Endülüs’e Ağıt-Endülüs Mersiyesi

Talebe

Yönetici
Katılım
14 Şub 2021
Konular
559
Mesajlar
4,059
Tepkime puanı
10,674
Puanları
113
Meslek - Branş
Öğretmen - Tarih
Talebe Hakkında ek bir bilgi sağlanmamış.
Endülüs’e Ağıt-Endülüs Mersiyesi

Çıkan iner, kalkan düşer, her yükselişin var bir sonu.
Niçin bunca gurur; maldan, mülkten, addan, sandan insanoğlu?
Oluşta ne var ki olduğu gibi dursun, hiç değişmesin.
Sen de gök gibisin, bir gün masmavi güneşli, bir gün bulutlu.

Bu dünya kime kalmış, yaramış ki kalsın, yarasın sana da.
Yok hiçbir çizgisinde bu yeryüzünün ölmezlik rengi ve ölmezlik kokusu.
Zaman değişmek bilmez, kesin ölçülü ve hükümlüdür,
Geri döner, paralar sahibinin zırhını, kılıçlar ve kargılar iIeri doğru işlemez oldu mu…

Zaman bu, ona ne kılıç kını dayanır ne meşhur kaleleri sultanların.
Kınlar eskir, kaleler çürür, o kaleler dünyanın en sarp yurdu
Gımdan olsa da Gımdan, şahin bakışlı ve kartal duruşlu.

Nerede? De bana, o taçlı hükümdarları Yemen’in?
De bana, onların taçlar içinde bile taç olan taçları ne oldu?
Şeddadın cennet diyerek kurduğu saraylar ülkesi İrem,
Sasanilerin ebedî sanılan devleti ne oldu?

Altınları yığdı yığdı da bir dağ yaptı Karun, hani o dağ?
Hani Âd, hani Adnan, hani Kahtan, dünya nimetlerinin köpüren yurdu?
Reddi mümkün olmayan bir hâle uğradılar.
Bir masal oldu onlar. Bir varmış bir yokmuş. Bir toz toprak bulutu.

O taçlar, o devletler, o mülkler, saltanatlar, bir rüyadır artık.
Her biri, hayalden geçen gölge gibi zamandan geçip durdu.
Gün oldu, zaman denen yaman er, sağa döndü Dara’yı uçurdu bir vuruşta;
Sola döndü Kisra’yı. Kisra’yı ne tahtı ne sarayı kurtarabildi, korudu.

Saltanatının yeller esti yerinde, yellere hükmeden Süleyman’ın;
Şiddetinden ötürü Sâb denen Münzirse, don vurmuş ağaçlayın kurudu.
Zamanın fâciaları çeşit çeşit, türlü türlüdür: O ne zengin fâcia bezirgânı!
İki burçlu bir kaleyse o, sevinç bir burcu, hüzün bir burcu.

Her fâciayı unutmak mümkün, olup biten bütün bunları unutmak olabilir.
Ama İslâm’ın başına geleni avutacak ne bir neşe olabilir ne unutturacak bir korku.

Endülüs’e öyle bir felâket çöktü ki yok bir eşi.
Dehşetinden Medine’de Uhud, Neciddeki Şehlan Dağlar’ı yerinden oynadı,
Bir deprem ki yer yarıldı arz boyu.

Ah! Yarımadada İslâm’a göz değdi. Yağdı belâ yağmur gibi.
Şimdi o canım Endülüs şehirlerinde, İslâm’ın ne namı var ne nişanı!
Sanki hiç olmamıştı, sanki baştan beri yoktu.

Belensiye’ye bir sor, Mursiye’nin hali nicedir?
Şatibe’nin başına gelenler? Ceyyan ne oldu?
Toprağı buram buram bilgi tüten Kurtuba.
Bilginlerinin adı ta uzaklarda çınlayan Kurtuba’ya ne oldu?

Nerede Hıms’ın o ışıklı, o aydınlık bahçeleri, güneşi tazeleyen bahçeleri.
Tükendi mi çılgın çılgın akan şeker gibi tatlı nehirlerinin suyu?

Endülüs binasının temelinde birer köşe taşıydı bunlar.
Bu güzelim vatan köşeleri kül hâline geldikten sonra yaşamak boşun boşu,
İnsan yaşamaya ne borçlu?

