanır. Kimi ahireti boylar.
Dördüncü Mustafa'nın Ölümü (16 Kasım 1811)
"Sultan Mustafa Efendimizi isteniz! Sultan Mahmud bize pâdişâh gerekmez? Sözleri de söylenmeye başlanınca, Pâdişâh fetva ile kardeşini boğdurtur. Bu olayın duyulması Yeniçerilerde bozulma meydana getirir.
Osmanlı Hanedanında Sultan Mahmud'tan başka tahta geçirilecek adamı kalmamıştı. Sultan Mahmud'a da hasım olununca Yeniçerilerin işi iyice zora girmiştir. Çeşitli fikirler atılır ortaya.
Dördüncü Mustafa'nın tekrar pâdişâh olması için âsilerle elbirliği eden Esma Sultan'ın adı atılır taht için; o olmazsa Konya'daki şeyhin ve yahut Tatarhan zadelerinden birisinin pâdişâh ilan edilmesi istenir. Yeter ki Sultan Mahmud'un eline kalmasınlar. Biliyorlar ki Yeniçeri ile Sultan Mahmud bir arada olamaz bundan böyle!
"Pâdişâh bir insan değil midir? Kim olursa olsun, Pâdişâh olur. Yeter ki bizim ocağımız devam etsin."
Yeniçerilerin belki son çırpınışıydı; ne söylüyorlarsa korkudandı. Hiçbir mantık bağı yoktu sözlerinin. Başlattıkları isyan da ortalık kan gölüne, İstanbul yangın yerine dönmüş. Mühendishane, Defterhane, Sultanahmed alevler içinde kalmış 600 Sekbana karşılık 5 bin Yeniçeri hayatını kaybetmişti. Böylece Yeniçerilerin gücü, epeyce azalmış demekti.
Sultan Mahmud, İstanbul halkından bazılarının da Yeniçerilerle beraber hareket ettiğini görünce, Unkapanı önlerinde demirli duran gemilerden Ağa Kapısı üzerine ateş açtırır. Güllelerin düştüğü evlerde yangınlar çıkar; Ocaklılar kendi evlerinin yanmaya başladığım, söndürülmesi gerektiğini bahane ederek dağılırlar."
Ocak Ağalan ulemaya sığınır, imdat isterler. Padişaha gidip; kendilerinin eşkıya ile ilgileri olmadığını, eşkiyanın elinde esir gibi bulunduklarını, Pâdişâh ferman buyurursa itaat edeceklerini, top ateşinin durdurulmasını dilediklerinin padişaha bildirilmesini rica ederler.
Ulema atılan kurşunların arasından geçerek Saray-ı Hümâyuna varırlar; iyi karşılanırlar. Sultan Mahmud:
"Birader de vefat eyledi." Der, üzüntülü bir ifadeyle. Ulema:
"Allah Efendimize uzun ömür versin" diye dua ederler, sonra Ocaklı'nın af isteklerini anlatırlar.
Yeniçerilerin barış heyetine 23 yaşındaki Pâdişâhın tavrı yumuşakça ama Pâdişahçadır. Cevdet Paşa'ya göre, der ki: "Eğer bundan sonra tavrı edebe riayet ve itaat vecibesini yerine getirirlerse afv-ı şahaneme nail olurlar. Ve illâ bütün İstanbul süzan olursa afları kaabil değildir."
Sonra top atışının durdurulmasını rica eden heyete, Pâdişâh talimat verir; ateşin kesilmesi için emir gönderir. Onlar da cemiyetlerini dağıtacaklarnı taahhüt ederler. Şehirdeki yangının söndürülmesine başlanır; daha önce Pâdişâha karşı hareket eden halk âsilerden ayrılır, diğerlerinin arasına karışır; Ocaklılar endişeye kapılır. Ortalarda bir sürü ceset bulunmaktadır; bunlardan bir kısmının "evladı ve eşleri, ana ve babalan da yer yer inleyip ağlamakta, bazıları da gelip Yeniçeri zabitan ve ağalarına galiz sözlerle lanetler yağdırmaktaydılar."
