Miri Arazi

MÎRÎ ARAZİ


Osmanlı Devleti'nde mülkiyeti devlete ait olup tasarruf hakkı kullananlara devredilmiş arazî.


Sözlükte "devlete-hazineye ait, hükümet malı" anlamına gelen mîrî kelimesi, Osmanlı döneminde devlet hazinesi yanında devlete ait topraklan ve bu topraklardan alınan vergileri ifade eden bir kavram haline gelmiştir. Tarihî belgelerde devlete ait topraklar için "arâzî-i memleket" tabiri de geçmektedir. Mîrî kelimesi Eyyûbî ve Memlükler'de askeri görevliler için de kullanılmıştır. Osmanlılar'da mîrî arazi kapsamına, fetih sırasında ele geçirilip mîrî olarak reayaya devredilen topraklarla, mirasçı bırakmadan vefat eden kimselere ait olup devlet hazinesine intikal eden, fetih esnasında hangi statüye bağlandığı bilinmeyen, sahibi belli olmayan araziler ve tarıma elverişli değilken devlet başkanının izniyle işlenerek tarıma kazandırılan topraklar girer. Bu tür arazinin çıplak mülkiyeti devlete aittir, reâ-yâya belirli esaslarla tasarruf kullanım hakkı devredilmiştir. Devlet tahsis yaparken "tapu" veya "muaccele" denen peşin bir para alır. Bundan başka "müeccele" adı verilen, "hâsılat hissesi, icâre-i zemîn. bedel-i öşür, mukâtaa" adlarıyla belli bir meblağın ödenmesi de söz konusudur. Harâc-ı muKâseme tabiri öşür vergisine tâbi ürünlerden alınan değişken, harâc-ı muvazzaf ise "çift akçesi" adıyla devlete her yıl ödenen maktu ödemeyi ifade eder.

İslâmiyet'ten önceki dönemde Arabistan'ın güneyinde arazilerin, vergilerini ödemek şartıyla kabile ileri gelenlerine, askerî hizmet karşılığı kumandanlara, savaşla elde edilen toprakların onları işleyecek köylülere verildiği bilinmektedir. Sâ-sânîler'de ve Bizans'ta da benzer uygulamalara rastlanır. Hz. Peygamber de kendi döneminde iktâ sistemini uygulamıştır.[805] Mîrî arazi sisteminin İslâm iktâ [806] veya Bizans "pronoia" sistemleriyle bir ilgisinin olup olmadığı tartışma konusudur. Bazı araştırmacılar, tımar sisteminin Ortaçağ İslâm dünyasında yaygın bulunan iktâ sisteminden kaynaklandığı ve Selçuklular'daki askerî iktâ sisteminin timar adı altında Osmanlılar'a intikal ettiğini söyler. Bizans "pronoia" sistemiyle Osmanlı mîrî arazi sistemi arasında paralellik kuranlar da vardır. Miras yoluyla vârislere geçmeyen, satılamayan, belli bir dönem için verilmiş yararlanma hakkını ifade eden "pronoia" ile benzerlik göstermekle birlikte Osmanlılar'ın mîrî arazi sistemini Bizanslılar yerine Selçuklular'dan aldıkları görüşü genellikle kabul edilmiştir. Öte yandan Osmanlı Devleti'nde mîrî arazi uygulamalarının dönemlere göre farklılık arzettiği de belirtilmelidir.

Osmanlı Devleti'nin kuruluş yıllarında mîrî araziye ilişkin düzenli bir mevzuatın varlığına rastlanmaz. Ancak ilk Osmanlı padişahlarının toprak dağıtım uygulamalarıyla ilgili vakfiyeler, mülknâmeler ve tahrir defterlerine yansıyan kayıtlar bugüne ulaşmıştır. Bunlardan anlaşıldığına göre ilk dönemlerde Anadolu ve Rumeli'de fethedilen arazilerin bir kısmı mîrî arazi adı altında belli kimselere verilmiş, bir kısmı askerler arasında mülk olarak taksim edilmiş, bir kısmı da eski mâlikleri elinde bırakılmıştır. Önceleri mülk tahsisi ağırlık kazanırken zamanla askerî amaçlı dağıtım etkili olmuş ve özellikle Fâtih Sultan Mehmed devrinde yeni düzenlemeler yapılmış, bununla ilgili kanunnâmeler çıkarılarak toprak rejimiyle ilgili mevzuat ortaya konulmuştur.

