İkinci Mahmut

İKİNCİ MAHMUD

(28 Temmuz 1808 – 30 Haziran 1839)


Ekteki resimleri görmek için kayıt olmalısınız


Yeni Padişah I. Abdülhâmid'in oğlu. Dördüncü Mustafa'nın kardeşi. Üçüncü Selim'in yeğeni II. Mahmut: Anası Nakşidil Sultan. Üçüncü Selim'in baba şefkati gösterdiği sevgili yeğeni. Kendisinden hiçbir ihtimam esirgenmemişti. Sıkıntıyı ağabeyi IV. Mustafa'nın saltanatı sırasında gördü. Hayatı onun yüzünden sona erdirilecekti, başkaları kurtardı. Alemdar Mustafa Paşa Üçüncü Selim'in kanlı cesedi başında hıçkırırken, yanındakiler: "Kadın gibi ağlanacak sıra değil, yeni bir cinayete meydan vermeyelim. Şehzade Mahmud'u kurtaralım" derken. Mahmud'un etrafını saran cellâtlar Çevri Kalfa'nın serptiği küllü gözlerini oğuşturuyorlardı. Şehzade Mahmud hamam külhanından alman bir avuç küle; o külü canilerin gözlerine serpen Çerkez Cariye Çevri Kalfa'ya hayatını borçlanıyordu. Hayatım şehzade için ortaya koyan Cariye "Çevri Kalfa, içerideki Anber ve İsa Ağalara:
— Damdan kaçınn, damdan!
Diye seslendiği sırada katiller içeri dalmışlarsa da, ağalar Şehzâde'yi dipteki camekânlı odanın tavana yakın olan ve "baca" denilen çatı ağzından dama çıkarmaya muvaffak olmuşlardı. Bu sırada canilerden Ebe Selim'in attığı hançer şehzadenin bir kolunu hafifçe yaraladığı gibi, sağ kaşının üstü de kapıya çarparak biraz berelenmişti.
Şehzade Mahmud damdan indirilince, İmam Hafız Ahmed Efendi ve diğerlerinin arasında görülür ve Alemdar:
"Abe bu kimdir! diye sorunca: İmam Efendi:
"İşte Sultan Mahmud Efendimiz budur. Hilafet nöbeti kendilerinindir. Ben biat ettim. Hayırlı işin tamamlanması sizin himmetinize kaldı." demesiyle Alemdar Paşa etek öptükten sonra Sultan Mahmud'a hitaben:
"Ah efendim ben amcanı tahta çıkarmak için gelmiştim. Kör olası gözlerim onu bu halde gördü. Bari seni tahta çıkartarak teselli bulayım. Lâkin ona kıyan ve onu bu hale koyan Enderun halkıdır. Onların hepsini kılıçtan geçireceğim." deyince.
İmam Ahmed Efendi, cevapladı:
"Efendim Enderun halkının ne kabahati var? Bu cinayeti işleyenler ortadadır. Efendimiz onları buldurup cezalarını vermemiz için size gönderir."
23 yaşında; daha yeni ölümden kurtulup hayata ve saltanata kavuşan Sultan Mahmud, metin bir tavırla:
"Paşa ben onları buldurup sana gönderirim. Sen şimdi askerini dağıt, silahlarını çıkar da Hırka-i Şerif Dairesine gel!" der.
Alemdar'ın emriyle adamları hemen dağılır, kendisi de silahlarım çıkarır, belindeki işlemeli palaya sıra gelince, Pâdişâhın gözlerine bakarak, der ki:
"Efendim, bu hançer amcanızın yadigârıdır, bundan ayrılamam." Pâdişâh müsâade eder Alemdara, bağlılığı hoşuna gitmiştir herhalde!
O aralık devletin en kuvvetli adamı olan Alemdar'a karşı yeni Pâdişâhın hitabını Cevdet Paşa şöyle değerlendiriyor:
"Sultan Mahmud'un cellatın elinden yeni kurtulmuşken şaşırması icabederdi, ama asla yılgınlık göstermemiş, yaralarına ehemmiyet vermeden aslan gibi meydana cesaretle atılması ve Alemdar gibi söylediğini yerine getiren birine karşı, birdenbire "askerini dağıt, silahlarını çıkar" diye emir vermesi fevkalâde bir yaradılışın delili idi. O zamanlar Osmanlı Devleti'nin böyle cesur bir pâdişâha ihtiyacı vardı. Alemdar Paşa, sonradan:
"Pâdişâhın bu ilk emri beni o kadar korkuttu ki, ömrümde böyle korktuğumu hatırlamıyorum" demiş.
Yine, Ahmed Cevdet Paşa'nın Tarih-i Cevdet'inden alıntıya devam ediyoruz.
Pâdişâh Hırka-i Saadet odasına girince; Alemdar bir müddet dışarıda bekletilir.
"Alemdar Paşa burada kükremiş arslan gibi zaptedilmeye çalışılıyor, Sultan Mustafa sünnet ve sarık odaları önünde, havuz üzerindeki Bağdat Köşkü sofasında gezinirken:
"Ben tahttan inmedim, Mahmud'u kim çıkardı?"
Diye söylenmekte olduğunu duyan Alemdar Paşa:
"Kim bu? Sultan Mustafa mı? Söyleyin ona odasına gitsin, yoksa elimden kıyamete kadar lanetlenecek bir iş çıkmasına sebep olur." Deyince, İmam Efendi ve bazı arkadaşları Sultan Mustafa'nın yanına gidip:
"Efendim tahtı âlide kısmetiniz bu kadarmış, biraz da Haremi Hümâyuna teşrif ile istirahat buyurunuz."
Diyerek hareme gönderdikleri sırada Validesi Mabeyn-i Hümayun kapısına gelerek küfür ve hakaret makamında çeşitli sözler söylemişse de Rumeli âdetlerine göre kadınlara silah çekilmez, sadece sözle karşılık verilir. Bunda da onlarla başa çıkmak imkânı olmadığından, Alemdar Paşa kedi gibi sinip, bu gürültüye karışmadı. İmam Efendi onu da ikna ederek hareme gönderdi."
İşte, Alemdar Mustafa Paşa! Kendisini istediği her şeyi yapacak mevkide görüyor. İnsani hasletleri bazı hareketleri yapmasına mâni oluyordu. Cevdet Paşa gibi bir alim ve devlet adamı bile, onun bu tavrını yadırgamıyor. Sultan İkinci Mahmud böyle bir hengamede tahta oturuyor.
Son iki padişah 27–28 yaşlarında tahta çıktığı için son yüz senenin en genç padişahları denmişti. Bir padişahın saltanat süresi uzayınca, onu bekleyenin yaşı geçiyor, ihtiyarlamış vaziyette vazifeye başlıyor. İktidardakinin süresi kısa olunca, yerine geçenin yaşı küçük oluyor. Dördüncü Mustafa'nın kısacık saltanat ömrü, Şehzade Mahmud'u 23 yaşında devlet umuruna soktu. Devletin derin dertleri var; imkânlar sığ. Kimin ne olduğu, ne olacağı hiç belli değil. Amcası Üçüncü Selim'in yaşadığı bütün sıkıntılarını yakından bilen İkinci Mahmud şikâyet mevkiinde değil, şikâyetleri çözüme kavuşturmakla görevli. Bakalım neleri nasıl yapacak?
Alemdar'm, pâdişâhın yanına girmek için biraz vakit geçirmesi lazım. Tayyar Efendi Alemdar'a kahve ile tatlı ikram etmek istiyor. Bu adetin yerine getirilmesi için başka görevli bulunamayışı, ihtiyar Tayyar Efendiyi mecbur etmişti. Yine, Cevdet Paşa'dan naklediyoruz: "Tayyar Efendi tatlı hokkasını buldurup Alemdar'a sunmak istediğinde, onun zehirlenmek korkusu ile yemiyeceğini anlayınca, hemen tatlı kaşığı ile hokkayı karıştırdıktan sonra, önce kendisi bir kaşık aldı, sonra kaşığı tülbentle silip Alemdar'a uzattı, Alemdar:
"Aferin ihtiyar. Abe sen ne akıllı adammışsın!"
Diye, iltifat ettikten sonra, bir kaşık tatlı almak adet iken, bunu bilmeyen Alemdar hokka ile kaşığı eline alarak hepsini yiyip bitirdi."
Sultan Mahmud Osmanlı tahtına oturunca Sadâret mührünü Alemdar'a verdi. 29 Temmuz Cuma günü Üçüncü Selim'in cenazesi kılındı. Naşı Lâleli Camii'ne götürülüp, babası Üçüncü Mustafa'nın türbesine defnedildi.
"Alemdar, Sadrâzam olur olmaz Üçüncü Selim trajedisini hazırlayanları, Dördüncü Mustafa'nın gözdelerini ve yamakların şeflerini tasfiyeye başladı. Birkaç gün içinde üç yüz kişinin başı vuruldu. Bostancıbaşı ile Köse Musa Paşanın başları, önemlerine binaen saray kapısı önünde teşhir edildi. Fesatçı ulema sürgüne gönderildi."
Temizlik harekâtından sonra, Alemdar kendi ekibini işbaşına getirerek, İmparatorluğu idare edecek kuvvet, kudret ve şiddete sahip oldu. Rusçuk Yaranı'nın tavsiyeleriyle iş görmeye başladı. Fakat o devleti idare edebilecek bilgi ve kaabiliyette bir insan değildi; kendisi de bunu biliyordu. Şu enteresan sahne bunun delillerinden biridir:
"Kazaskerlerden biri bir gün sürgüne gönderilmiş olan kardeşi için şefaatte bulununca, Sadrâzam o sırada yanında bulunan Kethüda Mustafa Refik ve Defterdar Tahsin Efendileri göstererek:
"Abe Efendi! Ben ne seni ne kardeşini, ne müftüyü, ne kadıaskerinizi ve saireyi bilirim. Ulema benim neme lâzım. Onları sürmek neden iktiza eyledi. İşte şurada oturan kimseler din ve devlet elden gitti diye beni getirdiler. Şu adamları sürmek nizamı devletin temelidir ve şöyle böyle etmek lâzımdır, dediler. Ben dahi öyle ettim. Boş yere bana beddua etmeyin." diye top gibi gürlemiştir.

Senedi İttifak

II. Mahmud, İmparatorluğun en felaketli bir zamanında, dağılması adeta muhakkak bir durumda -iken- tahta geçmiştir. İç ve dış gailelerin halli devletin gücünün haricinde gibi görünüyordu. Ne yaptığını, ne yapacağını bilemeyen saf bir zorbanın himayesinde sahip olduğu tahtı, onun gölgesinde korumaya çalışacaktı.
Anadolu’da ve diğer eyaletlerde devlet otoritesi kalmamış, kimi yerlerde valiler, kimi yerlerde ayanlar milleti inim inim inletiyor, devletin koruyucu sesinin ulaşamadığı bu yerlerde âsiler seslerini dinletiyordu. "Ayan demek vergi tahsili, asker cemi, erzak ve levazım tedariki gibi devletle halkı aynı zamanda alâkadar eden işlerle mükellef olmak üzere halk tarafından seçilen temsilci demektir. Bu mümessillerin intihapları ilk önce valiler ve ondan sonra da Sadrâzamlar tarafından tasdik edilmiştir. Fakat devlet haricî ve dâhilî gailelerle zaafa düştükçe âyanlık da bozulmuş, taşra ayanları halk temsilcisi vaziyetinden çıkıp, birer derebeyi haline gelmiş ve merkezin emirlerini dinlemiyerek âdeta istiklâl emareleri göstermeye başlamışlardır."
İstanbul'da Alemdar Mustafa Paşa gibi adından ve heybetinden korkulan bir Sadrâzam varken, tehlikeli halleri tespit edilen ayanların zaptu rapt altına alınması düşünülür; hepsi Dersaadete davet edilir. Belli başlı ayanlardan Bozoklu Çapanoğlu Süleyman Bey, Serezli İsmail Bey, Çirmen Mutasarrıfı Mustafa bey, Manisa'dan Karaosmanoğlu, Bolu'dan Hacı Ahmedoğlu, Bilecik'ten Kalyoncu Mustafa Ağa ve Şile'den Ahmed Ağa ... Bu ayanların maiyyetlerinde 70 bin asker olduğu da anlatılmaktadır.
Pâdişâh ile ayanlar arasında İ.H.D.'in çok tuhaf vesika dediği yedi maddelik bir anlaşma imzalanır. İttifak senedi diye anılan bu anlaşma, kimine göre Pâdişâhın haklarına kısıtlama, kimine göre de Anadolu ayanlarım disiplin altına almadır. En azından, Pâdişâh İstanbul'da, bir zaman için, Anadolu'da asayişsizlik var düşüncesinden uzak, Üçüncü Selim'den kalan yenilenme hareketlerini devam ettirecekti. Onun da en fazla güvendiği Alemdar Mustafa Paşa ve etrafındaki Rusçuk yaranı idi. Amma Rusçuk yaranı da İstanbul halkını huzursuz etmeye başlamıştı. Bu huzursuzluğun sebeplerini tafsilatıyla anlatan A. Cevdet Paşa'ya kulak verelim.