Çarşamba günü galibiyet hükümet tarafında görünüp, Ocaklı müşkül duruma düşmüşken, Perşembe günü seher vakti işler değişir. Kandıralı Mehmed adında bir eski eşkiya, Tersane, Galata, Boğaziçi ve Üsküdar taraflanna saklanan haşeratı başına toplar, Tophaneyi basarlar. Topçu ve Arabacı kazanlarını Sultanahmet meydanına çıkarırlar. Tellallar ile "Tersane bizde! Karşı yakalarla Tophane bizde" diye ilan ederek, isyana müsait ne kadar ipsiz takımı varsa peşlerine toplarlar. Yine, meydan bir yığın serserinin eline kalır. Bütün bu vakalarda birçok evler basılır, nice ırzlara tecavüz edilir ve Selimiye kışlası yakılır."
Ramiz ve Kadı Paşalar canlarını kurtarmak için kaçarlar, Sekban-ı Cedit teşkilatı kaldırılır. Âsilerin isteği üzerine birçok yenilik taraftan öldürülür."
Alemdar'ın cesedini ölümünden iki gün sonra iki sadık adamıyla beraber mahzende buldular. Yanlarında altın ve mücevher dolu keselerle ufak sandıklar vardı. Bunlar aşırıldıktan sonra Alemdar'ın cesedi sürüklenerek Sultanahmet Meydanı'na getirilip, orada üç gün bekletilip, sonra da Yedikule dışında bir hendeğe atıldı.
Dersaadette cehennemi sahneler yaşanırken Ramazan ayının son günleridir. Arefe de Cum'a gününe denk gelmişti. Pâdişâh Camide bulunacak. Mü'minlerin Emiri o cuma namazını nasıl kılacak? Cevdet Paşa anlatıyor:
"Zeynep Sultan Camii'ne gittiği zaman eşkıyanın, Alemdar Paşa gibi Pâdişâhın bazı kurenasının da idamlannı isteyeceklerinden haberdar olan Yeniçeri Ağası ile zabitleri orada birikenlere:
"Be yoldaşlar ne durursunuz! Ramiz Paşa ile Kadı Paşa'yı takımlarıyla Silivri taraflarında tutup getirmişler. Aman bir ayak evvel Atmeydanı'nda hazırlanan kazıklara varasız" diye bağırdılar. Eşkiya, ayağı yanmış it gibi Atmeydanına doğru koşup gittiler. Bu pek akıllıca bir tedbir olup selâmlık resmi patırtısız bitti." (Tarih-i Cevdet; 18 Kasım 1808)
"İstanbul'da Türk Türkü öldürürken, İmparatorluğun türlü taraflarında büyük ölçüde isyanlar gelişiyor ve Türk toprakları Napolyon ile Rusya Çarı arasında paylaşılma konusu oluyordu."
İkinci Mahmud'un tahta çıkışı Yeniçeri ayaklanmasıyla olmuştu. 3 ay 20 gün devam eden fırtına birçok zayiatla, devlete açtığı yara ve Yeniçerilerin kazandığı geçici zaferle noktalandı. Bu, aslında bir zafer de sayılmazdı, sadece, biraz daha yaşayabilmek için, kazanılan zamandı:
Osmanlı Devleti iç sıkıntılarla oyalanırken, dışarıda cereyan eden olaylara tamamen bigane kalmış değildi. Rusya, devletin boğazını sıkmak için ellerini uzatırken, İstanbul'a sahip olmanın dayanılmaz hasretiyle çıldırıyordu. Napolyon, Çar Aleksandr'ı bu sevdadan vazgeçirmek için: "İstanbul tek başına bir imparatorluğa değer", "Kaldı ki, Marsilya'nın bir kapısı da Boğazlardır" diyerek Eflak ve Boğdan'ın Rusya'ya kazandırılmasını teklif ediyor, Çar'ı buna razı etmeye çalışıyordu.