Klasik dönemde araziye ilişkin olarak hazırlanan kanunların esası, çeşitli zamanlarda padişaha arzedilen meseleler üzerine yapılan münferit düzenlemelerdir. Bunlara ve fıkhî esaslara dayanılarak verilen fetvalar dönemin ulemâsı tarafından derlenmiştir. Mîrî arazinin sistemleş-tirilmesinde ve İslâmî hukuk normları içinde açıklanmasında Şeyhülislâm Ebüs-suûd Efendi'nin önemli rolü olmuştur. Budin hakkında yaptığı düzenleme mîrî arazinin hukukî mahiyetini ortaya koyma açısından ehemmiyetlidir. Ebüssuûd Efendi'ye göre mîrî arazi mutasarrıfları devlete karşı kiracı (müstecir) hükmündedir. Ancak buradaki kiracılık sürekli olduğundan klasik kira tanımına uymaz, dolayısıyla devletle mutasarrıf arasında fâsid bir kira ilişkisi vardır.[807] Ona göre Budin'in fethinden sonra ekilip biçi-lebilen tarlalar oradaki ahalinin elinde bırakılmıştır. Fakat bunlar mülk olmayıp rakabesi devlete ait olan, reayanın ariyet

yoluyla tasarruf edebildiği, ekip biçtiği ve elde ettiği üründen vergi ödediği arazilerdir. Kendilerine arazi tevcihi yapılan kişiler [808] arazinin tasarruf, intikal ve muamelelerini yürütmeye yetkilidir. Bu düzenlemelere göre sipahinin izni olmaksızın yapılan işlemler geçersizdir. Araziyi boş bırakmayarak ekip biçen ve kanunî mükellefiyetlerini yerine getirenler ölünceye kadar bu arazi/er üzerinde tasarruf edebilmektedir. Öldüklerinde ise kendi yerlerine oğulları geçmekte, oğlu olmayanların elindeki topraklar bazı usullere göre başkalarına verilmektedir.

Osmanlı uygulamasında bir yer fethe-dildiğinde devlet oraya tahrir emini veya il yazıcısı adıyla bir memur göndererek araziyi kaydettirirdi. Devlet, mîrî arazi rejiminin işleyebilmesi için gerekli bilgileri bu tahrirler sayesinde sağlardı. Bu işlemle bütün mîrî topraklar verimlerine göre ölçüleri değişen [809] çiftlikler halinde gruplandırılı-yordu; yani Osmanlı Devleti'ndeki mîrî arazide üretim küçük köylü işletmeleri şeklinde düzenlenmişti. Halil İnalcık tarafından "çift-hâne" adıyla tanımlanan bu yapıda her çiftçi ailesine geçimini sağlayabileceği miktarda toprak parçası ayrılmıştı. Tahrir ve şer'iyye sicil kayıtlarında mîrî arazinin büyüklüğünü ifade etmede çift, dönüm, kıta veya arazinin ne kadar tohum istîab ettiği şeklindeki ölçülerin kullanıldığı görülmektedir. Öte yandan belgelerde yer alan kayıtlarda mîrî arazi sayılan topraklar için statülerine uygun hukukî tanımlamaların kullanıldığı görülmektedir. Meselâ "mülk-i müfevvez" terkibi bunlardandır. Kanunî bir muamele ile toprağın tasarruf hakkının bir kimseden diğerine geçmesini ifade etmek üzere de "ferağ" kelimesi kullanılmıştır. Şer'iyye sicilleri kayıtlarında da "ferâğ-ı kat'î-i mu'tebere" ya da "tefviz" gibi tabirler mîrî arazi statüsünün varlığını gösteren tanımlamalardır.

Mîrî arazi mutasarrıfına arazi üzerinde oldukça geniş bir tasarruf hakkı tanınmıştır; dilediği hububatı ekebilir, başkasına kiralayabilir veya ariyet olarak verebilir, tasarruf hakkını ivazlı veya ivazsız şekilde devredebilir. Ferağ sipahinin veya ilgili memurun izniyle yapılır. Bu izin için ilgili memura belli bir ferağ harcı ödenir. Ferağ harcının mîrî arazinin devlet tarafından yeni bir mutasarrıfa verilirken alınan tapu resmiyle ilgisi yoktur. Ferağın bedelsiz veya geri alma şartıyla [810] olması da mümkündür. Mutasarrıf bunun dışındaki diğer bazı tasarrufları da sipahinin veya ilgili memurun izniyle yapabilir. Mîrî arazi üzerine ağaç dikilmesi, bina yapılması bu türdendir. Çünkü mîrî araziye dikilen ağaçların ve yapılan binaların mülkiyeti mutasarrıfa aittir. Mutasarrıf bunları kendi mülkü olması dolayısıyla sipahinin veya ilgili memurun iznini almaksızın dilediği kimselere satabilir, izin ancak araziyi devrederken gerekmektedir. Yine binalar ve ağaçlar mülk olduğundan sahibi öldüğünde mirasçılarına intikal etmektedir. İlgili memur izin alınmadan dikilen ağaçların üç yıl içinde sökülmesini isteyebilir; üç yıl geçtikten sonra bunu talep edemez. İzinsiz inşa edilen binaların yıkılması da istenebilir. XIX. yüzyılın sonlarından itibaren bu konudaki hükümler yumuşatılmış, meyve ağacı dikilmesi, köy ve mahalle haline getirilmemek şartıyla dükkân, imalâthane, tarımla ilgili binaların yapılması izne bağlı olmaktan çıkarılmıştır. Öte yandan mîrî araziye ölü defnedilemez ve mîrî arazi çayır haline getirilemez.