Alemdar Vakası

Nizam-ı Cedit ordusu Sekban-ı Cedid adıyla yeniden canlandırılmaya başlanmıştı. Yeniçeriler kışlada yatıp kalkan ulufe yiyen asker iken, nizamları bozulup rençper ve esnaf güruhundan ibaret kalmıştı. Ocağa kayıtlı olup ta ölenlerin bile maaşları devletten almıyordu. Bunu, ocaklı belgesini alınır, satılır meta haline getirerek yapıyorlardı. Alemdar Paşa ve yaranı bunun gibi yolsuzlukları önlemeye çalıştıkça Yeniçerilerin düşmanlığım kazanıyorlardı. Yapılan bir dizi yeni düzenlemelerle Yeniçerilerin hakları veya haksızlıkları iyice kısıtlanmıştı. "Böyle giderse kendilerine bitpazarında tellaklık veya sokaklarda eskicilikten başka yapılacak iş kalmayacağını düşünüyorlardı. Fakat Alemdar'ın korkusundan başkaldırmaya cesaretleri olmadığından birbirleriyle gizlice anlaşmakta idiler.
Esnaflık yapan Yeniçerilerin kayıtlarının silinmesi, Selimiye Kışlasına büyük önem verilmesi Ocaklıları kızdırdı. "25 bölüğün kahvecisi Kahvecioğlu Burunsuz Mustafa'yı Alemdar Paşa sekbanları ile tersaneden kaldırıp Galata'ya getirtti ve kendi kahvehanesi önünde onun "Yeniçeri yok mu?" diye bağırmasına aldırmadan yatağan ile boynunu vurdurdu. Ceset 3 gün ortada kaldı. (Tarih-i Cevdet.)
"Bu olay da ocaklıya dokundu. Zorbalar Alemdar'ın korkusundan ağız açamaz olup, birer köşeye saklandılar."
Alemdar Paşa devletin gücünü arttırmak ve sınırlanın korumak için mülkî ve askerî işlerle uğraşırken Sekban-ı Cedit Ocağı'nın kuruluşu, esaminin yarı yarıya gümrük eshamına çevrilmesi gibi hususlardan, ocaklı ve esami alışverişi yaparlar arasında Alemdar Paşa'ya kin besleyenler çoktu.
Cevdet Paşa; "Yapılan işlerin doğruluğuna kimsenin diyeceği yok idiyse de, zamanın insanları bu kadar doğruluğa tahammül edemiyordu" diyor.
Artık, Pâdişâh da Alemdar'ın aleyhine dönmüştü. Bu dönüşün sebebi, ittifak senedi ile padişahın salâhiyetinin biraz kısılması idi. İttifak senedinin arkasında Alemdar'ın görünmesi pâdişâhı üzmüştü.
Bu arada, Sultan Mustafa'nın yeniden tahta çıkarılacağı dedikoduları ortalarda dolaşmaya başladı.
Alemdar biraz da kendi dikkatsizliğiyle günden güne felâket çemberini daraltıyordu. Gafil ve mağrur oluşu etrafını görmesine mani oluyor, her gece ziyafetler tertipleyerek sefahat alemlerine dalıyordu.
Safiyeti kısmen kaybolmuş, içine düştüğü bol nimet başını döndürmüştü.
Kaba saba ama dürüst, samimi dağ adamının İstanbul'da, -sallanmakta olsa da- büyük bir devletin sadrazamı olup, bütün güç ve imkanı eline geçirince, etrafındaki insanların da teşvik ve tahrikiyle nasıl bozulduğunu Cevdet Paşa bir mısra ile özetliyor. Adamları ile beraber durumları aynen:
"Yar ile zânû-be-zânû cam ile leb-ber-lebiz" ifadesine uygundur, (Yar ile diz dize içki kadehi ile dudak dudağa) ve:
Hatta, diyor, "İçlerinde en temkinli olduğu bilinen Kaptan-ı Derya Ramiz Paşa zevk ve safaya düşkünlüğü ve esir pazarlarından cariyeler satın almasıyla ün kazanmıştır."
"Vükelâ ve vezirler süslü atların üzerinde samur kürkler içinde, arkalarında süslü giyimli adamları olduğu halde Bâb-ı Âli'ye gelir olmuşlardı."
"Bilmem renkli içki sunan bu saki devlet ve ikbâl içkisine ne katmış ki bir damlasını içenler bir hoş olup aşağı ve yukarısını, önünü ve arkasını göremez hale geliyor."
Cevdet Paşa Alemdar'ı kötülemeye yanaşmak istemez, her ne kadar yanlış işler oluyor ise de, esas kabahat paşada değildi:
"Etrafını alanlar zevk ve safa âlemleri ile gözünü doldurmuşlar, kendisine güzel cariyeler hediye ederek esas davasını unutturmuşlar, akıl ve idraki darmadağın olan Alemdar da kendisini ağyarın eline teslim edivermişti. "Alemdar kara cahil olup, iyi niyetliler tarafından ikaz edilmediği cihetle, devlet işlerinde de yabancı olduğundan icraatın iyisini kötüsünden ayıramaz oldu."
Alemdar'ın başına geleceklerin hazırlanışına dikkat çekmek için, yaptığı hataları anlatmaya çalışıyoruz: Cevdet Paşa da o kadar çok tafsilat var ki, bazılarını aktarmakla yetinmekteyiz. İşte birisi:
"Sultan Üçüncü Selim'in katline karışanlardan biri de Hafid Efendi idi. Alemdar'a dünyalar güzeli bir cariye hediye ederek, ölümden ve sürgünden kurtulmuştu. Adı Kamertâb olan bu eşsiz güzel, desisede, fetbazlıkta pek becerikli idi. Hediye eden efendisinin talimatlarına uyarak, Alemdar'a silahlarını çıkartmayı başarmıştı. Alemdar'ın divana silahsız gelişi, o zamanın hükmünce kadın gibi silahsız gezmek çok çirkin olduğundan, Rumeli ayanları hayrette kalmışlardı. "Bu hareketi gördükten sonra adamlarından çoğu memleketlerine döndüler. Alemdar aldırmadı. 16.000 emin askeri vardı. Kadı Paşa'nın da komutasında 3000 kişi bulunuyordu. Bunlar da çok iş görebilirdi."
Alemdar Rumeli dağlarından getirdiği saf havayı ciğerlerinde fazla tutamamış; Dersaadette içine girdiği çevrenin rengine boyanmış; günden güne boğulmak tehlikesiyle yaşıyordu. Yaşayışında, davranışında öz değerlerini tamamen kaybetmişti. "Askerleri gümüş ve altınlı tozluklar, çaprast tabir olunur göğüs bağları, her biri ceviz büyüklüğünde gümüş düğmeler, gümüşten yapılma kundaklı tabancalar, tüfenkler ve kılıçlar, En'am keseleri, fişeklikler kuşanarak hareket kaabiliyetlerini güçleştirdiler. Sekbanların maaş ve ulufeleri artırıldı. Zabitan da Şubare denilen kalpaklarını altından yapılmış şeritlerle süsleyip Hurimizi denilen inciler yerleştirip etrafına şallar sarmağa ve askerlikle asla bağdaşmayacak şekilde elbise ve silahlarla sokaklarda, pazarlarda gezip dolaşmağa başladılar."
"Bir zamanların gözde askeri iken şimdi (Hasr ed dünya vel âhire) koltuklarda ve köşe başlarında limon ve kömür satarak geçim çaresi arayan Yeniçeri güruhunu, sekbanların bu halleri kıskandırmakta olup, bir Ramazan akşamı sekban zabitanının Bâb-ı Âli'de verilen bir iftara gidişleri ocaklının ciğerine ateş düşürdü."
Yavuz Sultan Selim'e, Kanuni Sultan Süleyman'a kafa tutan, en son Üçüncü Selim'i tahtından ve canından eden Yeniçerilerin hiçbir kıymeti harbiyesi kalmaması kin ve düşmanlıklarını körükleyip, yeni kurulan Sekban Ocağı askerlerinin kadınlar gibi süslenmesi ayrı bir öfkenin sebebi oluyordu. Alemdar, burnu havada, Yeniçerileri küçümseyen tavrıyla: "Bir takım kayıkçı, manav, leblebici güruhu ne yapabilir" demesi affedilir hatalardan değildi.
14 Kasımı 15 Kasıma bağlayan gece (27 Ramazan) Alemdar, Şeyhülislamın iftarından dönüyor. Etraf insan dolu. Sekbanlar yol açmak için değnek ve kamçı kullanırlar, yaralananlar olur. Yaralananlar Yeniçeri ve Cebeci kahvelerine koşarlar; başlarlar tahrik edici konuşmalara...
"Biz ehli İslamız, zerre kadar cürüm ve günahımız yok iken bizi döğmek, bize hakaret etmek neden lâzım geliyormuş? Bir haydut başı geldi. Pâdişâhı tahttan indirdi. Cebren mühr-i sadâreti aldı."
"Niçin ondan korkmalıyız. Elhamdülillah bizler anın yanındaki bir avuç hayta güruhundan kat kat ziyadeyiz. Biz ona müslümanlığımızı, Yeniçeriliğimizi anlatmalıyız."
Kimliği bilinmeyen birisi tarafından "Bayramdan sonra Yeniçeri Ocağı kaldırılacakmış" yollu bir söz de söylenmişti.
Bu sözler; hoşnutsuzluğun, nefretin ateşini yelpazeledi. Daha fazla beklenirse Sekban neferâtı çoğalır, iş anlaşılır; diye aceleden Alemdar'ı ortadan kaldırmayı kararlaştırdılar. Gayet basit bir plan kurdular. Yangın var! diye bağırılacak, Sadrâzam yangın yerine gitmek için çıkınca öldürülecek.
Önce yangın numarasını denediler, yangın söndürücü rolüne soyundular, inanan olmadı. Sonra başka tedbire başvurdular. Alemdar Paşa'yı sarayında sıkıştırıp işini bitirmeye karar verdiler.
Sabah olmuştu; kendilerinden olmayanları ayırdedebilmek için "Sabahtır"ı parola yaptılar; önce Ağa Kapısına toplandılar. 400 kadardılar, ama kısa zamanda çoğaldılar.
Yeniçeri Ağası Mustafa Ağa'dan yardım istediler. Mustafa Ağa nasihat etmeye kalkışınca hemen, orada parçaladılar. Sessizce Bâb-ı Âli'nin etrafını kuşattılar. Getirdikleri otları kethüda dairesinin altına yığıp, ateşe verdiler, sonra da tüfeklerle ateş etmeye başladılar. Alemdar'ın askerleri değişik yerlerde, dağınık halde, kendisi harem dairesinde meşgul idi. Gürültüyü bile çok geç fark etmişti. Yeniçeriler, tüfek sesine etraftaki dükkânlardan koşup gelen Sekbanları öldürdüler.
Alemdar içeride kıstırılmış vaziyette, orada, burada dağınık bulunan askerlerinin yardıma gelme ihtimâli yok. Cevdet Paşa'ya göre: "Evliyayı umur ne çare ki kayıtsızlık ve gaflet içinde olduklarından iş bu raddelere gelinceye dek haber alamadılar. Bu vak'a zuhur ettiği anda Levend Çiftliği ve Selimiye kışlalarındaki talimli askerin cephanesi bile yoktu. Yeniçeriler Sadrâzamın oraya buraya yerleştirdiği askerlerine haber gönderip "Bizim işimiz ancak ocağımızın düşmanı olan vezir ile olup onun işi tamam oldu. Sizler başımızla bir arkadaşlarımız ve Tarik-i Bektaşiyede hempa ve yoldaşlarımızsınız. Kışlalara buyurun. Müsterih olun." diye kandırdılar."
Karşı koymaya kalkanları dostça geri çevirmeye çalışırlarken, içeride Alemdar zor anlar yaşıyordu. Yanında bulunan az sayıdaki adamı "Atlarımıza atlayıp düşman arasından geçerek Sekbanlarla birleşmek evladır." deyince, o da; "Elbette bize imdat olunur; ol vakte kadar pusudan cenk edip dayanalım" dedi ve cariyelerim harem dairesindeki mahzene soktu. Sonra köleleri ile kendisi de içeri girerek gelenlere tüfenkle ateşe başladı.
Yangını görüp silah seslerini duyanlar sokaklara dökülüp meraklarını gidermeye çalışırlarken, Yeniçeriler: "Bu yangın bildiğiniz yangın değildir" deyince, iyiler evlerine kaçıyorlar, kötüler silahlanıp eşkiyaya karışıyor, böylece Bâb-ı Âli'nin etrafı insan denizi haline geliyor, Alemdar'a yardım gelmesi ümidi kesiliyordu."
Yeniçerilerin o andaki durumlarını anlatan Cevdet Paşa, onlarla ilgili geçmişe dair de kötü bir tablo çiziyor; diyor ki:
Ocağımıza sirkat (hırsızlık) gerekmez derken Bab-ı Âli'deki eşyaları "ayaklar altında kalmasın" diyerek yağmalıyorlardı. Yangının yayılmaması dileğinde bulunanlara da "yangın sirayet etmez" diye civardaki evlerden eşyaların taşınmasına mâni oldular. Hakikaten, bu kendi yangınları olduğu için söndürülmesine öyle gayret sarfettiler ki, bundan evvelki yangınların söndürülemeyişi Yeniçerilerin hıyanet ve müsamahalarından ileri gelmiş olduğu anlaşıldı."
Alemdar kendi adamlarının da Pâdişâhın adamlarının da yardıma gelmeyişini, gelmeyeceklerini kabul etti. Pâdişâhın da Alemdar'ı gözden çıkardığı anlaşıyordu. Birçok yoldan sadece biri Alemdar'a göreydi. İntihar saldırısı! Cariyelerinin hayatını tehlikeye atmamak için zabitlere teslim ettikten sonra, biraz da onlara yaptığı iyilikleri anlatarak sitemli sözler söyledi, nankör olduklarını yüzlerine vurdu:
Sadâret Kethüdası Mustafa Refik Efendi evinde Yeniçerilerce parçalanıp eşyaları yağmalanırken, Alemdar cephaneliği ateşe verdi; belki üç, belki beş yüz belki de bin kişiyle beraber can verdi.
Alemdar Paşa "Osmanlı tarihinde Yeniçeri Ocağı'nın isyanına karşı hayatının sonuna kadar mücâdeleyi kabul etmiş tek sadrazamdır."
"Yeniçeriler Alemdar'ı öldürdükten sonra birçok büyük memur konaklarını yağma ettiler. En nihayet saraya da hücum ettiler. Sekbanlar karşı koyunca, taraftarlarını çoğaltmak için münâdiler çıkarttılar. Yeniçerilere yardım etmeyenlerin kafir olduğunu ve bunlardan evlilerin de nikâhları kalmadığını ilân ettiler."
Hasılı kelam Yeniçerilerle Yeniçerilere karşı olanlar arasında harp olur, Dersaadette saadet kalmaz. Yeniçeriler yangın çıkarırlar. Rüzgar yangını hızlandırır.
Bir tarafta Yeniçeri ölür, bir tarafta Sekban. Evleri yananlar, canlarını kurtarmak için kaçarlarken iki ateş arasında kalırlar. Kimi yaralanır. Kimi ahireti boylar.