Bu pazarlıkları öğrenen Osmanlı devlet adamları, Fransız dostluğunun bir hayır getirmeyeceği kanaatine varıyor, İngiltere'nin teklif ettiği Napolyon'a karşı ittifaka sıcak bakıyorlardı. Neticede; Türk-İngiliz anlaşması yapılarak (5 Ocak 1809) Rusya ile harbin devamına karar veriliyor.
Ruslara Karşı Tatariçe Zaferi (24 Ekim 1809)
Şartların mecbur ettiği savaş için, ihtiyar sadrâzam Yusuf Ziyâeddin Paşa Serdar-ı Ekrem tayin edildi. Paşa ordunun başında 23 Temmuz pazar günü İstanbul'dan harekete geçti.
Ruslar daha erken davranıp, cevap beklemeye bile lüzum görmeden, üç koldan hududa tecavüz etmişlerdi. Türk ordusu Sumru ve Rusçuk yoluyla Silistre'ye geldi. Önce; İbrail, İsmail ve Yerköyü üzerine yürüyen Ruslar'ın bir fırkası İbrail'e taarruz etti. Nazır Laz Ahmed Ağa'nın kumanda ettiği buradaki ordu Rus ordusunu yıprattı. Savaş günlerce uzadı. Yirminci gün sabahtan akşama kadar süren aralıksız savaşta 5000 asker kaybeden düşman ağırlıklarını da gözden çıkarıp kaçmaya mecbur oldu. Yerköyü üzerine saldıran düşman ordusu da tutunamayıp kaçtı. İsmail üzerine giden düşman ordu kolu top atışıyla kaleyi fasılasız döğmekte idi.
Ruslar'ın bu saldırılan olurken serdar-ı ekremin ordusu henüz yolda ve savaş mahallinde değildi. Ruslar cephelerde savaşırken, kışkırttıkları Sırplar da Sofya'ya inip çeteciliğe başladılar. Sofya Muhafızı Hurşid Ahmed Paşa Sırplara gerekli dersi verdi.
Birkaç cephede küçük çaplı başarılar elde edilirken Tuna Seraskeri Hasan Paşa Ravsat'da mağlub oldu. Bütün bunlar olurken yol alan Yusuf Ziyâeddin Paşa Tatariçe'nin bir saat uzağına geldi, ordusunu savaşa hazırlamaya başladı.
Bizim vezir-i âzam gibi Ruslar da -yeni kuvvet getirerek- yeni savaşa hazırladılar. Ruslar'ın asker sayısı 60 bini buluyordu. Türklerin yardım alma yollarını kapattılar ve savaşa başladılar. Ruslar top ve tüfek atışıyla, Türkler kılıç ile netice almaya çalıştı. Büyük ve kanlı bir savaş yaşanıyordu. Osmanlı askerinin yüz yüze yapılan savaşlarda yenilmeyeceği, yenilmediği söylenir ya, yine öyle oldu. Tepedelenlizâde Muhtar Paşa'nın yardıma gelmesi zaferi çabuklaştırdı. Osmanlı ordusunun bin şehidine karşılık, Ruslar 10 binden fazla asker kaybetti. Ayakta kalan Ruslar Silistre'ye doğru kaçarak istihkamlara sığındılar.
Bu savaşın cereyan şekli anlatılırken adından hiç bahsetmemiş olsak da, bahadırlığı ile gönüllere taht kuran biri vardı. Rusların 60 bin askerine karşı daha az sayısı olan orduya kumanda eden Pehlivan İbrahim Ağa idi. İbrahim Ağa burada gösterdiği cesaret ve sağladığı faydadan dolayı vezir yapıldı. O günden sonra, Pehlivan İbrahim Ağa "Baba Paşa" olarak anıldı.