XVII. yüzyıldaki gelişmeler sonucunda mîrî arazilerin mevcut düzenlemelere aykırı olarak mülk haline geçirilmeye çalışıldığı dikkati çeker. Bir yandan sipahiler devletin kontrol gücünün zayıflaması ile mîrî araziye el koyup kendi özel mülkleri gibi tasarruf etme yoluna giderken öte yandan reâyâ siyasî ve iktisadî buhranlar yüzünden toprağını terkederek şehirlere göç etmiş, bunların arazileri devletin malî darlığı sebebiyle mülk olmak üzere satılmıştır. Tîmar sisteminin askerî açıdan fonksiyonunu kaybetmesiyle mîrî arazilerin ziraî-malî amaçlı kullanımı öne çıkmış ve iltizam yoluyla işletilmeye çalışılmıştır. İltizam sisteminin yaygınlaşması, XVIII. yüzyılda mültezimlerin mîrî arazi üzerinde fiilen özel mülkler edinmesine yol açmıştır. 1812 yılından itibaren timar-lar boşaldıkça yeniden tahsis edilmemiştir. Mîrî arazinin bir dönem kanuna aykırı biçimde mülk topraklar gibi kullanılmasından kaynaklanan İhtilâflar, devlet tarafından bu iddia sahiplerine dirliklerine karşılık maaş bağlanıp topraklan ellerinden alınarak çözülmüştür. 1824 yılından itibaren mîrî arazi prensibi daha dikkatle takip edilmiş ve kişilerin bir şekilde ele geçirip kendi mülk arazileri gibi tasarruf ettikleri mîrî topraklara el konulmaya başlanmıştır.

Mîrî arazi sistemi göçebelerin veya dışarıdan gelen göçmenlerin iskânı amacına yarar bir şekilde de kullanılmıştır. Özellikle 1858 Arazi Kanunnâmesi bu konuda iyileştirici hükümler taşıyordu. Kanunnâmeye uygun biçimde üç yıl üst üste ekilmeyen topraklar göçmenlere dağıtılıyordu. İskân edilen aşiretlere de mîrî arazilerden tahsisler yapılmıştır. 1911 'de çıkarılan bir kanunla Diyarbekir'deki aşiretler için mîrî arazi ve teşkil edilen köyler için meralar ayrılmıştır.

Mîrî arazinin mülkiyeti devlete ait olduğu için tasarruf edenin mal varlığına dahil değildir. Bu sebeple Hanefî hukukçularına göre mîrî arazi üzerindeki tasarruf hakkının ölümle birlikte sona ermesi gerekir. Ancak Osmanlı Devleti, belli bir tarihten itibaren arazi tasarrufunu özendirmek için tasarruf hakkının örfî düzenlemelerle mirasçılara intikalini sağlamıştır. Burada amaç, hem bu malların mirasçılar arasında aşırı derecede parçalanmasının hem de vergi mükellefi sayısının artmasının önlenmesidir. Yapılan düzenlemelerle 1567 yılından itibaren mîrî arazilerin mutasarrıfın erkek çocuklarına bedelsiz olarak intikal etmesi esası getirilmiştir. Bu hak 1848'den itibaren mutasarrıfın kız çocuklarına. 1858 yılından itibaren de çocukları yoksa anne ve babasına tanınmıştır. 1867 de intikal hakkı sahipleri sekize çıkarılmış, 1913 yılında zümre usulü kabul edilerek bu hak sahipleri daha da genişletilmiştir.[811] İntikal hakkı sahibi kimse bulunmadığında devlet mîrî araziyi rayiç bedelle üçüncü şahıslara devrederdi. Bu konuda mutasarrıfın tapu hakkı sahipleri denilen belli yakınlarının öncelik hakkı bulunmaktaydı.