Dördüncü Mustafa'nın Ölümü (16 Kasım 1811)

"Sultan Mustafa Efendimizi isteniz! Sultan Mahmud bize pâdişâh gerekmez? Sözleri de söylenmeye başlanınca, Pâdişâh fetva ile kardeşini boğdurtur. Bu olayın duyulması Yeniçerilerde bozulma meydana getirir.
Osmanlı Hanedanında Sultan Mahmud'tan başka tahta geçirilecek adamı kalmamıştı. Sultan Mahmud'a da hasım olununca Yeniçerilerin işi iyice zora girmiştir. Çeşitli fikirler atılır ortaya.
Dördüncü Mustafa'nın tekrar pâdişâh olması için âsilerle elbirliği eden Esma Sultan'ın adı atılır taht için; o olmazsa Konya'daki şeyhin ve yahut Tatarhan zadelerinden birisinin pâdişâh ilan edilmesi istenir. Yeter ki Sultan Mahmud'un eline kalmasınlar. Biliyorlar ki Yeniçeri ile Sultan Mahmud bir arada olamaz bundan böyle!
"Pâdişâh bir insan değil midir? Kim olursa olsun, Pâdişâh olur. Yeter ki bizim ocağımız devam etsin."
Yeniçerilerin belki son çırpınışıydı; ne söylüyorlarsa korkudandı. Hiçbir mantık bağı yoktu sözlerinin. Başlattıkları isyan da ortalık kan gölüne, İstanbul yangın yerine dönmüş. Mühendishane, Defterhane, Sultanahmed alevler içinde kalmış 600 Sekbana karşılık 5 bin Yeniçeri hayatını kaybetmişti. Böylece Yeniçerilerin gücü, epeyce azalmış demekti.
Sultan Mahmud, İstanbul halkından bazılarının da Yeniçerilerle beraber hareket ettiğini görünce, Unkapanı önlerinde demirli duran gemilerden Ağa Kapısı üzerine ateş açtırır. Güllelerin düştüğü evlerde yangınlar çıkar; Ocaklılar kendi evlerinin yanmaya başladığım, söndürülmesi gerektiğini bahane ederek dağılırlar."
Ocak Ağalan ulemaya sığınır, imdat isterler. Padişaha gidip; kendilerinin eşkıya ile ilgileri olmadığını, eşkiyanın elinde esir gibi bulunduklarını, Pâdişâh ferman buyurursa itaat edeceklerini, top ateşinin durdurulmasını dilediklerinin padişaha bildirilmesini rica ederler.
Ulema atılan kurşunların arasından geçerek Saray-ı Hümâyuna varırlar; iyi karşılanırlar. Sultan Mahmud:
"Birader de vefat eyledi." Der, üzüntülü bir ifadeyle. Ulema:
"Allah Efendimize uzun ömür versin" diye dua ederler, sonra Ocaklı'nın af isteklerini anlatırlar.
Yeniçerilerin barış heyetine 23 yaşındaki Pâdişâhın tavrı yumuşakça ama Pâdişahçadır. Cevdet Paşa'ya göre, der ki: "Eğer bundan sonra tavrı edebe riayet ve itaat vecibesini yerine getirirlerse afv-ı şahaneme nail olurlar. Ve illâ bütün İstanbul süzan olursa afları kaabil değildir."
Sonra top atışının durdurulmasını rica eden heyete, Pâdişâh talimat verir; ateşin kesilmesi için emir gönderir. Onlar da cemiyetlerini dağıtacaklarnı taahhüt ederler. Şehirdeki yangının söndürülmesine başlanır; daha önce Pâdişâha karşı hareket eden halk âsilerden ayrılır, diğerlerinin arasına karışır; Ocaklılar endişeye kapılır. Ortalarda bir sürü ceset bulunmaktadır; bunlardan bir kısmının "evladı ve eşleri, ana ve babalan da yer yer inleyip ağlamakta, bazıları da gelip Yeniçeri zabitan ve ağalarına galiz sözlerle lanetler yağdırmaktaydılar."
Çarşamba günü galibiyet hükümet tarafında görünüp, Ocaklı müşkül duruma düşmüşken, Perşembe günü seher vakti işler değişir. Kandıralı Mehmed adında bir eski eşkiya, Tersane, Galata, Boğaziçi ve Üsküdar taraflanna saklanan haşeratı başına toplar, Tophaneyi basarlar. Topçu ve Arabacı kazanlarını Sultanahmet meydanına çıkarırlar. Tellallar ile "Tersane bizde! Karşı yakalarla Tophane bizde" diye ilan ederek, isyana müsait ne kadar ipsiz takımı varsa peşlerine toplarlar. Yine, meydan bir yığın serserinin eline kalır. Bütün bu vakalarda birçok evler basılır, nice ırzlara tecavüz edilir ve Selimiye kışlası yakılır."
Ramiz ve Kadı Paşalar canlarını kurtarmak için kaçarlar, Sekban-ı Cedit teşkilatı kaldırılır. Âsilerin isteği üzerine birçok yenilik taraftan öldürülür."
Alemdar'ın cesedini ölümünden iki gün sonra iki sadık adamıyla beraber mahzende buldular. Yanlarında altın ve mücevher dolu keselerle ufak sandıklar vardı. Bunlar aşırıldıktan sonra Alemdar'ın cesedi sürüklenerek Sultanahmet Meydanı'na getirilip, orada üç gün bekletilip, sonra da Yedikule dışında bir hendeğe atıldı.
Dersaadette cehennemi sahneler yaşanırken Ramazan ayının son günleridir. Arefe de Cum'a gününe denk gelmişti. Pâdişâh Camide bulunacak. Mü'minlerin Emiri o cuma namazını nasıl kılacak? Cevdet Paşa anlatıyor:
"Zeynep Sultan Camii'ne gittiği zaman eşkıyanın, Alemdar Paşa gibi Pâdişâhın bazı kurenasının da idamlannı isteyeceklerinden haberdar olan Yeniçeri Ağası ile zabitleri orada birikenlere:
"Be yoldaşlar ne durursunuz! Ramiz Paşa ile Kadı Paşa'yı takımlarıyla Silivri taraflarında tutup getirmişler. Aman bir ayak evvel Atmeydanı'nda hazırlanan kazıklara varasız" diye bağırdılar. Eşkiya, ayağı yanmış it gibi Atmeydanına doğru koşup gittiler. Bu pek akıllıca bir tedbir olup selâmlık resmi patırtısız bitti." (Tarih-i Cevdet; 18 Kasım 1808)
"İstanbul'da Türk Türkü öldürürken, İmparatorluğun türlü taraflarında büyük ölçüde isyanlar gelişiyor ve Türk toprakları Napolyon ile Rusya Çarı arasında paylaşılma konusu oluyordu."
İkinci Mahmud'un tahta çıkışı Yeniçeri ayaklanmasıyla olmuştu. 3 ay 20 gün devam eden fırtına birçok zayiatla, devlete açtığı yara ve Yeniçerilerin kazandığı geçici zaferle noktalandı. Bu, aslında bir zafer de sayılmazdı, sadece, biraz daha yaşayabilmek için, kazanılan zamandı:
Osmanlı Devleti iç sıkıntılarla oyalanırken, dışarıda cereyan eden olaylara tamamen bigane kalmış değildi. Rusya, devletin boğazını sıkmak için ellerini uzatırken, İstanbul'a sahip olmanın dayanılmaz hasretiyle çıldırıyordu. Napolyon, Çar Aleksandr'ı bu sevdadan vazgeçirmek için: "İstanbul tek başına bir imparatorluğa değer", "Kaldı ki, Marsilya'nın bir kapısı da Boğazlardır" diyerek Eflak ve Boğdan'ın Rusya'ya kazandırılmasını teklif ediyor, Çar'ı buna razı etmeye çalışıyordu.
Bu pazarlıkları öğrenen Osmanlı devlet adamları, Fransız dostluğunun bir hayır getirmeyeceği kanaatine varıyor, İngiltere'nin teklif ettiği Napolyon'a karşı ittifaka sıcak bakıyorlardı. Neticede; Türk-İngiliz anlaşması yapılarak (5 Ocak 1809) Rusya ile harbin devamına karar veriliyor.

Ruslara Karşı Tatariçe Zaferi (24 Ekim 1809)

Şartların mecbur ettiği savaş için, ihtiyar sadrâzam Yusuf Ziyâeddin Paşa Serdar-ı Ekrem tayin edildi. Paşa ordunun başında 23 Temmuz pazar günü İstanbul'dan harekete geçti.
Ruslar daha erken davranıp, cevap beklemeye bile lüzum görmeden, üç koldan hududa tecavüz etmişlerdi. Türk ordusu Sumru ve Rusçuk yoluyla Silistre'ye geldi. Önce; İbrail, İsmail ve Yerköyü üzerine yürüyen Ruslar'ın bir fırkası İbrail'e taarruz etti. Nazır Laz Ahmed Ağa'nın kumanda ettiği buradaki ordu Rus ordusunu yıprattı. Savaş günlerce uzadı. Yirminci gün sabahtan akşama kadar süren aralıksız savaşta 5000 asker kaybeden düşman ağırlıklarını da gözden çıkarıp kaçmaya mecbur oldu. Yerköyü üzerine saldıran düşman ordusu da tutunamayıp kaçtı. İsmail üzerine giden düşman ordu kolu top atışıyla kaleyi fasılasız döğmekte idi.
Ruslar'ın bu saldırılan olurken serdar-ı ekremin ordusu henüz yolda ve savaş mahallinde değildi. Ruslar cephelerde savaşırken, kışkırttıkları Sırplar da Sofya'ya inip çeteciliğe başladılar. Sofya Muhafızı Hurşid Ahmed Paşa Sırplara gerekli dersi verdi.
Birkaç cephede küçük çaplı başarılar elde edilirken Tuna Seraskeri Hasan Paşa Ravsat'da mağlub oldu. Bütün bunlar olurken yol alan Yusuf Ziyâeddin Paşa Tatariçe'nin bir saat uzağına geldi, ordusunu savaşa hazırlamaya başladı.
Bizim vezir-i âzam gibi Ruslar da -yeni kuvvet getirerek- yeni savaşa hazırladılar. Ruslar'ın asker sayısı 60 bini buluyordu. Türklerin yardım alma yollarını kapattılar ve savaşa başladılar. Ruslar top ve tüfek atışıyla, Türkler kılıç ile netice almaya çalıştı. Büyük ve kanlı bir savaş yaşanıyordu. Osmanlı askerinin yüz yüze yapılan savaşlarda yenilmeyeceği, yenilmediği söylenir ya, yine öyle oldu. Tepedelenlizâde Muhtar Paşa'nın yardıma gelmesi zaferi çabuklaştırdı. Osmanlı ordusunun bin şehidine karşılık, Ruslar 10 binden fazla asker kaybetti. Ayakta kalan Ruslar Silistre'ye doğru kaçarak istihkamlara sığındılar.
Bu savaşın cereyan şekli anlatılırken adından hiç bahsetmemiş olsak da, bahadırlığı ile gönüllere taht kuran biri vardı. Rusların 60 bin askerine karşı daha az sayısı olan orduya kumanda eden Pehlivan İbrahim Ağa idi. İbrahim Ağa burada gösterdiği cesaret ve sağladığı faydadan dolayı vezir yapıldı. O günden sonra, Pehlivan İbrahim Ağa "Baba Paşa" olarak anıldı.
Türlü çalkantıların, iç harplerin yaşandığı bir memleket ordusu için bu galibiyet çok manâlıydı. En tepedekinden en aşağıdakine kadar herkesin buna ihtiyacı vardı. (24 Ekim 1869)
Uzayan günlerin kışa gelmesi hareket imkânını zorlaştırdı. Zahire sıkıntısı baş gösterdi. Yardım alınamadı. Ruslar için aynı sıkıntılar aynı derecede mevzu bahis değildi. İsmail ve İbrail kaleleri Aralık ve Ocak aylarında vire ile Ruslara teslim edildi. Rusların "20 binden ziyade hasta askeri" ve verdiği telefat gözden uzak tutulmazsa, haşmetli devirlerinde aldıkları yara ağır sarılır.
Tatariçe galibiyetinin sevinci, her şeye rağmen gölgelendi. İsmail ve İbrail kalelerinin Ruslara teslimi, daha sonra da Faş Kalesi'nin düşmesi yorgun yüzlerdeki tebessümü soldurdu. Netayic-ül Vukuat yazarı Mustafa Nevri Paşa, uğranılan kayıpların sebebini şöyle anlatıyor:
"Erzurum Valisi ve bölge komutanı olan Ferhat Paşa ile Trabzon Valisi ve Çerkezistan kıyıları komutanı Şerif Paşa, Çıldır Valisi Selim Paşa o bölgenin eski ve köklü ailelerinden olup, zaten birbirleri ile rekabet halinde bulunduklarından, savaş sırasında olsun, birlik içinde bulunmaları devlere karşı farz olan bir borçlan iken tersine, düşmanlıklarını daha da artırdılar."
"Bunların elbirliği yapmamaları, o bölgede başarı elde edilememesine ve Faş Kalesi'nin Rusların eline geçmesine yol açtı. Bu olumsuz durumları yüzünden komutanların hepsi görevlerinden alınıp tepelendiler. Gelecek yıl için şimdiden valiler ve askeri birlikler hazırlanmasına girişildi."

Cihâd-ı Ekber ilanı (25 Haziran 1810)