Türlü çalkantıların, iç harplerin yaşandığı bir memleket ordusu için bu galibiyet çok manâlıydı. En tepedekinden en aşağıdakine kadar herkesin buna ihtiyacı vardı. (24 Ekim 1869)
Uzayan günlerin kışa gelmesi hareket imkânını zorlaştırdı. Zahire sıkıntısı baş gösterdi. Yardım alınamadı. Ruslar için aynı sıkıntılar aynı derecede mevzu bahis değildi. İsmail ve İbrail kaleleri Aralık ve Ocak aylarında vire ile Ruslara teslim edildi. Rusların "20 binden ziyade hasta askeri" ve verdiği telefat gözden uzak tutulmazsa, haşmetli devirlerinde aldıkları yara ağır sarılır.
Tatariçe galibiyetinin sevinci, her şeye rağmen gölgelendi. İsmail ve İbrail kalelerinin Ruslara teslimi, daha sonra da Faş Kalesi'nin düşmesi yorgun yüzlerdeki tebessümü soldurdu. Netayic-ül Vukuat yazarı Mustafa Nevri Paşa, uğranılan kayıpların sebebini şöyle anlatıyor:
"Erzurum Valisi ve bölge komutanı olan Ferhat Paşa ile Trabzon Valisi ve Çerkezistan kıyıları komutanı Şerif Paşa, Çıldır Valisi Selim Paşa o bölgenin eski ve köklü ailelerinden olup, zaten birbirleri ile rekabet halinde bulunduklarından, savaş sırasında olsun, birlik içinde bulunmaları devlere karşı farz olan bir borçlan iken tersine, düşmanlıklarını daha da artırdılar."
"Bunların elbirliği yapmamaları, o bölgede başarı elde edilememesine ve Faş Kalesi'nin Rusların eline geçmesine yol açtı. Bu olumsuz durumları yüzünden komutanların hepsi görevlerinden alınıp tepelendiler. Gelecek yıl için şimdiden valiler ve askeri birlikler hazırlanmasına girişildi."
Cihâd-ı Ekber ilanı (25 Haziran 1810)
Ruslar Osmanlı Devleti'nin yakasını bırakmak niyetinde değildi. Fransa, düğün bahşişi verir gibi Boğdan ve Eflak'ı Ruslara bıraktırmak için Osmanlı devlet adamlarını zorluyor; başkasının cebinden cömertlik yaparak kendisine rakip olmaya çalışan bir devleti borçlandırmak istiyordu.
İkinci Mahmud, Rusların durdurulmasının müşkül olduğunu anlar ve bizzat sefere çıkmaya karar verir. Bir Hatt-ı Hümâyunla Cihad-ı ekber ilân edilir. Devam eden savaşta Rusların Şumnu civarında yirmi bin telefatla meydanı terketmesi, Cihad-ı Ekber'in ilânının bile faydalı olduğunu gösterir. Ruslar, Napolyon'un kendilerine karşı sefere çıkmasıyla Türkiye ile uğraşmaktan vazgeçer... Napolyon'un tahriklerine, bazı vaadlerine kanmayan Osmanlı İmparatorluğu, Rusların barış teklifini kabul ederek Bükreş Anlaşması’yla harbe son verilir.