1858 Arazi Kanunnâmesi'nin kabulüne kadar Osmanlı mîrî arazi hukuku tek bir kod haline konmamış, her eyalet için ayrı kanunnâmeler çıkarılmıştır. Bu kanunnâme ile ferman, kanun ve fetvalarda dağınık halde bulunan arazi hukuku hükümleri bir araya toplanmıştır. 1858 Arazi Kanunnâmesi döneminde mîrî arazinin ferağ, rehin ve tapu ile intikaline ilişkin yeni esaslar getiriimiştir. Kanunnâmede yeni kurulacak köylerde köye ait mîrî arazilerin tamamının bir tek kişiye verilmesinin yasaklandığı görülür. Ancak bir kimsenin elinde toplanması mümkün olan arazinin miktarı hakkında bir sınır konulmamıştır. Yeni bir köyün teşekkülünde köyün bütün arazileri bir tek kişiye verilmekle birlikte bu kişinin arazi tefvizi yoluyla köydeki diğer arazileri elde etmesi mümkün kılınmıştır.

Mîrî arazideki tasarruf hakkı önceleri borç sebebiyle kaybedilmezken daha sonra yapılan değişikliklerle önce devlete, ardından da şahıslara karşı olan borç sebebiyle kaybedilebilir olmuştur. Mîrî arazinin vakfedilmesi ise mümkün değildir, bunun için öncelikle padişahın bir temlik-nâme vermesi gerekir. Bir köyün sınırları içinde bulunan mîrî arazi mutasarrıfı tarafından bir başka köy ahalisinden olan bir şahsa ferağ edilirse arazinin bulunduğu köyde yaşayıp hiç toprağı olmayan veya yeterli toprağı bulunmayan kimselere bu araziyi alma hususunda öncelik tanınmıştır. Devlet mîrî arazinin tarımsal amaçlar dışında kullanımını da engellemeye çalışmıştır.

Mîrî arazinin tasarrufu konusunda Osmanlı Devleti tebaası olan müslüman ve gayri müslimler arasında bir ayırım gö-zetilmemiştir. Ancak yabancı statüsünde bulunan kişilerin arazi mutasarrıfı ve mülk sahibi olamayacaklarına ilişkin bir yasağın uygulandığı görülmektedir. XIX. yüzyılın sonlarına doğru yabancılara da emlâk ve arazi tasarrufu imkânı sağlanmıştır. İlk defa 1867'de sadece tasarruf hakkı tanınmış, fakat intikal hakkı verilmemişti. 23 Temmuz 1291 [812] tarihli tezkire bu hakkı da tanımıştır. Arazi Kanunnâmesi mîrî arazide bulunan madenlerin hazineye intikal etmesi esasını getirirken arazi mutasarrıflarını madenden hisse almaya yetkili kıl-mamıştır.

Mîrî arazinin ferağı veya mahlûl olması halinde ihale ve tefvîz işlemleri yanında amacının dışında veya zararlı bir biçimde kullanılmasını önleme görevi de sipahiye aitti. Timar ve zeamet usulünün ilgasından sonra bu görev bir ara mültezim ve muhassıllar vasıtasıyla yerine getirilmiş, 1858 Arazi Kanunnâmesi'nin yürürlüğe girmesiyle bunların yerini arazi memurları almıştır. Taşralarda mîrî arazinin tefvîz ve İhalesine mal memurları [813] yetkili kılınmış, bu kişiler sâhib-i arz hükmüne geçmiştir. 1290 (1873) tarihli bir tezkireye göre tapu usulünün tesis edilmediği yerlerde muvakkaten mutasarrıf, kaymakam ve mal müdürlerinin, tapu usulü tesis edilen yerlerde ise defter-i hâ-kânî memurları ya da bunlar bizzat bulunamazsa vekilleri konumundaki tapu kâtiplerinin sâhib-i arz makamında olacağı kabul edilmiştir.

Sadece hukukî açıdan değil siyasî açıdan da büyük önem taşıyan mîrî arazi rejimi toplumdaki sosyal gruplar arasındaki ilişkiyi büyük ölçüde belirleyici bir fonksiyona sahip olmuştur. Toprak bir yönüyle zenginlik ve iktidar kaynağıdır. Zaman zaman farklı uygulamalar görülse de Osmanlı Devleti'nde mîrî arazinin mülkiyet hakkı imparatorluğun sonuna kadar devlete ait olmuştur. Mîrî araziler Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasından sonra tasarruf edenlerin mülkü olarak kabul edilmiş, böylece mîrî arazi uygulaması sona ermiştir.
 
BUNLAR DA İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
Mirî bởi Talebe,
SON KONULAR
Mevleviyye bởi Talebe,
Mezkür bởi Tarih Öğretmeni,
Müstantik bởi Tarih Öğretmeni,
Mürit bởi Tarih Öğretmeni,
Müneccim Başı bởi Tarih Öğretmeni,

Bu konuyu görüntüleyen kullanıcılar

Geri
Üst Alt