Ruslar Osmanlı Devleti'nin yakasını bırakmak niyetinde değildi. Fransa, düğün bahşişi verir gibi Boğdan ve Eflak'ı Ruslara bıraktırmak için Osmanlı devlet adamlarını zorluyor; başkasının cebinden cömertlik yaparak kendisine rakip olmaya çalışan bir devleti borçlandırmak istiyordu.
İkinci Mahmud, Rusların durdurulmasının müşkül olduğunu anlar ve bizzat sefere çıkmaya karar verir. Bir Hatt-ı Hümâyunla Cihad-ı ekber ilân edilir. Devam eden savaşta Rusların Şumnu civarında yirmi bin telefatla meydanı terketmesi, Cihad-ı Ekber'in ilânının bile faydalı olduğunu gösterir. Ruslar, Napolyon'un kendilerine karşı sefere çıkmasıyla Türkiye ile uğraşmaktan vazgeçer... Napolyon'un tahriklerine, bazı vaadlerine kanmayan Osmanlı İmparatorluğu, Rusların barış teklifini kabul ederek Bükreş Anlaşması’yla harbe son verilir.
Pâdişâhın da askerin de nefes almaya ihtiyacı vardı. Napolyon'un savaşsız duramayışı şimdi de Rusya ile savaşmayı tercih edişi Türkiye için bir şans oldu ve bir süre için de olsa rahata kavuşuldu. Korsikalı Napolyon farkına varmadan bir devlete faydalı oluyordu. Amma onun verdiği zararların yanında bunun esâmisi bile okunmaz. Mısır'ı işgal ettiği zaman, "Mısır Mısırlılarındır" diyerek, nasıl olsa kendisi orada kalamayacaktı ya, Mısırlıları Osmanlı'ya karşı kışkırtmaya çalışmıştı." Hatta altıyüz Mısırlı genci Fransa'ya gönderip özel bir eğitimle yetiştirerek onlar vasıtasıyla Arap milliyetçiliğini geliştirmeyi bile düşünmüştü... Tam başarılı olamadı ise de, Kölemen beylerin çoğu "Mısır Mısırlınındır" düsturuna bağlı kaldılar. Nitekim birinci konsolosa yazdıkları bir mektupla:
— "Ol zalim ve gaddar bedfial (kötü iş yapan) olan Osmanlıya teslim edip, bizleri böyle nâmekân bırakmak şanın mıdır? Ve sizin dahi malûmunuzdur ki, Osmanlı askeri gelip bizim elimizden Kahire-i Mısır'ı almak mümkün değilken bu felâketleri başımıza getirmeye sebep olmanız lâyıkullah değildir. Bundan böyle biz sizin ırzınıza düştük ve sizin emriniz altında olup katiyen muhalefet etmeyeceğimiz aşikâr olmakla ancak cenab-ı devletinizden istirhamımız şudur ki; bizleri Kahire'i Mısır'dan ne veçhile çıkardınız ise, Devlet-i Âliyyeye ricanız ile mi olur, yoksa tarafımıza imdat göndermenizle mi olur, evvelki gibi Mısır'da oturmamız hususunda himmet eylemeniz ilh..."
Din kardeşlerimiz, Osmanlı Devleti'ne hiçbir şey vermeden, çok şey aldığını bilmiyor olmalı; bir de kendilerini orada huzursuz edenin kim olduğunu bilmiyor olmalı ki, yanlışlıkla düşmandan yardım istiyor! Dostunu kötülüyor; bu, biraz da Türk milletinin kaderidir herhalde!
Devlet binbir sıkıntı içinde bocalasa da; hayat devam ediyor. Nasıl ki, acıyan yer ayrı, acıkan yer ayrı ise, sırasına göre en katı elemlerin arasına bile sevinçler yerleştirilebiliyordu. Bunu niye söylüyoruz? Şunun için:
Arabistan'da "Vehhâbiler, Necd'den sonra Hicaz'ın mühim bir kısmını ellerine geçirmişlerdi. Çapulculuk yapan Vehhâbiler fazla huzursuzluk çıkarıyor. Bâb-ı Âli Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa'ya kesin emir veriyor. Paşa da 19 yaşındaki oğlu Mehmed Tosun Paşa'yı bu işle vazifelendiriyor. Tosun Paşa Vahhabileri temizleyerek babasının da Pâdişâhın da yüzünü ağartıyor. Tosun Paşa'nın bu zaferi Sultan İkinci Mahmud'un bundan böyle Gazi olarak anılmasını sağlıyor.
Bir şey ne kadar zor elde edilirse, o kadar kıymetli oluyor. Mısır'ın elde tutulması, alınmasından daha zor idi. Ya diğer yerler? Yavaş yavaş, birer birer elimizden çıkan kaleler, şehirler, vilayetler, eyaletler... Uzun süren isyanlar neticesinde Sırbistan bağımsızlığına kavuşur; sıra Yunanlılara gelir.
Peygamber Efendimize hürmete Araplara 'kavm-i necip' diye saygılı davranan Osmanlı; Hıristiyan reaya içinde de Rumlara farklı, (imtiyazlı) muamelı yapmıştı. "Rumlar İmparatorluğun her tarafına dağılmış bulunuyorlardı. Deniz kıyılarında ve büyük şehirlerde onlara çok rastlanmakta, fakat kesin bir çoğunluk ile bulundukları yerler, Mora, Yunan Adaları ve Teselya idi.
Din ve dil hürlüğüne, toprak mülkiyeti hakkına sahip Rumların en büyük acısı; kanunnamelerin belirttiği sınırların dışında, kendilerinden alınan vergilerden ileri geliyordu. Köyde yaşayanlar toprak sahibi, şehirde yaşayanlar ticaretle uğraşıyor, 600'den fazla Rum gemisi doğu Akdeniz'de taşımacılık yapıyor, hem de korsanlara karşı korunmaları için kuvvetli bir şekilde silahlanmış bulunuyorlar; İstanbul'da oturanlar ise devletin idarî işleriyle görevlendiriliyorlardı. Rum Patrikhanesinin şikâyetçi olabileceği hiçbir eksiği yoktu.
Fakat Fransa'dan yayılan milletlere hürriyet fikri; bazı Avrupalı şair ve yazarlarda uyanan Yunan kültürü hayranlığı, Rumları dünyanın şımarık çocuğu yapacaktır.
Muharrir Konayis, şair Rigas Yunanlıları egemenlik fikrine hazırlarken, Avrupalı aydınları da Yunanlıların yardımına çağırdılar. Yer yer cemiyetler kurulmaya, okullar açılmaya başladı. Gazete ve mecmualarla Yunan davası devamlı körükleniyordu.

Etniki Eterya

Eski Bizans'ı diriltmek gayesiyle kurulan bir cemiyettir. Üç kurucusundan biri Bulgar, ikisi Rum tüccar. Görünen amaçları, Osmanlıların Hıristiyan tebaası arasında eğitim ve öğretimi yaymaktır. Perde arkasında cemiyeti idare eden Yunan Patriği; onun da arkasında Rus Çarının harp yaveri Aleksandr İpsilanti duruyor. Cemiyete üye olan herkes, gerektiğinde servetlerini ve canlarını vermeye âmâde, sır vermemeye yeminlidirler.
İzmir, Sakız, Misalangi, Bükreş, Yaş, Yanya, Triyeste cemiyetin şubesi bulunan belli başlı merkezler. Her sınıftan insanlarla; amaca ulaşmak için çalışmaya, Yunan bağımsızlığını sağlamaya adaylar. Bu cemiyet parola kelimeler icadıyla aralarında gizli anlaşmayı tercih ederler; buna göre "Bîgaraz" denince Pâdişâh, "Muhibbi İnsaniyet" Rusya İmparatoru, "Ziyade meşgul" Sadrazam "Kaynana" Yanya Valisi Tepedelenli Ali Paşa demek oluyordu.
"Tepedelenli Ali, Veli Bey adında birinin oğludur. Onsekiz yaşında çete reisi olmuş 1768-1774 Osmanlı-Rus harbinde devlete yaptığı hizmete karşılık Derbent Paşalığına yükseltilmiş, 1788'de Yanya Paşası olmuş"
İ. H. Danişmend Ali Paşa hakkında kesin bir kimlik belirtemez. "Bir rivayete göre Türk fethinde ihtida etmiş Arnavud ailesindendir." derken, diğer "rivayete göre Kütahyalı Niyazi isimli bir Türk dervişinin oğludur" der.
Yılmaz Öztuna ise "Kütahyalı bir Türk'ten inen Tepedelenli Ali Paşa Arnavutlukla Yunanistan arasında Epir ve çevresinde büyük bir nüfuz elde etmişti. İkinci bir Mehmed Ali olmaya hazırlanan ihtiyar, son derece muhteris, zâlim, çok zeki ve entrikacı bir adamdı." diyor.
Her ne olursa olsun Rumların en fazla korktukları adam Ali Paşa idi. İhtilal hazırlıklarını bildiği için Rum doktoru vasıtasiyle bütün hareketlerini takip ediyordu. Komitenin aralarında mektuplaşmalarını bile takibe alan Paşa, despota yazılan bir mektubu eline geçirir ve despotu yanın çağırarak mektubu uzatır:
"Okusanız da dinlesek."
Deyince Despota nüzul gelir ve oracıkta ölür.
Tepedelenli Ali Paşa'nın İstanbul'daki has adamı Halet Efendi adlı biridir. Kırım Türklerinden olan Halet Efendi Sultan Mahmud'un da has adamıdır; o kadar ki, Padişaha, Sadrazamım değiştirtmeyi istese reddedilmiyor. Halet Efendi Etnik-i Eteryacılarla da iyidir. Fenerli Rumların çocuklarına mürebbilik bile yapıyor...
Halet Efendi ile Tepedelenli'nin arası açılır; buna sebep, yüklü bir para alışverişi deniyor. Doğruysa Halet Efendi, Paşadan istediği rüşveti alamayınca aleyhine dönmüş. Pâdişâh da aleyhine döndürmüş; her ne kadar yanlış hareketleri olsa da devlete bağlılığı devam eden Paşa isyan bayrağını açmış.
Sabırlı Pâdişâh İkinci Mahmud, eski Sadrâzam Hurşid Paşa'yı Tepedelenli gailesini ortadan kaldırmakla vazifelendirir. Devletin Şanlı Ali Paşası artık "Permanlu"dur. Hakkında ölüm fermanı çıkmıştır. 5000 askeri ve 100 topuyla, Türk kuvvetlerine karşı savaşır Tepedelenli. Çok mücadele verir; hatta doğruysa Vasiliki adlı güzel ve genç Rum karısının teşvikiyle din değiştirir Ali Paşa. Bir Manastıra sığınır, orada kendisini müdafaa eder... Amma netice? 1 sene, 4 ay, 25 gün sonra başı kesilmekten kurtulamaz. İmparatorluğun çeşitli bölgelerine dağılan, çoğu, Paşa olan oğullarının ve torunlarının da başları kesilir.
Devlet bir isyankârdan kurtulmanın huzurunu yaşar. Rumlar önlerindeki en sarp engelin kendiliğinden kalkışma bayram yaparlar. Etniki Eterya isyan zamanının geldiğine inanır.

Yunan İsyanı'nın Başlaması (12 Şubat 1821)

Merhum Ahmed Cevdet Paşa, son zamanlarda, bazı insanlar arasında cereyan eden bir tartışmayı o günlerde düşünmüş ve tarihine kaydetmiş. Rumların isyanını anlatmaya başlarken kabahati sadece onlara değil, devlete de yüklemeye çalışıyor. Diyor ki:
"... İnsan, çoğunlukla isteklerinin sonu gelmeyen, hırslı bir yaratıktır. Rumlarda da çeşitli arzu ve isteklerin bulunması tabii idi."
"Halbuki Rumlar din ve dilce, gelenek ve edebiyatça Türklerden ayrı idiler. Bunun için Türkiye'de kendilerine ait bir âlemde yaşarlardı. Müslümanların içinde misafir gibi dururlardı. Kalabalık oldukları yerlerde de Müslümanlara "zavallı" gözü ile bakarlardı. Bütün azınlıklara devletin lisanını öğretmek, onları Türk edebiyatına, gelenek ve göreneklerine alıştırmak ve Türklere ısındırmak devletin yapması gereken husus olmakla beraber, bu konudaki hata ve müsamahaları asla inkâr edilemez."
Bugün de, sıkıntılarını yaşadığımız meseledir bu. Demek ki; hiçbir şey değişmemiş. İbret almama huyumuzun devam ettiğini kabul edersek, tekerrürünü de beklememiz lâzımdır...
O günlerde, "Osmanlı Devleti'nde askerî ve idarî düzen bozulmuştu. İlmiye sınırı ehliyetsiz, hak sahiplerinin işleri görülmüyor. Bilgi ve kültür kıtlaştıkça katılık artıyor. Hıristiyanlar tahkir ediliyordu; bu durum onların ağırına gidiyor, ayrılık düşünceleri günden güne artıyordu." diyor. Cevdet Paşa.
Cevdet Paşa'nın haklı eleştirileri, devlet yönetiminde bulunan insanların suçluluğunu kabul ettirir, amma; Patras Başpiskoposu Germanos'un kumandasında başlayan —12 Şubat 1821— Mora İsyanı'nda 400 senedir orada oturan 50.000 Türk'ün öldürülmesi, 5 Ekimde teslim aldıkları Tripolice kalesinde bulunan, çocuk, kadın, erkek 8000 Türk'ün kılıçtan geçirilmesi hiç bağışlanamaz bir vahşet değil midir? Bu vahşete yardımcı olan Ortodoks Cihan Patriği de İstanbul'da, Sultan Mahmud'un himayesindedir ve hükümdar imtiyazına sahiptir. Türk milletinin içi kan ağlarken, kanlan akan şehitleri için; hayatın tadını çıkaran Patrik ve etrafındakiler her şeyin yanlarına kalacağını zannederler. Fakat iş öyle olmaz.

Patriğin ihaneti ve idamı

Bâb-ı Âli, Cihan Patriği Grigoryos'un ihanetini tespit eder. Âsilerle haberleşip, onlara manevî güç vermeye çalışmaktadır.
Paskalya günlerinde, görevden azline ve idamına karar verilir. Sorgu için Bâb-ı Âli'ye geldiğinde, Sadrâzam:
"Senin bu fesaddan, önceden haberin yok mu idi ki, sakladın, söylemedin" diye sorunca, inkar eder; hiçbir şeyden haberi olmadığını söyler. Sadrâzam:
"Ya! Bir fahişe avradın yaptığı zinaya kadar haberiniz olduğu halde, böyle büyük bir fitne fesaddan cahilce haberim yok demekle inandırabilir misin?"
Ortodoksların Cihan Patriği Grigoryos doksanlık vücudunu korumak için numara yapmaya devam eder:
"Devletli efendim! Bendeniz doksan yaşım geçmiş şuursuz bir ihtiyarım. Eğer bilirse onikiler bilir."
Bu arada onikiler yeni patriklerini seçerler. Grigoryos Fener'e götürülür. Patrikhane'nin orta kapısında, göğsünde ihanetini anlatan bir yafta olduğu halde asılır. (22 Nisan 1821). Cesedi üç gün asılı kalarak, İstanbullulara teşhir edilir. O orta kapı yeni Patrik'in emriyle kapatılır.
Bir Türk devlet veya hükümet başkanı o kapıda idam olununcaya kadar açmama ahdiyle iptal edilen o kapı, hâlâ kapalıdır. Grigoryos'un "peşinden Kayseri, Edremit ve Tarabya metropolitleri dahî Balıkpazarında ve Kaşıkçılar hanı önünde ve Parmakkapı'da idam edildiler."
Tüccardan ve Rum taifesi eşrafından fesatla ilgileri haber alınmış ve fesat hakkında mektupları yakalanmış olan beş kişilik fesatçı da bu sırada kalabalık meydanlarda katledildiler."
"Pâdişâha ve sadrâzama Rumların lehinde mütemadiyen telkinatta bulunmuş olan Halet Efendi de evvelâ Konya'ya sürgün edildi, bir müddet sonra da orada boğduruldu."

Yunan İstiklâli’nin ilanı (13 Ocak 1822)

Yangın rüzgârla desteklenince, yakacak bulduğu müddet devam eder. Rum isyanı rüzgârıyla beraber başlamıştı. Eflak ve Boğdan, Mora derken, her tarafı saran ayaklanma ateşi hedefine ilerlemiştir. 13 Ocak 1822 de Mora'daki bir ormanda toplanan milli meclis Yunan istiklâlini ilan eder, başkanlığa da Prens Mavrakordata seçilir.
 