Pâdişâhın da askerin de nefes almaya ihtiyacı vardı. Napolyon'un savaşsız duramayışı şimdi de Rusya ile savaşmayı tercih edişi Türkiye için bir şans oldu ve bir süre için de olsa rahata kavuşuldu. Korsikalı Napolyon farkına varmadan bir devlete faydalı oluyordu. Amma onun verdiği zararların yanında bunun esâmisi bile okunmaz. Mısır'ı işgal ettiği zaman, "Mısır Mısırlılarındır" diyerek, nasıl olsa kendisi orada kalamayacaktı ya, Mısırlıları Osmanlı'ya karşı kışkırtmaya çalışmıştı." Hatta altıyüz Mısırlı genci Fransa'ya gönderip özel bir eğitimle yetiştirerek onlar vasıtasıyla Arap milliyetçiliğini geliştirmeyi bile düşünmüştü... Tam başarılı olamadı ise de, Kölemen beylerin çoğu "Mısır Mısırlınındır" düsturuna bağlı kaldılar. Nitekim birinci konsolosa yazdıkları bir mektupla:
— "Ol zalim ve gaddar bedfial (kötü iş yapan) olan Osmanlıya teslim edip, bizleri böyle nâmekân bırakmak şanın mıdır? Ve sizin dahi malûmunuzdur ki, Osmanlı askeri gelip bizim elimizden Kahire-i Mısır'ı almak mümkün değilken bu felâketleri başımıza getirmeye sebep olmanız lâyıkullah değildir. Bundan böyle biz sizin ırzınıza düştük ve sizin emriniz altında olup katiyen muhalefet etmeyeceğimiz aşikâr olmakla ancak cenab-ı devletinizden istirhamımız şudur ki; bizleri Kahire'i Mısır'dan ne veçhile çıkardınız ise, Devlet-i Âliyyeye ricanız ile mi olur, yoksa tarafımıza imdat göndermenizle mi olur, evvelki gibi Mısır'da oturmamız hususunda himmet eylemeniz ilh..."
Din kardeşlerimiz, Osmanlı Devleti'ne hiçbir şey vermeden, çok şey aldığını bilmiyor olmalı; bir de kendilerini orada huzursuz edenin kim olduğunu bilmiyor olmalı ki, yanlışlıkla düşmandan yardım istiyor! Dostunu kötülüyor; bu, biraz da Türk milletinin kaderidir herhalde!
Devlet binbir sıkıntı içinde bocalasa da; hayat devam ediyor. Nasıl ki, acıyan yer ayrı, acıkan yer ayrı ise, sırasına göre en katı elemlerin arasına bile sevinçler yerleştirilebiliyordu. Bunu niye söylüyoruz? Şunun için:
Arabistan'da "Vehhâbiler, Necd'den sonra Hicaz'ın mühim bir kısmını ellerine geçirmişlerdi. Çapulculuk yapan Vehhâbiler fazla huzursuzluk çıkarıyor. Bâb-ı Âli Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa'ya kesin emir veriyor. Paşa da 19 yaşındaki oğlu Mehmed Tosun Paşa'yı bu işle vazifelendiriyor. Tosun Paşa Vahhabileri temizleyerek babasının da Pâdişâhın da yüzünü ağartıyor. Tosun Paşa'nın bu zaferi Sultan İkinci Mahmud'un bundan böyle Gazi olarak anılmasını sağlıyor.
Bir şey ne kadar zor elde edilirse, o kadar kıymetli oluyor. Mısır'ın elde tutulması, alınmasından daha zor idi. Ya diğer yerler? Yavaş yavaş, birer birer elimizden çıkan kaleler, şehirler, vilayetler, eyaletler... Uzun süren isyanlar neticesinde Sırbistan bağımsızlığına kavuşur; sıra Yunanlılara gelir.
Peygamber Efendimize hürmete Araplara 'kavm-i necip' diye saygılı davranan Osmanlı; Hıristiyan reaya içinde de Rumlara farklı, (imtiyazlı) muamelı yapmıştı. "Rumlar İmparatorluğun her tarafına dağılmış bulunuyorlardı. Deniz kıyılarında ve büyük şehirlerde onlara çok rastlanmakta, fakat kesin bir çoğunluk ile bulundukları yerler, Mora, Yunan Adaları ve Teselya idi.