Yüce Şeriat, yârinden ayrılmış bir genç gibi.
Güçlü bir genç gibi sessiz fakat gözünde gözyaşı dolu.
İslâm’dan boşalıp inkâr karanlığıyla dolan Endülüs için,
Ulu Şeriat; karalar bağladı, gece gündüz yas tuttu.

Cami kilisedir artık, hilâl yerine haç asılı.
Nur yüzlü ezan yerine bitmeyen bir çan sesi, bir baykuş uğultusu...
Mihraplar ki taştandır, minberler ki ağaçtan,
Canlı cansız ne varsa bu hâle inledi durdu.

Ey ibret dolu geçmişten ibret alacak yerde, günü birlik işlere, dedikodulara batmış kişi!
Sen uyu bakalım; ama zaman için ne demek dinlenmek ne demek uyku!
Ey göğsünü gererek benim ülkem, saltanatım diyen, kurumundan geçilmeyenler!
Siz Hıms’ı gördünüz mü?
Hıms’tan sonra hangi vatan verir insana vatan fikrini, duygusunu?

Endülüs’ün başına gelen felâket tarihin bütün felâketlerini unutturdu;
Ama dünya durdukça unutulmayacak, yâd edilecek bir felâkettir bu!

Ve siz, ey yarış yerlerinde şahin gibi uçan,
Yay gibi gergin Arap atlarının üstüne kurulu süvariler!
Ve siz, savaşın karanlığı, toz dumanı içinde
Pırıl pırıl kılıçlarını savuran kahramanlar ordusu!

Ve hele siz denizaşırı ülkelerde, bin nimet içinde,
Saltanat içinde muhteşem bir hayat sürenler;
Bir hayat kesintisiz, bir ömür boyu!

Endülüs’ten, Endülüs’ün zavallı halkından var mı haberiniz?
Her yer onların felâketini duydu, sizin kulağınız sağır, gözünüz kör, kalpleriniz mefluç mu?
Ölen asker, esir kadın, ufuklara bakıp bizden,
İmdat ummuş, beklemişti; son ana dek. Hiç düşündünüz mü bunu?

Onların sesi, insan olanın yüreğini eritirken
Siz Müslümanlar, onların kardeşi, kayıtsız, halinden memnun ve haz maymunu!

Yürekli, utanan, alçalmaktan korkan,
Kardeş için can veren kimse kalmadı mı yeryüzünde?
Hakk’ın yardımcısı, hak peşinden giden, kendini Hakk’a adamış tek kişi yok mu?

Dünyanın efendisiydi bu millet, şimdi dünyanın kölesi.
Neler çekiyorlar? Yüzleri bile tanınmaz hâle geldi. Ya Rabbi ne kaderdir bu!
Kendi yurtlarında bey idiler, şimdi küfr ülkesinde uşak.
Ululuğun doruğundan eziliş uçurumuna yuvarlanan bu halka acıyan yok mu?

Alçalışın örtüsü, kalın bir gece gibi sarmış dört yanlarını.
Başsız, şaşkın, olup bitene hayrette, gözleri büyümüş, bakışları korkulu.

Sen de şahit olsaydın benim gibi,
Onların yurtlarından koparılıp satılışlarına pazarda, ey insanoğlu.
O hıçkırıklar senin de aklını komazdı yerinde benim gibi.
Canı vücuttan çeker gibi ayırdılar, anadan yavrusunu.

Ya o kızlar ki yakuttan ve mercandan dökülmüşlerdi sanki. Ve bir sabah;
Dağ ucundan yeni çıkan bir güneşin masumluğu içindeki
O Meryem yüzlü kızları da saçlarından sürükleyip götürdüler, kirli yataklarına.
Haykırışları yırttı gökleri. Yürekleri parça parça, babalarsa kan kustu.

Daha ne anlatayım, yüreklerin erimesi için bir tanesi yeter anlattıklarımın,
Eğer o yüreklerde İslâm’dan ve imandan bir eser varsa elbet, ey insanoğlu!


Ebu’l-Bekâ er-Rundî
 

Bu konuyu görüntüleyen kullanıcılar

Geri
Üst Alt