BUNLAR DA İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
Sakız Adası'nda İsyan (23 Mart 1822)

Yukarıda söylendiği gibi, rüzgar esiyor, yangın büyüyor. Rumların yaşadığı her yer bu ateşle ısınacak, kimi yerlerde kendileri yanacak. Sakız Adası Anadolu sahillerine yakın, hani bir ayağını sahilde tutan adam ikinci ayağını uzun atsa adaya değecek gibi! Burada isyana kalkışan maceraperestler sayılarının üstünlüğüne güveniyorlardı: "Ada ahâlisinin eli ayağı tutar, 80 bin Hıristiyan reayasına karşı, Müslüman nüfusunun bin kişiden ibaret olması." ümitlerine mesnet teşkil ediyordu.
Sakız Muhafızı Vâhid Paşa'nın bir isyan çıkacağını duyması, bunu Bâb-ı âliye bildirmesi işe yaramadı. Kale muhkem, İstanbul'daki Sakız tüccarları güvence veriyor ve elde rehineler var. Bu kadar yakın oluşu da düşünülünce isyan çıkacağı haberine inanmak mümkün değil. Bâb-ı âli akıl yolunu kullandığı için bu hükme vardı.
Sakız'lı âsi Rumlar Sisam Adası'ndan gemi ve insan yardımı aldılar. Eli silah tutanlar bir araya geldi, kaleyi top ateşine tuttular. Mudafada bulunan iki bin asker elinden geleni yapıp meydanı âsilere bırakmadı. Arada bir yapılan huruç hareketiyle tepelenen Rum sayısı bir hayli fazla oldu.
Sakız'da yaşanan isyan İstanbul'da duyuldu ve isyanın 18. günü Kaptan-ı Derya Nâsuh Paşa donanmayla adaya geldi. Nasuh Paşa'nın askeri ve kaleden çıkan asker âsilerin üzerine saldırdı. Tepelenen âsilerin halini gören ayaktakiler dağlık bölgelere kaçtı. Yakalanıp esir edilen birçok insandan başka Türklerin eline zengin ganimet geçti.
Özetle: İstiklâl ilanından üç ay sonra Sakız'da çıkan bir isyan Rumlara pahalıya mal olur, onbinlerce Rum'un öldürülüşü dünyanın Hıristiyan kesimini yasa boğar."Lord Byron ve Viktor Hugo gibi şairler, Beethoven gibi bestekârlar, ressamlar, gazeteciler acıklı eserlerle Sakız İsya’nın bastırılmasını terennüm ederler. Avrupa'da Türklerin barbarlığı üzerine uzun boylu sözler söylenir." Türklerin o gün gördüğü zulümlere hiçbir taraftan telin gelmiyor da, merhamet pınarları hep başkaları için akıyordu. Bugün de öyle değil mi?
Mora'ya Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa'nın gitmesi istenirse de o oğlu İbrahim Paşa'yı bu işle görevlendirir. 1 Nisan 1824'te İskenderiye'den hareket eden İbrahim Paşa donanması, Rodos'ta Osmanlı donanmasıyla birleşir. Kışı Girit'te geçirir. 18 Mayıs'da Mora'yı âsilerin elinden alır. Bu, suni yollardır, ölüm hastasının aldığı işe yaramaz birkaç nefes gibidir; Yunan bağımsızlığı hedefine ulaşacak, Türk milletinin basma belâ bir devlet teşekkül edecektir.
"Yüksek dağların başında duman eksik olmaz" denir. Padişahlık makam olarak dünyada en yüksek dağ sayılırsa elbette dumanı da kar'ı da eksik olmayacaktır. Bir de senesine denk gelirse eteğinden bile kar eksik olmaz. II. Mahmud, bir zamanlar savaş makinesi olarak namlanan Yeniçerilerin bütün aksamlarının bozulduğu bir zamanda tahta oturmuştu. Yapılan savaşlarda uğranılan kayıplar, düşmanın kuvvetinden ziyade Yeniçerinin isteksiz kılıç sallamasından ileri geliyordu. Sultan Mahmud, daha önceleri çaresine bakmak isteyip de, geri adım atmak zorunda kaldığında, hep münasip zamanı iple çekiyordu. Sultan Mahmud aldığı eğitimle; bulunduğu makamın mesuliyetini idrâk edecek durumdaydı. Vatanını seviyor, milletini seviyor, Allah'ın emirlerine harfiyen uymaya çalışıyordu.
"Dünyanın her şeyi fanidir, nihayet bulur. Ama âhiretin her şeyi ebedidir, nihayet bulmaz. Saadette bulunan saadette, hırmanda bulunan mahkûmiyette ebedidir. Her bir insan kendi ettiğinden sual olunur. Fakat Pâdişâhlar mülkünde ve cemi-i memâlikinde mevcud bulunan edna ve sagîr ve kebir ve nîsa ve ağniya ve fukaranın mecmuundan sual olunur ve hesap olunur. Bunların cümlesi taraf-ı Haktan Pâdişâha emânet olunmuştur."
"Bu bilgiye göre Padişahlık Allah vergisidir. Pâdişâh yaptıklarından ahirette Allah önünde sorumludur. Adalet kesindir, fakat Allah adaletlidir."
Tarihçi, II. Mahmud'u bu halet-i ruhiye içerisinde düşünüyor. Öyleyse mesul olduğu milyonlarca insanın selameti için en iyi, en faydalı işleri yapmak Pâdişâhın boynunun borcudur: Bu borcu ödemek için günler gelmekte fakat etrafında kafasına uygun yardımcıları yoktur.
(Biz, bilhassa Yunan-Rum meselesini anlatırken insicamın bozulmamasını istedik. Araya giren, önemsiz saydığımız meseleleri atladık ve sadâret değişikliği hiç mevzu olmadı. Yusuf Ziyâeddin Paşa'dan sonra Laz Ahmed Paşa, sonra Hurşid Paşa, sonra Mehmed Emin Rauf Paşa, sonra Derviş Paşa, sonra Seyyid Ali Paşa, sonra Hacı Salih Paşa, sonra Deli Abdullah Sadârete kavuştu. 1809'dan 1823'e kadar yani, 13–14 senede sekiz defa sadâret değişikliği oldu.)
Ne olursa olsun; tek başına kalsa da hayırlı olacağına inandığı hareketi yapacak, askerden fazla çapulcuya dönen Yeniçerilerden devleti-milleti kurtaracaktı. Onlar, o kadar yoldan çıkmışlardı ki; sivil ahali bile yeryüzünden kalkmaları için dua ediyordu. Buna misal olarak Cevdet tarihinden bir yaşanmış olayı aktaralım:
Gelenekten olan baklava yağmalama gününde yaşlıca bir adam torununu seyire götürmüş. (15 Ramazan Pazar) Oruç yemekle öğünen Yeniçerilerden birkaçı ihtiyarı:
— "Savul herif yol üzerinden, bize güçlük çıkarıyorsun."
Diye yakasından çekip döverler, söverler ve yere yuvarlarlar. İhtiyar:
"Benim suçum nedir! Bu çocuk torunum, beni seyre götür diye tutturunca getirmiştim. Yoksa böyle mübarek günde camii bırakıp ta Allah'ın gazabına uğrayası bu güruhu görmeyi kim isterdi. İlâhi! Büyük dergâhından dilerim, bu Yeniçeri takımının topunu birden yeryüzünden kaldır, gelecek Ramazana yetiştirme" diye Allah'a sığınıp inkisar etmiş. Bunu Muhasip Sait Efendi duymuş ve anlatmıştı."
İhtiyarın bedduası ile Yeniçeriliğin hazanı arasında değil bir yıl, iki ay bile yoktur.
İkinci Mahmud'un en önemli işlerinden sayılan Yeniçeri Ocağının tarihe karışması hadisesi, birkaç satırla geçiştirilecek kadar basit değildir; hak ettiği değeri verip, şanına uygun bir bitiş macerası anlatmaya çalışalım.
Kimi tarihçilere (İ.H.D.) göre Osmanlı fütühâtındaki rolü mübalağalarla anlatılan Yeniçerilerin mevcudu on küsur bini geçmemiştir. Daha önceki bölümlerde miktarın çok fazla olduğu görülmüştür. Bunlar da, ne kale kuşatmalarında, ne de meydan savaşlarında önemli bir başarı gösterebilmişlerdir. Pâdişâhın etrafında muhafız ve ihtiyat kuvvetinden başka bir şey olamamışlardır. Fatih'in ilk saltanatında başlayan isyan ve yağmacılıkları Yavuz'un Çaldıran seferinde, pâdişâhın otağına kurşun sıkmayla devam etmiştir. Kanunî devrinde bile hükümeti devirmek için İstanbul'da isyan çıkarıp, yağmacılık etmişlerdir.
Birinci Mahmud "Asâkir-i mualleme = Talimli asker" yetiştirip Yeniçerilerden kurtulmayı denemiş; daha sonra Üçüncü Mustafa denemiş, Birinci Abdulhâmid farklı yollarla bir şeyler yapmaya çalışmış, başarılı olunamamıştı. Üçüncü Selim; büyük bir azimle başladığı yeni ordu teşkili yolunda, hem tahtından hem de canından olmuştu.
İkinci Mahmud ise, bu işin mutlak halli gerektiğine, başka çare kalmadığına inanıyordu. Bu kararın tatbiki kolay değildi. Amma iki yol görünüyordu; bu yollardan biri Yeniçerilerin hayatına, diğeri devletin bekasına gidiyordu. Devlet ağır bastığı için yeni ordu düzenine geçilmeliydi, yeniçeriler iyiyi kötüyü ayırdedemez kimselerdi. Yeni düzene geçilirken kargaşalık çıkarırlardı. Bunun önlenmesi için neler yapılabilir? Önce, biraz yumuşak geçiş denenecekti.
Pâdişâhın emriyle, "Şeyhülislâm Kadı zade Mehmed Tahir Efendi'nin konağında Sadnâzamla erkân ve ulemâdan meydana gelen bir meclis toplanıp, Garp tarzında talim istemiyen ve yalmz "usûli kadime mucibince (eski usule göre) destiye kurşun atmak ve keçeye kılıç çalmak"la iktifa etmek isteyen yeniçerilere rağmen "Talim-i harbin vücûbuna fetva" ve "Eşkinci nâmiyle asâkiri mualleme" teşkiline karar verilmiştir.

Yeniçeri Ocağı'nın İmhası (Vak'ai Hayriyye) (15 Haziran 1826)