Din ve dil hürlüğüne, toprak mülkiyeti hakkına sahip Rumların en büyük acısı; kanunnamelerin belirttiği sınırların dışında, kendilerinden alınan vergilerden ileri geliyordu. Köyde yaşayanlar toprak sahibi, şehirde yaşayanlar ticaretle uğraşıyor, 600'den fazla Rum gemisi doğu Akdeniz'de taşımacılık yapıyor, hem de korsanlara karşı korunmaları için kuvvetli bir şekilde silahlanmış bulunuyorlar; İstanbul'da oturanlar ise devletin idarî işleriyle görevlendiriliyorlardı. Rum Patrikhanesinin şikâyetçi olabileceği hiçbir eksiği yoktu.
Fakat Fransa'dan yayılan milletlere hürriyet fikri; bazı Avrupalı şair ve yazarlarda uyanan Yunan kültürü hayranlığı, Rumları dünyanın şımarık çocuğu yapacaktır.
Muharrir Konayis, şair Rigas Yunanlıları egemenlik fikrine hazırlarken, Avrupalı aydınları da Yunanlıların yardımına çağırdılar. Yer yer cemiyetler kurulmaya, okullar açılmaya başladı. Gazete ve mecmualarla Yunan davası devamlı körükleniyordu.
Etniki Eterya
Eski Bizans'ı diriltmek gayesiyle kurulan bir cemiyettir. Üç kurucusundan biri Bulgar, ikisi Rum tüccar. Görünen amaçları, Osmanlıların Hıristiyan tebaası arasında eğitim ve öğretimi yaymaktır. Perde arkasında cemiyeti idare eden Yunan Patriği; onun da arkasında Rus Çarının harp yaveri Aleksandr İpsilanti duruyor. Cemiyete üye olan herkes, gerektiğinde servetlerini ve canlarını vermeye âmâde, sır vermemeye yeminlidirler.
İzmir, Sakız, Misalangi, Bükreş, Yaş, Yanya, Triyeste cemiyetin şubesi bulunan belli başlı merkezler. Her sınıftan insanlarla; amaca ulaşmak için çalışmaya, Yunan bağımsızlığını sağlamaya adaylar. Bu cemiyet parola kelimeler icadıyla aralarında gizli anlaşmayı tercih ederler; buna göre "Bîgaraz" denince Pâdişâh, "Muhibbi İnsaniyet" Rusya İmparatoru, "Ziyade meşgul" Sadrazam "Kaynana" Yanya Valisi Tepedelenli Ali Paşa demek oluyordu.
"Tepedelenli Ali, Veli Bey adında birinin oğludur. Onsekiz yaşında çete reisi olmuş 1768-1774 Osmanlı-Rus harbinde devlete yaptığı hizmete karşılık Derbent Paşalığına yükseltilmiş, 1788'de Yanya Paşası olmuş"
İ. H. Danişmend Ali Paşa hakkında kesin bir kimlik belirtemez. "Bir rivayete göre Türk fethinde ihtida etmiş Arnavud ailesindendir." derken, diğer "rivayete göre Kütahyalı Niyazi isimli bir Türk dervişinin oğludur" der.
Yılmaz Öztuna ise "Kütahyalı bir Türk'ten inen Tepedelenli Ali Paşa Arnavutlukla Yunanistan arasında Epir ve çevresinde büyük bir nüfuz elde etmişti. İkinci bir Mehmed Ali olmaya hazırlanan ihtiyar, son derece muhteris, zâlim, çok zeki ve entrikacı bir adamdı." diyor.
Her ne olursa olsun Rumların en fazla korktukları adam Ali Paşa idi. İhtilal hazırlıklarını bildiği için Rum doktoru vasıtasiyle bütün hareketlerini takip ediyordu. Komitenin aralarında mektuplaşmalarını bile takibe alan Paşa, despota yazılan bir mektubu eline geçirir ve despotu yanın çağırarak mektubu uzatır:
"Okusanız da dinlesek."