Pâdişâh büyük bir işe teşebbüs ediyordu; bunun sonunda belki, pek çok insanın canı yanabilecek, kan su gibi akacaktı. İnsan hayatının harcanacağı bir olayda, kendisini bütün tebânın babası mevkiinde gören Pâdişâhın sırtını Şeyhülislâm fetvasına dayaması şart idi. Bu kolay bir karar olmayacaktı amma, çoğunluğun menfaati için azınlığın zararı göze alınır, bu bir şer'i kural idi. Şeyhülislâm; fetvasını devletin ve Yeniçeri Ocağının temsilcileri huzurunda vermiş, kimseden itiraz sesi çıkmamıştı. Hatta "Vezirler, ulema ve ocağın ileri gelenleri Ağa Kapısında toplanarak verilen kararlar dairesinde çalışılacağını belirten bir yazı imzaladılar."
Toplantıya katılan kişileri isim isim yazıp, alınan kararlan madde madde sıralamadan özünü anlamaya çalışıyoruz.
İstanbul'da bulunan 51 Yeniçeri ortasından seçilenler 150 şer kişi ile 7.650 asker Eşkinci sınıfını meydana getirecek; bunlar özel talimlerle, yeni harp düzenlerine göre yetiştirilecekti.
Bu Yeniçeri Ocağı'na ve Nizam-ı Cedid'e benzemeyen ayrı bir kuruluş olacaktı. Nitekim öyle oldu. 11 Haziran 1826'da yeni kıyafetleriyle talime başladılar. Talimle beraber fitne kazanı da kaynamaya başladı. Pâdişâh yeniçerilerden emin olmadığı için ihtiyaten Topçu, Humbaracı, Lağımcı ve Tersane Ocakları'nın ileri gelenleri elde edilmiş, diğer tedbirler de keza alınmıştı.
Eşkinci yazılması hususunda devlete yardımcı olanlardan Kethüda Mustafa ve Kürt Yusuf ile başka sözü geçenler, kendi aralarında isyan planlarını görüşüyorlarmış. Çeşitli fikirlerden sonra vardıkları karar:
"Eşkinciler yazılıp çoğalsın, top, tüfek ve savaş araç gereçleri ellerine geçsin sonra ayaklanırız."
Eğitimin başladığı gün kahvehanelerde "Kâfire benzedik" diye; insanları dinî duygularıyla avlama yarışma giren kötü niyetliler, verdikleri sözde durmayanlardır.
Ayaklanmanın öncülüğünü yapanlardan biri Habib Odabaşıdır. Cevdet Paşa onun için kötü bir "terceme-i hal" özeti veriyor. "Yezitlikle eşit olan 31 cemaatin odabaşısı idi. Yeniçeri zorbaları arasında sözü geçerdi." Sonra, Habib pâdişâha çok bağlı görünmeye başlamış, iltifatı şahaneye nail olmuş, ihsanlara kavuşmuş. Taşrada bir yerin mubayaacılığı verilince beğenmemiş, Bab-ı Âli'ye gelip, "Oranın geliri azdır daha iyi bir yer isterim, benim haysiyetime burası uymaz" demiş. Göreve başlama zamanı gelince gitmemiş, soranlara "düğünüm var bitince gideceğim" veya "kaanûni engelim var" diyormuş. Yani isyanı bekliyormuş.
Saraya haber gidiyor, asilerden: "Biz bu talimi istemiyoruz. Eski usulümüz, destiye kurşun atmak, keçeye pala çalmaktır. Bu usûle bağlı kalmak istiyoruz. Talim işini kararlaştıranların başları muradımızdır."
Sarayın cevabı:
"Yeni talim sistemi şeriate uygundur. Ulemânın müsaadesi ile kabul edildi. Devletin menfaati bunu emretmektedir. Buna karşı gelmek devlete isyan etmektir. Âsileri kahretmeye kadiriz, hazırız."
Öbür taraf zaten hazırdı. İyice gerilmiş bulunan balona bir iğne ucu teması gerekiyordu; bu adamakıllı şişen Yeniçeri balonuna sarayın cevabı iğne tesiri yaptı. "Âsiler kudurdular, kuvvetlerini göstermek için cinayetler işlemeye başladılar."
Beşiktaş'tan Topkapı Sarayı'na gelen Pâdişâh, Sadrâzam ile diğer devlet erkânına bir konuşma yaptı:
"Tahta çıktığımdan beri vacip olan kanuna uygun hareket borcumu ödemeye çalıştığımı hepiniz biliyorsunuz. Allah'ın vediası -emâneti- olan tebaayı korumak için uğraştığım herkesin bildiği şeydir. Yeniçeriler yine isyan edip taşkınlığa başladı. Eşkiyaca davranışlarına dayanılmaz; ancak kan dökülmesin diye göz yumduktan başka, kendilerine bu kadar para dağıttım. Bu sefer de para bolluğu içinde kendi diledikleri yolda, kânûni emirden yüz çevirdiler. Bu baş kaldırmaları sultana karşı demek değil midir! Bu hainlerin cezalandırılmaları için tedbiriniz nedir? Öldürülüp yok edilmeleri hakkında kanun yolu nedir?"
Ulema cevap verdi:
"İki taifeden biri diğerine karşı ayaklanırsa, Allah'ın emri yerine gelinceye kadar ayaklanan taife ile doğuşunuz."
Bu Âyet-i Kerîme'yi fetva takip etti. Hazır bulunanlar:
"Kararımız Pâdişâhımız efendimizin uğrunda savaşmak ve ölmektir. Allah büyüktür ve doğruların yardımcısıdır."
Sadrâzam Pâdişâhtan Sancağı Şerifin çıkarılmasını rica etti. İkinci Mahmud biraz durakladı. Herkes heyecan içindeydi. Bu sırada ulemâdan Kürt Abdurrahman hiddetle söze başladı.
"Bu din ve devletin bekaası muradı ilahi ise, o habisleri mahv ederiz. Değil ise biz de din ve devlet yolunda batıp gideriz. Daha ne olmak ihtimali kaldı?" dedikten sonra elindeki teşbihi öfkeyle yere vurunca ip koptu, teşbih dağıldı. Bu sözler herkesi ağlattı. Sultan Mahmud, yaşlı gözlerle Sancağı Şerifi çıkarıp Sadrâzama verdi." (T. Cevdet)
Bundan sonrasını biraz da Üstad Necip Fazıl Bey'den dinleyelim. Pâdişâh o kadar coşmuştu ki:
— Et Meydanı'na kadar ben de a¬kerle beraber gideceğim! diye bağırdı.
— Hayır, dediler. Zat-ı Şahaneleri "Hırka-i Saadet" dairesi önünde durup dua ediniz! Askerle gelmek münasip olmaz!
İstanbul'u iki ses kaplamış bulunuyor.
— Yeniçeri olan kazanının yanına gelsin!
— Müslüman olanlar "Sancağı Şerif" altına gelsin!
"Şüphesiz ki, sancak altına koşanlar kazan'a koşanlardan çok fazla...
Medrese talebeleri silahlandılar ve bu defa, umumiyetle birlik oldukları Yeniçeriye karşı hareket ettiler. Bunlar, hocaları yanlarında 3500 kişi kadar heybetle ilerlerken, İstanbul imamları, kadılar, yeşil sarıklı seyyidler de gelip kendilerine katıldılar."
"Bu esnada isyancılar Sultan Ahmet ve Bâyezid meydanlarında birkaç kişiyi öldürdülerse de hiçbir tesir elde edemediler."
"Sultan Ahmet Camii devlet tarafından başlatılan hareketin idare yeri... İç cephane açıldı ve silahı olmayana ariyet olarak silah dağıtıldı. "Sancağı Şerif" altında tekbir alınarak doğruca Sultan Ahmet Camiine gidildi ve mukaddes Sancak minbere dikildi. O zamana kadar eski şeyhülislâmların yenisiyle görüşüp bir araya geldikleri olağan işlerden değilken, yeniçerilerin son defa din adamlarına karşı aldıkları hakaret tavrı yüzünden sarmaş dolaş oldular. Sadrâzam camide kaldı. Ağa Hüseyin Paşa ile İzzet Paşa meydanda yerlerini aldılar."
"Nihayet Sadrâzam tarafından ileri yürüyüş ve taarruz emri... Sekbanlar, topçular, humbaracılar, lağımcılar ve medrese talebeleriyle halk, hep birden harekete geçtiler."
Bundan sonra Cevdet Paşa'dan faydalanarak yazmaya çalışacağız. "Peygamber Efendimizin Sancağı Şerifini zeamet sahipleri nöbetleşe bekliyorlar, büyük vezirler, ilim adamları ve ayan, minber önünde saf bağlayıp ayakta duruyorlardı. Yeniçerilerin yağmacılıkları, evleri basmaları ve akla gelen ne kadar yaramazlıkları var ise anlatılıp, sonra da, "bunların öldürülmeleri kanuna uygun mudur" diye soruluyordu. Umumi kanaat, hemen öldürülmeleri yönünde olmakla beraber, nasihat yolunun denenmesi şüphelerin dağılması için daha münasip görüldü. Bu görev içinde Ahıskah Dersiam Ahmed Efendi seçildi."
"Ahmed Efendi, "hiçbir faydası olmaz; ben boşu boşuna ellerine geçerim, yapılacak savaş ta böylece gecikmiş olur" deyince, ondan vazgeçildi. Sadrâzam, Ağa Hüseyin Paşa ve Mehmed Paşaya hücum emri verdi. Onlar da kendi sekbanları, topçu, humbaracı, lağımcı ve kalyoncu askeri ile Sultanahmet meydanından hareket ettiler. Bunlara talebe ve halk da katılarak, hep beraber Aksaray meydanında toplanan Yeniçerilerin üzerine yürüdüler."
Üzerine yürünenler tepelenecektir. Osmanlı ordusu bir zamanlar Kosova'da "Allah Allah" nidalarıyla böyle yürümüş, şanlı Sancağı Balkanlarda dalgalandırmıştı. Bizans'ın surlarına tırmanıp, yeni bir çağ açmıştı. Yavuz Sultan Selim'le Çaldıran'da, Merci Dabık'ta, Kanuni Sultan Süleyman'la Zigetvar'da tarih yazmıştı. İran üzerine yürüyen, Rumelini Türkeli yapan orduda kimler vardı. Şimdi yeryüzünden kaldırılmaya çalışılan Yeniçeri: Dördüncü Murad'ı inim inim inleten, Genç Osman'ın etlerini mıncıklayan, Üçüncü Selim'i öldüren de Yeniçeri idi. Bu yok oluş sahnelerinin aktarılması pek zevkli bir vazife değil; değil amma, bizim tarihimizin bir gerçeği. Onlar devlet adına savaşırlarken kahramandılar, devletin aleyhine davranışları başlayınca, hain oldular. Önce devlet! O yüzden Fatih; İcab ederse, kardeş katline, evlat katline fetva çıkartmıştı. Kanuni sevgili Mustafa'sını devleti ebed müddet için feda etmişti. Nice şehzadeler feda edilmişti... Geçelim:
Savaş devletten yana olanlarla devlete âsi olanlar arasında. Âsiler Yeniçeriler. Saldırmayı değil, müdafaayı yeğlemiş Yeniçeriler, Aksaray meydanında bekleşiyorlar. Bütün devlet güçleri karşılarında, halk karşılarında... Dünyanın en kötü insanları onlarmış sanki beddualar onlar için; bilenen kılıçlar onlar için...
Sultanahmet Meydanı'ndan gelen müthiş kalabalık, Bâyezid'de bulunan Yeniçeri öncülerini hiç önemsemeden Aksaray'a aşağı uğuldayarak iniyor; öncüler önlerinde, esas kuvvetlerine doğru kaçışıyordu. Horhor tarafından gelen devlet kuvvetleri, karşılaşılan mukavemeti, topçu yüzbaşısı Karacehennem İbrahim Ağanın gayretiyle tepeliyordu. Aksaray (Etmeydanı'na) toplanan Ağa Hüseyin Paşa ile Darendeli İzzet Paşa kuvvetleri içlerine karışan sivillerle, haddinden fazla kalabalık görünüyordu.
Aksaray'da "Yeni Odalar" denilen Yeniçeri Kışlalarının etrafı çevrildi. Karacehennem top atışına hazır: Hemen yakıp, yıkmak niyetinde değil Yüzbaşı Karacehennem, Yeniçerilere, duyacakları sesle:
"Etrafınız çevrildi, üzerinize topların namluları çevrildi, birazdan gülleler, yağlı paçavralar yağacak ve kışlanızla beraber yıkılıp gideceksiniz! Fırsat varken aman dileyin. Akibetinizi Şevketli Pâdişâhımıza bırakın." diye bağırdı:
Yeniçeriler teslim olmak ve özür dilemek istemezler. Red cevapları üzerine top atışı başlar. Kocaman kapının bir kanadı devrilir. Üstad Necip Fazıl, roman üslubunda yazdığı "Yeniçeri" adlı kitabında, bakın nasıl anlatıyor o anları. Kapının bir kanadı kırıldıktan sonra, "Kapı arkasında toplananların birçoğu da ölüp gitti. İzzet Paşa'dan 2500 kuruş bahşiş alan bir topçu bahadırı öbür kapıyı da devirdi."
"Karacehennem ile Tophane İmamı, devrilen avlu kapısından içeriye dalmasınlar mı? Herkese büyük bir cesaret geldi ve bir anda avlu devlet kuvvetleriyle doldu."
"Karacehennem topuğundan vurulduğu halde aldırmadı ve avlu boyunca yürümeye devam etti."
"İsyancılar kışla binasına sığındılar. Tarihi an... Yeniçeriler topyekûn kışlalarında ve kapana kıstırılmış vaziyette."
"Bu vaziyette ne yapmak lazımdır? Kışlayı topa tutmak ve ateşe vererek Ocağı, haşere yatağı temizlercesine kül etmek mi, yoksa bir kere tam ele geçirdikten sonra eski ruh temeli üzerine yeni bir bina çekmek yani, Ocağı, içine girip inkılâp çapında bir ıslah ve tesviye işine tâbi kılmak mı?"
"Bu tarihimizin en nazik saatlerinden biridir ve cevabı biraz sonra verilecektir."
"Biz şimdi ne yapıldığına bakalım."
"Yeniçeriye Yeniçerilik yapıldı; yani o, tam esir düştüğü anda asla tasfiye ve ıslahı düşünülemez ebedî bir suikast müessesesi farz edilerek bir haşere yuvası gibi ateşe verildi."
Ocak "Tomruk" ismini verdikleri kasap dükkânı tarafından tutuşturuldu ve Kara Cehennemin dizdiği toplar, kışlayı gülle ve alevle paçavra yağmuruna tuttu.
"Kışla içinde binlerce Yeniçeri, bir taraftan yıkılıyor, bir taraftan da yanıyor. Pencere ve kapılarda birtakım Yeniçeri kafalan, çığlık çığlık bağırıyorlar:
— Bizi böyle diri diri yakmayınız! Allah zulmedenlerden razı olmaz! Gelip bizi teslim alınız. Cezamız neyse veriniz! Ama kafirlere bile edilmez bir muameleden koruyunuz bizi!.."
"Yeniçeri kışlasının içinde bir cehennem cümbüşü cereyan ediyormuş gibi, alev alev devrilen kalasların ışıkları duvarları aydınlatıyor, bu duvarlarda 5 asırlık ocağın devir devir düşmandan aldığı sancaklar, armalar, türlü silahlar göze çarpıyor ve bu tarihi hatıralar önünde, hiçbir fikir sahibi olmaksızın, aynı vahşetle, devletin başta kurucusu ve sonra kurutucu askeri çalı çırpı gibi ateşe veriliyor, ayyuka yükseltici feryatlara aldırılmıyordu."
Muhterem Üstadımız bu minval üzere devam ediyor anlatmaya...
"Kışla yerle bir. Bütün Yeniçeriler yerde ceset. Amma birkaç yüzlercesi nasıl olmuşsa ayakta, onları da Sultanahmed'e götürüyorlar, Sadrâzam onları boğdurup "malum" çınar ağacının altına cesetlerini yığdırıyor. 120 kadarını da Hüseyin Paşa öldürterek, bu savaştan nasibini alıyor.
Rakamlar muhtelif 8.000 den 40.000 e kadar çıkıyor Yeniçeri ölüsü. Beri taraf ise sadece 25 ölü veriyor. İnanılır gibi değil! İzzet Molla diye bir şair o günlerde meşhurdur. Ve de marifetlidir. Bir dörtlük yazar; Yeniçeriliğin kaldırılışına tarih düşürür:

Tecemmu eyledi Meydan-ı Lahm'e
Edip Küfran-ı nimet nice bağı
Koyup kaldırmadan, ikide bir de
"Kazan devrildi, söndürdü ocağı."


( Lahm = Etmeydanı, Aksaray Meydanı, Bâği = Haydut, eşkiya, demektir.)

Uzun uzun anlatılan bu imha hareketini biz burada noktalayıp, sonrasına bakalım. Bu olaya güzel bir ad bulunuyor ve o günden beri Vaka-i Hayriye deniyor bunun adına. Devletin tarihçileri bol bol övgüler diziyor o gün için.
Yeniçeri Ocağı bozulmuştu, bunu inkâr mümkün değil! Amma netice böyle mi olmalıydı? Onu bilemiyoruz.
Türkiye'de bu gün de pek çok insanın adını hürmetle andığı bir isim var. "Moltke" Prusyalı Moltke. Bakın o ne yazmış.
Yeniçeriliğin kaldırılışı ve onun yerine konan yeni düzeni eleştiren Motke diyor ki:

"Yapılanların en zavallısı da Rus ceketleri, Fransız talimnameleri, Belçika tüfekleri, Türk serpuşu, Macar eğerleri, İngiliz kılınçları ve her milletten öğretmenleriyle Avrupa örneğine göre bir orduydu."
"Eski Osmanlı ordusunun zarif ve muhteşem kıyafetleri, kıymetli silahları ve bunların yılmaz cesaretleri artık görünmez olmuştu."
"Kavuğun insana çok yakıştığını, yağmurdan ve sıcaktan başı koruduğunu, şapkanın insanı güneşten bile muhafaza edemediğini." söyledikten sonra, eski Yeniçeri kıyafetini hayâl ederek:
"Böyle bol kollu libaslar içindeki kimsenin her hareketi ona haşmetli bir görünüş veriyor ve insan her zaman resmini çizmek arzusu duyduğu bir adamla karşılaşıyor. Türkler Frenk elbisesi giydirilmeden evvel, onların neden dünyanın en yakışıklı insam olduğunu anlamak kolay. Bizim askerlerimize de Türk libası giydirilse, muhteşem bir görünüşleri olurdu!"
Buna "gavur aklı" deyip geçebiliriz. Bir de diğer gavura bakalım. Bu da o günlerde sulh içinde bulunduğumuz bir devletin Başvekili Prens Metternich. Avusturya Başvekili olarak işbaşındadır. Türkiye'de yapılardan, bugünkü yabancı devlet adamlarının yaptığı gibi seyretmekte iken, dayanamayıp Bâb-ı Âli'ye bir mektup yazıp, duygu ve düşüncelerini anlatmaktadır.
Okuduğumuz zaman bizi etkilemiş olan bu mektup, o gün nasıl karşılandı, yazarının dostluğuna mı, düşmanlığına mı verildi bilemiyoruz. Mektup aşağıda:
"Sultanın icraatı hakkında bir devlet adamı sıfatıyla vicdanımı yoklayarak dâima dermeyân edebileceğim bir tenkîd de, Pâdişâhın millî şekillere uygun olarak yapıldığı takdirde faydalar tevlîd edebilecek bir hareket ve teşebbüsü, hiç tereddüt etmeyerek yabancı şekli ile nazara alması ve öylece tatbik ve icraya girişmesidir. Onun hemen her yenilik icraatını birlikte takip eden diğer bir hata da, aynı menşe ve esâsa dayanan bir müesseseyi murakabe etmek üzere başka başka kanaat ve görüşlere sahip kimselerin yardımına müracaat etmesidir. Bu mülâhaza bilhassa askerî teşkilat ve müesseselere taalluk eder. Bir ordu için lâzım en birinci şart, o ordunun muhtelif kısımlarının bir kül teşkil edebilmesi ve onların mütecanis olmasıdır. Birbirine zıt unsurların ve muhtelif maksatlar güden nizamların bir araya getirilmesi, ordunun bütünlüğünü temin edemez. Bunlarla sağlam ve kudretli bir askerî kuvvetin vücûda getirilebileceğini düşünmek asla doğru olamaz. Nitekim hâdisât bunu göstermemiş midir? Her ne kadar bugün Bâb-ı Âli'nin az çok Avrupalı gibi giyinmiş asker ve zâbitânı varsa da, ordusu yoktur. Bâb-ı Âlî eski Türk ordusunu inhilâle sevketmiş, fakat yenisini te'sis eylemek iktidarını gösterememiştir."
"Hükümetinizi, mevcudiyetinizin üssü'l-esâsı olan ve pâdişâh ile müslüman tebaası arasında başlıca bir rabıta teşkil eden dîni kanunlara hürmet ve riâyet esâsı üzerine bina ediniz. Zamanın doğurduğu zaruretleri nazar-ı itibâre alınız. İdâri işlerinizi nizâma alınız ve ıslah ediniz. Lâkin âdetlerinize ve içtimâi meziyetinize uygun olmayan bir idare usûlünü tesis etmek için, eski idareyi yıkmayınız. Aksi takdirde pâdişâhın ne tahrîb ettiğinin, ne de yıktığının yerine koyduklarının, kıymet ve değerini bilmediğine hükmolunur. Avrupa'dan sizin kaanunlarınıza ve nizâmlarınıza uymayan şeyleri iktibas etmeyiniz ve almayınız. Zira garb kaanunları, hükümetinizin temelini teşkil eden kaanunların usûl ve kaaidelerine asla benzemeyen esaslara istinâd eder. Garb ülkelerinde esas olan şey, Hıristiyan kaanunlarıdır. Siz Türk kalınız. Lâkin mademki Türk kalacaksınız, şeriata temessük ediniz. Sâir dinlere karşı müsamahakâr olmak için, şeriatın size gösterdiği kolaylıklardan istifâde ediniz. Bir kaanunun icra ve tatbik sebepl¬rini temin etmeden asla ilân etmeyiniz. Fakat bunu yaparken garbın efkâr-ı umûmiyesi addettiğiniz şeye ehemmiyet atfetmeyiniz; siz bu efkâr-ı umûmiyeyi, Avrupa'nın umumî sadasını anlamıyorsunuz. Eğer terakki yolunda adalet, vukuf ve malûmat ile ileriye doğru hareket ederseniz, Avrupa efkâr-ı umûmiyesinin şâyân-ı ehemmiyet olan kısmı size mütemayil ve müteveccih olacaktır...
"Hulâsa, Bâb-ı Âlî'ye, ahvâl ve şeraiti, Türkiye İmparatorluğu'nun ahvâl ve şeraitine uymayan garb hükümetlerini, her şeyden evvel taklide şâyân bir nümûne şeklinde telâkki ederek ona göre ıslahatta bulunmamasını, esas kaanunları şarkın âdetlerine ve âdabına uygunluk göstermeyen hükümetleri taklid ve hâl-i hâzırda her türlü yaratıcı ve nizâmlayıcı hassadan mahrum olup İslâm memleketlerine za¬rar vermekten başka bir netice hâsıl etmeyeceği aşikâr olan ıslahatı kabul ve tatbik etmemesini tavsiye ederiz... Acaba beni siyâsî hayâllere bağlanmakla mı itham edeceklerdir?.. Varsın öyle olsun..."


Yabancı dostlar ne derlerse desinler, 15 Haziranda yerle bir edilen Yeniçeriliğin ilgasına dair ferman, iki gün sonra her tarafa duyurulur. "Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye" kurulur. Yeniçeri Ağalığı da kalkmış olduğu için, Yeni orduya da benzeri bir Ağa lazım olduğu düşünülünce ilk akla gelen isim, son olaylarda çok yararlı görülen Ağa Hüseyin Paşa olur. "Yeniçeri Ağası" tarihe karışırken, "Asakir-i Mansûre-i Muhammediyye Seraskeri" tarihlere geçer.
"Yeniçeriler Hacı Bektaş'ı yanlış olarak ocaklarının piri saydıkları, kışlalarında daimi surette bir Bektaşi babası bulundurdukları ve bilhassa vaka günü babalar ocak propagandası yaptıkları için 8 Temmuz Cumartesi günü Bektaşi tarikatı de ilga edilip mensupları muhtelif yerlere sürülmüşler."

Hocapaşa Yangını

Yeniçeri Ocağının kapanmasının İmparatorlukta sevinç meydana getirdiği anlatılırken, az da olsa memnun olmayanı var imiş; bunlardan biri bir gün Sultan Mahmud'u görür ve yaptığı işin büyük bir hata olduğunu yüzüne haykırır. Adam yakalanıp hapise atılır, adına da "deli" denir.
İki Ağustos Çarşamba günü Hocapaşa mahallesinde bir yangın çıkar, 36 saatte zor söndürülen yangın neredeyse İstanbul'un üçte birini kül eder. Pâdişâhın, yeni kurulan ordu için talim sahası aradığı halk arasında dolaşmakta; bunu Pâdişah'a hakaretten hapse giren kişi de bilmektedir. Yangında içeridedir ve etrafındakilere şunu söyler:
"Sultan Mahmud bir talimlik yer istiyordu, biz ona İstanbul'un üçte birini açtık; istediği gibi kullansın" Bu adam ölünce mezarı ziyaretgah olmuş." (Ziya Nur Aksun, Osmanlı Tarihi)
Ordu'da yeni düzene geçilmesi, umulmadık sıkıntılar meydana getirdi. Sanki eskiye ait hiçbir şey kalmasın diye, tepeden tırnağa bütün kıyafetler değiştirildi. Altyapı hazırlığı olmadığı için dışarıdan getirilen giyim kuşam, yeni masraf kapıları açtı. Yeni askerlerin eğitiminde doğan güçlüklerin giderilmesi, yeni subayların ithalini gerektirdi. Mısır'daki Mehmed Ali Paşa'dan halis Türk veyahut Arap subaylar istendi. Onun da bu vasıftaki subaylarının Fransız olduğu anlaşılınca! İş iyice sarpa sardı. "Avrupa memleketlerine harp sanatını öğrenmek için talebeler gönderildi." Türkiye'de yüksek bir harp okulu ile bir tıp okulu kuruldu.
Âdeta, devlet yeniden kuruluyordu. Ordudaki rütbeler değiştirildi, ûlâ, saniye, sâlise, râbia gibi yeni isimlerle dünyaya ayak uydurulacağı sanıldı. "Dâr-ı Şuray-ı Askerî", "Meclis-i Vâlây-ı Adlîye", "Dar-ı Şûray-ı Babıâli" meclisleri hayata geçirildi.
Bunlarla, bugün de pekçok insanımızın durmadan türküsünü söylediği Batılılaşma tüneline girilmiş oluyordu. Ne o günlerde biliniyordu bu tünelde neler görüleceği ve nasıl çıkılacağı, ne de bugün biliniyor.
İkinci Mahmud'un getirdiği yeniliklerden biri de, modern manada nüfus sayımıdır. Bu sayımla Anadolu’da 2 milyon Müslüman 400 bin Hıristiyan, Rumeli’de 500 bin Müslüman; Kıpti; Yahudi dahil 1 milyon diğerleri tespit edildi. Bunlar erkek nüfus idi.
Posta teşkilâtı, pasaport kullanma da İkinci Mahmud'un getirdiği yeniliklerdendir.

Sosyete Alanında Düzen

Enver Ziya Karal, yukarıdaki başlık altında padişahın ve etrafındaki ricalin beşerî münasebetlerde uyacakları yeni kuralları anlatıyor. "Pâdişâh, kendisini büyük memurlardan ayıran ve herkese yukarıdan bakması esasına göre ayarlanmış olan âdetlerle törenleri bıraktı. Bakanlar ile ulemânın huzurunda oturmalarına müsaade etti. Mısırlı kıyafetini benimsedi ve sokağa Mısırlı kıyafetinde çıkmaya başladı. Sakalını kısa kesti. Devlet adamlanı da kendisi gibi hareket etmeye teşvik etti. Eski usûlde kıyafetlere bağlı kalanları azarladı."
Pâdişâh her şeyi ile Avrupa'ya benzemeye hem kendini, hem de çobanı olduğu sürüsünü mecbur tutmaya başlamış; törenlerle doğum günü kutlamayı da adet edinmişti.
Eskiden devlet adamları meslek ve makamlarına göre şekli değişen kavuk giyinirken, herkese tek tip fes giyme mecburiyeti getiriyor, halkı serbest bırakıyor. Halk başına istediğini giyebildiği için, halk anlatılırken söylenen "Başı bozuk" tabiri de o günlerden kalıyor.
İkinci Mahmud eğitim alanında ilerlemek için büyük gayretler sarf ediyor. İlk okulu okuma mecburiyetini -İstanbul için- getiriyor, diğer okulların kurulmasına, modern eğitimle talebeler yetiştirilmesine çalışılıyor ama medreselere dokunmuyor. Gerçi oralarda eğitim bir hayli seviye kaybetmiş, modern hayata uyacak bilgilere sırt çevrilmiş amma, dinî eğitimin yine de medresede tahsil ediliyor olması, açık kalmaları için yetmiş. Kimbilir, belki de şimdilik, kaydıyla dokunulmamıştır.

Yeni Ordu Neler Yaptı? Navarin Baskını (20 Ekim 1827)

Sultan Mahmud'un hamlelerini çok çok özetleyerek aktarmaya çalıştık. Fakat dünya bundan ibaret değildi. Daha önceleri olduğu gibi, yine etrafımızda fırsat kollayan düşmanlarımız vardı ve bunlar "Şu Pâdişâhı rahatsız etmeyelim de iç işlerini bir yoluna koysun, ondan sonra görüşürüz" demeyeceklerdi!
Avrupa efkârı umûmiyesi (kamuoyu) Yunan âsilerini destekliyor, Akkerman Anlaşması (7 Ekim 1826) ile cüretlenen Rusya, Osmanlı İmparatorluğu'nu yutma sevdasında. Fransa, İngiltere, Avusturya farklı hesapların peşinde ise de müşterek hedef Osmanlı'nın tekmelenmesi. Londra'da İngiltere, Fransa ve Rusya arasında imzalanan protokol Yunan meselesinin Yunanlılar lehine hallini içeriyordu. Pâdişâha takdim edilen prtokol bir süre sonra reddedildi. Sultan Mehmet kendisinin bağımsız bir hükümdar olduğunu ve Rumların meşru hükümdarlarına isyan ettiğini, İngiltere'nin İrlanda meselesine başka devletlerin müdahalesini istemediği gibi Devlet-i Âliye'nin de içişlerine karışılmasına müsaade etmeyeceğini söyledi.
Görüşmeler; elçiler ve Reisülküttab arasında uzun süre devam etti. Reis Efendi (Reisülküttab) "biz her şeyi yapmaya hazırız, hatta toplar Sarayburnu'nda görünseler bile pâdişâhın kararı değişmeyecektir" dedi
İstanbul'a isteklerini kabul ettiremeyen devletlerin Akdeniz'deki donanmaları müştereken hareket edip, Navarin önlerine geldiler. Osmanlı-Mısır donanması limanda demirliydi. Henüz, savaş ilan edilmiş değil iken, dostane görünüşüyle liman ağzına kadar gelen düşman! gemileri ateşe başladı. Hazırlıksız -kalleşçe- bir tuzağa düşmüş olan "Osmanlı-Mısır donanması 3,5 saat içinde büyük kısmıyla imha oldu." Osmanlı ve Mısır gemilerinden batan 10, yanan 36, işe yaramaz duruma gelen sayı 6 idi. Böylece altmıştan az fazla olan geminin tamama yakını devreden çıkmıştı. Düşman, düşmanlığım bildirmeden saldırmıştı, onların ateş gücü yüksek 27 gemisi ve buna ilaveten kalleşlikleri Navarin Fâciası'na sebeptir. 8000 kadar askerimizin şehid düştüğü söyleniyor. Yorga Tarihi Türk şehidi 6000 idi diyor ve Hıristiyanların usûle aykırı hareketini hiç ka'le almadan "zaferin mükemmel" olduğu görüşüne yer veriyor.
Bu adi baskın sonrası ilgili devletler olaydan haberdar olmadıklarını belirtip, vicdanî mesuliyetten sıyrılmaya, dünya kamuoyu önünde temize çıkmaya çalışmışlardır."