Deyince Despota nüzul gelir ve oracıkta ölür.
Tepedelenli Ali Paşa'nın İstanbul'daki has adamı Halet Efendi adlı biridir. Kırım Türklerinden olan Halet Efendi Sultan Mahmud'un da has adamıdır; o kadar ki, Padişaha, Sadrazamım değiştirtmeyi istese reddedilmiyor. Halet Efendi Etnik-i Eteryacılarla da iyidir. Fenerli Rumların çocuklarına mürebbilik bile yapıyor...
Halet Efendi ile Tepedelenli'nin arası açılır; buna sebep, yüklü bir para alışverişi deniyor. Doğruysa Halet Efendi, Paşadan istediği rüşveti alamayınca aleyhine dönmüş. Pâdişâh da aleyhine döndürmüş; her ne kadar yanlış hareketleri olsa da devlete bağlılığı devam eden Paşa isyan bayrağını açmış.
Sabırlı Pâdişâh İkinci Mahmud, eski Sadrâzam Hurşid Paşa'yı Tepedelenli gailesini ortadan kaldırmakla vazifelendirir. Devletin Şanlı Ali Paşası artık "Permanlu"dur. Hakkında ölüm fermanı çıkmıştır. 5000 askeri ve 100 topuyla, Türk kuvvetlerine karşı savaşır Tepedelenli. Çok mücadele verir; hatta doğruysa Vasiliki adlı güzel ve genç Rum karısının teşvikiyle din değiştirir Ali Paşa. Bir Manastıra sığınır, orada kendisini müdafaa eder... Amma netice? 1 sene, 4 ay, 25 gün sonra başı kesilmekten kurtulamaz. İmparatorluğun çeşitli bölgelerine dağılan, çoğu, Paşa olan oğullarının ve torunlarının da başları kesilir.
Devlet bir isyankârdan kurtulmanın huzurunu yaşar. Rumlar önlerindeki en sarp engelin kendiliğinden kalkışma bayram yaparlar. Etniki Eterya isyan zamanının geldiğine inanır.
Yunan İsyanı'nın Başlaması (12 Şubat 1821)
Merhum Ahmed Cevdet Paşa, son zamanlarda, bazı insanlar arasında cereyan eden bir tartışmayı o günlerde düşünmüş ve tarihine kaydetmiş. Rumların isyanını anlatmaya başlarken kabahati sadece onlara değil, devlete de yüklemeye çalışıyor. Diyor ki:
"... İnsan, çoğunlukla isteklerinin sonu gelmeyen, hırslı bir yaratıktır. Rumlarda da çeşitli arzu ve isteklerin bulunması tabii idi."
"Halbuki Rumlar din ve dilce, gelenek ve edebiyatça Türklerden ayrı idiler. Bunun için Türkiye'de kendilerine ait bir âlemde yaşarlardı. Müslümanların içinde misafir gibi dururlardı. Kalabalık oldukları yerlerde de Müslümanlara "zavallı" gözü ile bakarlardı. Bütün azınlıklara devletin lisanını öğretmek, onları Türk edebiyatına, gelenek ve göreneklerine alıştırmak ve Türklere ısındırmak devletin yapması gereken husus olmakla beraber, bu konudaki hata ve müsamahaları asla inkâr edilemez."
Bugün de, sıkıntılarını yaşadığımız meseledir bu. Demek ki; hiçbir şey değişmemiş. İbret almama huyumuzun devam ettiğini kabul edersek, tekerrürünü de beklememiz lâzımdır...
O günlerde, "Osmanlı Devleti'nde askerî ve idarî düzen bozulmuştu. İlmiye sınırı ehliyetsiz, hak sahiplerinin işleri görülmüyor. Bilgi ve kültür kıtlaştıkça katılık artıyor. Hıristiyanlar tahkir ediliyordu; bu durum onların ağırına gidiyor, ayrılık düşünceleri günden güne artıyordu." diyor. Cevdet Paşa.