Türk-Rus Harbi

Navarin Baskını'yla, alnında lekesiz kalan noktaları bile kirleten Rusya, Türkiye'nin zaafını kendisine nimet bilerek, tiynetini işlemiye çalışıyor. Sözünü Fransa ve İngiltere'ye dinletebilse idi, üçü birden saldıracaktı ama, olmuyor. Yalnız başına savaş ilan ediyor. 26 Nisan 1828 ve 8 Mayısta Prut Nehri'nden geçip Osmanlı arazisine giriyor. Vuruyorlar, kırıyorlar, alıyorlar... Ordumuz ne yapıyor? Savaşamıyor! Rusların Türkiye'yi ne kadar küçülttüğüne bakalım. Sükut eden yerlerimiz. 6 Haziran İsakçı, 11 Haziran, Anapa, 19 Haziran, İbrail, 6 Temmuz, Pazarcık, 7 Temmuz Kars şehri, 13 Temmuz Harsova, 14 Temmuz Pravadi, 15 Temmuz Kars Kalesi, 28 Ağustos Ahıska ve sonra Varna. (Varna'nın, kale muhafızı Serezli Yusuf Paşa tarafından Ruslara satıldığı iddiası İ. H. Danişmend'de var). Paşa maiyetindeki Rumeli askerleriyle beraber Rusya'ya iltica etmiş. Yazıklar olsun!
Rusların 1828 seferi böyle devam ederken, 1829 geliyor. 28 Şubatta Süzebolu yakılıp, yıkılır ve işgal edilir. 10 Haziranda Vidin civarındaki Rahava, sonra Silistre... Bir yangındır devam ediyor sanki rüzgarı arkasına almış Ruslar. Erzurum ellerine geçer. Balkanları aşan Kazak atlıları Edirne'de görünürler. Şu hale hiçbir zaman için şahit olmamıştı bu aziz topraklar. Edirne'den sonra Kırklareli, Tekirdağ, Enez bir adım daha atabilseler İstanbul... Erzurum'daki Ruslar da Trabzon'a doğru -babalarının memleketi gibi-ilerliyorlar...
Türkiye ne yapsın, dizde derman yok. Ruslar düz yolda yürüyor sanki durmadan puan topluyorlar. Bastırsalar tuş ederler. Bâb-ı Âli sulh istiyor. Rusları sulha razı edebilmek bile başarıdır. İngiltere'ye ve Fransa'ya aracı olmaları rica edilir, onlar da kırmaz Bâb-ı Âli'yi; Rusya'ya derler ki "nasıl olsa İstanbul'u almana dünya müsaade etmez, sen şu zaferini altına çevir, zengin ol" Yunan bağımsızlığının tanınması için, prenslik yılda 37.000 altın vergi taahhüdünde bulunmuştu. Rusya Türkiye'den 11.500.000 altın istiyor. Türkiye'de bu imkân var mı? Ne gezer! "Borçlan" diyor Rusya; sen ödedikçe ben topraklarıdan çekilirim. Dedikleri gibi olur. İkinci Mahmud yenilenme yolundaki harcamaları durdurup, Ruslara ödeme yapmaya başlar altınlar ve bu para 5.5 senede ancak ödenir. Ruslar da en son Romanya'dan ve Silistre Kalesi'nden çekilirler. (8 Nisan 1836) Sulh anlaşması (14 Eylül 1829)
İkinci Mahmud'un oğlu Mecid'den sonra Abdül Aziz de dünyaya gözlerini açar (7/8 Şubat 1830) Onun da göreceği günler, çekeceği çileler ve yapacağı hizmetler vardı.
Pertevniyâl Valide Sultan, onu en iyi şekilde yetiştirip sırtı yere gelmeyen bir pehlivan yapacak amma, zamanı geldiğinde bazı kalleşlerin kanını akıtmasının önüne geçemiyecekti.
Cezayir 5 Temmuz 1830'de Fransızların olur. Onları durdurmaya gücümüz yetmez. Vali Hüseyin Paşa üç sene önce tokatladığı konsolosun hışmına uğrar. Memleketi sahip çıkar Deval'e ve Cezayir'i işgal, İzmirli Hüseyin Paşa'yı esir eder. Cezayirliler Fransızlardan kurtulmak için su gibi kan akıtacaklar, isteklerini kazanmak uzun seneler isteyecek, Osmanlı idaresini hasretle anacaklar, evlatlarına, torunlarına anlatacaklar...

Mısır İsyanı Veya Besle Kargayı Oysun Gözünü

Mısır bir büyük Osmanlı eyaletidir ve Osmanlı Devleti adına Kavalalı Mehmed Ali Paşa hükmediyor. 1770 senesinde Konya'dan Kavala'ya göçen İbrahim Ağa'nın oğlu Mehmed, bekçibaşı olan babasının ölümüyle, küçük yaşta yetim kalınca Amcası Tosun Ağa sahiplenmişti. Bu sahiplenme fazla sürmez, Tosun Ağa idam edilir. Küçük Mehmed kimsesizliğin açılarıyla olgunlaşır... Kavala'da tütün ticareti yapan Fransız tacirinin önce postacısı, sonra simsarı olarak çalışırken 18 yaşında asker olur. Mehmed Ali büyüklerin dikkatini çeker, büyükler de onu zengin ve dul bir kadınla evlendirirler.
Mehmed Ali Paşa'ya yavaş yavaş aralanan şans kapısı, Napolyon'un Mısır'ı işgaliyle epeyce açıldı. "Osmanlının, İngiliz yardımıyla gönderdiği ordu birlikleri arasında Kavala hakiminin hazırladığı bir kıta vardı, Mehmed Ali de bu kıtanın kumandan muavini olarak Mısır'a geldi." Ve Kavalalı sonunda Mısır'a Vali oldu. Daha sonraları Bâb-ı Âli'nin isteğiyle, oğlu İbrahim'i Mora isyanını bastırmaya gönderdi. Paşa vali olarak Mora'da kaldı. Aradan zaman geçip de Mora Yunanistan'ın olunca, İbrahim Paşa'ya Girit Valiliği teklif edildi, paşa kabul etmedi. Babası Mehmed Ali Paşa da Rusların Balkanlara tecavüzünde Pâdişâhın emrine uyup asker göndermemişti; böylece Mısır idarecileriyle Bâb-ı Âli'nin arası açılmış oldu.
Mısır Firavunlar zamanı alışkanlıklarını Mehmed Ali Paşa'ya da bulaştırmıştı. Ehram yaptırmıyor, fakat, bayındırlık işlerine çok önem veriyor, bunun için de fellahları gece gündüz çalıştırıyordu. 600 fellah isyan edip Filistin'e kaçınca, Paşa iade edilmelerini istedi, Vali Abdullah Paşa Mehmet Ali Paşaya "hayır!" dedi. Ve kavga başladı. Mehmed Ali Paşa, oğlu İbrahim Paşayı 40 bin askerle Filistin'i cezalandırmaya gönderdi. (10 Ekim 1831)
İşler nereden nereye geliyor! Vefa, o günlerde, hatta ondan önceki günlerde de yokmuş. Koskoca Osmanlı devleti kah düşmanları, kah böyle valiler eliyle hırpalanıyor durmadan.
Gazze, Yafa, Kudüs ve Hayfa olgun meyveler gibi düşer İbrahim Paşanın sepetine. Şam'a girer Paşa. Devlet-i Âliye'nin orduları dayanamaz Mısır'ın ordusuna. Sultan Mahmud'un paşaları yenilir Mısır'ın paşasına. M. Ali Paşa fermanlu ilan edilir. O bir idam mahkumudur ama, kim yakalayacak!
3 Kasım 1832'de Sadrâzam Reşit Mehmed Paşa 60.000 askerle yürüdü. İbrahim Paşa 21 Kasımda Konya'ya girdi.
Konya yakınlarında, daha az askeri olan İbrahim Paşa ile Sadrâzam ve Serasker Reşit Mehmed Paşa karşılaştılar. Çok karlı bir havada cereyan eden savaşta Reşit Paşa yanlışlıkla Mısır süvarilerinin arasına girdi ve dolayısıyla esir düştü; ordu bozuldu.
Sultan Mahmud'un yenilik hareketlerini sevmeyen halk, tarafsız kalmış, hatta öbür tarafa sempatiyle bakanlar bile olmuştu. Esir düşen bir Osmanlı paşasıdır. Mısır Paşası da saygılı davranıp, Reşit Paşaya istediği tarafa gidebileceğini söyleyince Reşit Paşa tabii ki İstanbul'u istedi.
Mısır ordusu durdurulamıyordu. İbrahim Paşa 2 Şubat 1833'te Kütahya'yı işgal etti. İşi o kadar ilerletti ki, Mısır Paşası, Osmanlı devletiyle Kütahya'da bir masaya oturup, anlaşma imzaladılar. Suriye Şam, Halep, Mısır, Sudan, Habeş, Filistin, Lübnan, Adana ve Cidde Mehmed Ali Paşa'ya verildi. İsyancılar hakkındaki idam fermanı kaldırıldı.
Mısır ordusunun Anadolu'yu tahliyesi de antlaşmada kayda geçilmesine rağmen Bâb-ı Âli güvenmedi İbrahim Paşa'ya gerektiğinde yardımı görmek için Rusya ile Hünkar iskelesi adıyla meşhur antlaşmayı yapmaya mecbur oldu. (8 Temmuz 1833)
Yılmaz Öztuna Mısırlı Paşalarla yapılan andlaşma için: "7 eyaletin bir tek valiye verilmesi, İmparatorluğun adeta Osmanoğulları ile Kavalalılar arasında paylaşılması gibiydi" diyor.
1838'e kadar Mısır meselesi unutulur. Sultan Mahmud'un İngilizlerle yaptığı tekel anlaşması, Mehmed Ali Paşa'nın gelirinin % 60'ını elinden alıyordu. İngiltere lehine Türkiye'nin de zararına olan bu anlaşmanın Mehmed Ali Paşa korkusundan yapıldığı; ama Pâdişâhın çok tenkide uğradığı anlatılır. Çünkü bu anlaşma Türk sanayinin gelişmesine engel teşkil etmektedir.
Mehmed Ali Paşa Bâb-ı Âli'ye yıllık yüklü miktarda vergi ödüyordu. Tekel anlaşması gelirini azaltınca, o da vergiyi geciktirdi ve savaşın yeniden başlamasına sebep oldu. "İbrahim Paşa Suriye'de 80.000 asker hazırlamıştı. Mehmed Ali Paşa da Mısır'da 50.000 asker ve donanmayla bekliyordu.
Osmanlı Devleti adına Hafız Paşa 40.000 askerle savaşa hazırdı. İbrahim Paşa ile Hafız Paşa 24 Haziran 1839 da Nizip'te karşılaştı.
Sultan Mahmud son günlerini yaşıyordu. Nizip'te Hafız Paşa'nın Osmanlı ordusu İbrahim Paşa'nın Mısır ordusuna mağlup oldu.
Mağlubiyetin sebebi: Mısır ordusu bozulmak üzere tam panik hali yaşarken Cuma günü oluyor. O gün kuvvetli bir hücum yapılsa karşı tarafın işi bitirilecek ama Hafız Paşanın softalığı tutmuş ve ulemaya sormuş. Bugün hücum etmek caiz midir? Aldığı cevap hayır olunca, hayırsız bir neticenin önü açılmış. O gün hücum edilmesini isteyen harpçı subaylardan biri de meşhur Maltke'dir. Henüz yüzbaşı rütbesiyle Osmanlı ordusuna hizmet ediyordu. Hafız Paşa iş bilenlerin sözlerini dinlemeyince, bilahare bütün savaş levazımatını savaş meydanında bırakıp, kaçan askerle beraber kaçtı.

İkinci Mahmud'un Ölümü

Sultan Mahmud önceki pâdişâhlardan devam ederek gelen bir büyük işi neticelendirmeye çalıştı. Bu yüzden tenkit edeni de takdir edeni de boldur. Yaptığı yenilik hareketlerinde uyguladığı yanlışlıkları eleştiren Hıristiyan devlet adamları da olmuştu, "bilhassa cahil ve müteassıp tabakaların kendisini tekfir derecesine varan husûmetlerine rağmen teceddüt yolunda gösterdiği azim" diye yazan Danişmend, belli ki seviyordu. Yılmaz Öztuna ise "İkinci Mahmud Türk tahtının 2,5 asırdan, Kanuni'nin ölümünden beri görmediği çapta bir hükümdardı. Dağılabilecek imparatorluğu, şahsiyeti ve inkılâpları ile nispeten az kayıplarla kurtarmıştır" diyor.
Bilhassa Mehmet Ali Paşa ve oğlunun isyanı ile çok sarsılan, uykuları dağılan Sultan Mahmud veremden öldüğünde 53 yaşını bitiriyordu. Padişahlığı 30 sene, 11 ay, 4 gündür. Hayatında, devletin yaşadığı son felaket Nizip Bozgunu'dur, fakat Pâdişâh bu felaketi duymamıştır.
Yapmak isteyip de yapamadıkları çok fazlaydı. Oğlu Abdülmecid ile Reşit Paşa bıraktığı yerden devam edecekler, onlar da dua ve nefret kazanacaklar. Sultan Mahmud:
"Posta, karantina, nüfus sayımı, Rüştüye, Tıbbiye, Harbiye mekteplerinin tesisi, buharlı gemi v.s. gibi teknik terakkiyatın memlekete girmesinde ön ayak olması, Unkapanı Köprüsü'yle daha pek çok hayırlı teşebbüsleriyle eserleri inkıraza doğru giden devleti muhakkak bir vartadan kurtarmıştır"
Sultan İkinci Mahmud yaşadığı muhataralı senelerde, gönlünü dinlendirecek zaman buldukça baş koyacağı dizlere fayzasıyla sahipti.

Bir Başka Açıdan Sultan II. Mahmud

Askerî Tıbbiye ve Harbiye onun zamanında kuruldu. Avrupa'ya, askerî sahada yetişmeleri için talebeler gönderildi. Medreselerde ilaveten Rüştiyeler açıldı. Devlet memurları yetiştirmek amacıyla Mekteb-i Mârif-i Adlî açıldı. Öğrenim parasız ve ilk tahsil mecburî idi. İlk defa bir gazete neşre başladı. "Takvim-i Vekâyi" (Ekim 1831). Bu gazeteden Avrupa ülkelerine de gönderilerek, propagandaya çalışıldı.
Devlet teşkilatında isimlerin yenilenmesi de İkinci Mahmud zamanına aittir. (Sadrâzam'a Başvekil, Reis-ül Kut-tab'a Hariciye Nazın gibi.) Postacılık, nüfus sayımı vs. yani birçok yenilik, doğuşunu II. Mahmud'a borçludur.
Hayır sahibiydi: Bâyezid Yangın Kulesi, Unkapanı Köprüsü, Beylerbeyi ve Çırağan Sarayları, Hidâyet, Nusretiye ve Tevfikiye Camileri onun eserleridir. Tamirini yaptırdığı Eyüb Sultan Türbesi, sanduka üzerindeki elyazısı ile güzelleşti; bu yazı da padişahındır.
Anlatılan, seyredilen hayatına aklanıp da başka hiçbir şey yapmadığı, sadece günü kurtarmaya çabaladığı sanılmamalıymış. İlim ve kültür sahası, hayır sahası da ondan alacağını almıştı. Bütün samimi Müslümanların ortak duygusu onda da vardı. Peygamber âşığıydı.
Osmanlı pâdişahlanna hacc yasağı olduğu için kutsal topraklara -o da- gidemedi, orayla ilgili hizmeti imkân ölçüsünde oldu. Ama: Peygamber Efendimize karşı, sanki mahcubiyet içinde, vazifesini yapamamış insanların halet-i ruhiyesi içindeydi. Buna delilimiz aşağıda. Bir şamdanla beraber Hücre-i Saadet'e hediye ettiği, kendi hattı ile kendi gönlünden kopan mısralar...


Şamdan ihdâya eyledim cür'et yâ Resülallah!
Muradım der-i ulyâya hizmet, yâ Resülallah!
Değildir ravdaya şâyeste, destâviz-i nâçizim,
Kabulünle kıl ihsan-u inayet, yâ Resülallah
Kimim var hazretinden gayrı, hâlim eyleyem ilam,

Cenâbındandır ihsân-u mürüvvet, yâ Resülallah!
Dahîlek, el-amân, sad el-amân, dergâhına düştüm,
Terahhüm kıl, bana eyle şefaat yâ Resülallah
Dü âlemde kıl istishâb bu Han Mahmûd-i Adliyi,
Senindir evvelü âhırda devlet yâ Resülallah !
 

Bu konuyu görüntüleyen kullanıcılar

Geri
Üst Alt