Cevdet Paşa'nın haklı eleştirileri, devlet yönetiminde bulunan insanların suçluluğunu kabul ettirir, amma; Patras Başpiskoposu Germanos'un kumandasında başlayan —12 Şubat 1821— Mora İsyanı'nda 400 senedir orada oturan 50.000 Türk'ün öldürülmesi, 5 Ekimde teslim aldıkları Tripolice kalesinde bulunan, çocuk, kadın, erkek 8000 Türk'ün kılıçtan geçirilmesi hiç bağışlanamaz bir vahşet değil midir? Bu vahşete yardımcı olan Ortodoks Cihan Patriği de İstanbul'da, Sultan Mahmud'un himayesindedir ve hükümdar imtiyazına sahiptir. Türk milletinin içi kan ağlarken, kanlan akan şehitleri için; hayatın tadını çıkaran Patrik ve etrafındakiler her şeyin yanlarına kalacağını zannederler. Fakat iş öyle olmaz.
Patriğin ihaneti ve idamı
Bâb-ı Âli, Cihan Patriği Grigoryos'un ihanetini tespit eder. Âsilerle haberleşip, onlara manevî güç vermeye çalışmaktadır.
Paskalya günlerinde, görevden azline ve idamına karar verilir. Sorgu için Bâb-ı Âli'ye geldiğinde, Sadrâzam:
"Senin bu fesaddan, önceden haberin yok mu idi ki, sakladın, söylemedin" diye sorunca, inkar eder; hiçbir şeyden haberi olmadığını söyler. Sadrâzam:
"Ya! Bir fahişe avradın yaptığı zinaya kadar haberiniz olduğu halde, böyle büyük bir fitne fesaddan cahilce haberim yok demekle inandırabilir misin?"
Ortodoksların Cihan Patriği Grigoryos doksanlık vücudunu korumak için numara yapmaya devam eder:
"Devletli efendim! Bendeniz doksan yaşım geçmiş şuursuz bir ihtiyarım. Eğer bilirse onikiler bilir."
Bu arada onikiler yeni patriklerini seçerler. Grigoryos Fener'e götürülür. Patrikhane'nin orta kapısında, göğsünde ihanetini anlatan bir yafta olduğu halde asılır. (22 Nisan 1821). Cesedi üç gün asılı kalarak, İstanbullulara teşhir edilir. O orta kapı yeni Patrik'in emriyle kapatılır.
Bir Türk devlet veya hükümet başkanı o kapıda idam olununcaya kadar açmama ahdiyle iptal edilen o kapı, hâlâ kapalıdır. Grigoryos'un "peşinden Kayseri, Edremit ve Tarabya metropolitleri dahî Balıkpazarında ve Kaşıkçılar hanı önünde ve Parmakkapı'da idam edildiler."
Tüccardan ve Rum taifesi eşrafından fesatla ilgileri haber alınmış ve fesat hakkında mektupları yakalanmış olan beş kişilik fesatçı da bu sırada kalabalık meydanlarda katledildiler."
"Pâdişâha ve sadrâzama Rumların lehinde mütemadiyen telkinatta bulunmuş olan Halet Efendi de evvelâ Konya'ya sürgün edildi, bir müddet sonra da orada boğduruldu."
Yunan İstiklâli’nin ilanı (13 Ocak 1822)
Yangın rüzgârla desteklenince, yakacak bulduğu müddet devam eder. Rum isyanı rüzgârıyla beraber başlamıştı. Eflak ve Boğdan, Mora derken, her tarafı saran ayaklanma ateşi hedefine ilerlemiştir. 13 Ocak 1822 de Mora'daki bir ormanda toplanan milli meclis Yunan istiklâlini ilan eder, başkanlığa da Prens Mavrakordata seçilir.
BUNLAR DA İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR