Orhan Gazi

ORHAN GAZİ
(1326–1359)


Ekteki resimleri görmek için kayıt olmalısınız

Osman Gazi, Söğüt toprağına dikilmiş bir çınardı. Yaşı kemâle, ömrü zevale erdi; Allah'ın buyruğuyla Allah'a gitti. Oğlu Orhan devralmıştı bütün Beyliğin işlerini. Bu Beyliği devlet yapmak ona kalmıştı. Devir onun. Şimdi: Orhan Gâzî'den bahsetmeye başlarken, Onun, Beyliğin başına tam yetkiyle geçmiş olduğu güne kadar yaşanan zamanı özetlemek, daha doğrusu kendi hayatını özetlemek istiyoruz. Orhan'ın doğum tarihi 1281 olarak belirtilir. O tarihte babası yirmi üç yaşında bir yağız delikanlıdır. Kayı Beyi Ertuğrul'un en bahadır, en sevimli, en akıllı oğludur Osman Bey. Orhan, böyle bir babayla, Edebâli kızı Mal Hâtun'dan dünyaya gelmiş olmakla, belki daha şanslıdır.
Şansı bazı yönleri ile babasına benziyor. Osman Gazi’nin babasının öldüğü sene bir oğlu (Orhan) dünyaya gelmişti. (1281) Osman Gazi’nin ölümü, Orhan Gazi’nin resmen Beyliğin başına geçişi ve bir süre sonra hükümdar olacak Murad'ın doğumu aynı zamanda yaşandı. Baba acısıyla evlat sevinci birbirine karıştı.
Orhan Gazi’nin, adı pek anılmayan Alaaddin isimli bir kardeşi vardı. Babaları vefat edip, defnedildikten sonra ikisi bir araya gelirler. Orhan Gâzî derki. "Sen ne dersin?" Kardeşi Alaaddin Paşa "Bu ülke senin hakkındır. Buna çobanlık etmeye bir padişah gerek ki memleketin işlerini görüp başara. Zaten babamda, sağlığında Beyliği sana vermişti."
Beyliğin yönetimini Orhan Gâzî Alaaddin Paşa'ya, O da Orhan Gâzî'ye teklif ediyor. Neticede, Alaaddin Paşa vezirlik teklifini bile kabul etmeyip, kardeşinden sadece barınacak bir köy istiyor. Babalarından kalan atları ve koyunları paylaşma işine ise Alaaddin Paşa: "Bunlar padişahlığın gereklerindendir. Babamız bunları gaza için saklardı. Bizim miras edecek nesnemiz yoktur." diye cevaplıyor. Orhan Bey kardeşine istediği köyü veriyor. Alaaddin Paşa sonradan Bursa'da bir Tekke, Cami ve Hamam yaptırmıştır.
Orhan Gâzî ile kardeşi arasında bölüşülecek bir şey yoktu. İkisi de, zaten babaları zamanında iyice olgunlaşmışlardı. Kendilerine şeytanlık yapıp fikirlerini bulandıracak kimsenin bulunmayışı, etraflarında, hep izinden gidilecek değerli insanların bulunması büyük şansları idi. Herkesin tek arzusu; garip bir biçimde geldikleri bu yeni yurtta dal budak salıp büyümek, hayırlı hizmette bulunmaktan başka bir şey değildi. İki kardeş de gözlerini dünyaya açtığında hep değerli insanlar görmüşler, hayatlarının bir kısmım onlarla beraber yaşamışlardı. Bunlar ki dedeleri Ertuğrul Gâzî, Şeyh Edebâli, Babaları Osman Gâzî... Şimdi onların hiçbiri hayatta değil... Bütün bunların düşünülmesi onlara, tabîiki hüzün veriyordu. İşte bu günlerde Orhan Gâzî'nin dördüncü oğlu doğuyor. Çocuğa, kudümlü olması dileğiyle Murad adı veriliyor. Bu Murad, ileride kendisinden sitayişle bahs edeceğimiz Kosova Fatihi "Hüdâvendigâr"dır.
Bazı tarihçiler Alaaddin Bey'i, Orhan Gâzî'ye vezirlik yapan Alaaddin Paşayla karıştırıyorlar, Hammer de aynı hataya düşmüş. Yakın zaman araştırıcıları Alaaddin Paşa ile Alaaddin Bey'in ayrı kişiler olduğunu meydana çıkarmışlar, biz de bu görüş üzere hareket etmekteyiz. Aktarma yaptığımız kaynak "Paşa" dediği için, mecburen "Paşa" dediğimiz Alâadin Bey, o zamanın geleneği icabı, büyük evlâdlara "Paşa" dendiği için böyle anılıyordu, diyenler de var.
Benzetiş kaabiliyetini tarihinde bolca sergileyen Hammer, savunduğu fikri şöyle pekiştiriyor. Ona göre Alaaddin Bey Orhan Gâzî'nin vezirlik teklifini kabul ediyor. Bu kabul üzerine şu benzetiş geliyor. "Nasıl ki Şarklıların rivayetlerine nazaran Harun ile Mûsâ dahi bu veçhile hareket etmişlerdir” Tabi bu, anlatmaya çalıştığı bir Şarklı rivayeti değil, Kur'ân-ı Kerîm gerçeğidir. Hazreti Musa'ya peygamberlik gelince, konuşma yeteneği olmadığı için, Cenâb-ı Allah'tan kardeşi Harun'u yardımcı istemişti.

Hareketli Günler
Bu arada Osman Gazi'nin yoldaşları Akça Koca, Konur Alp gibi cengaverler son demlerini yaşıyor, fakat sağda solda fetih bekleyen Rumlar'a ait köy ve kasabaları almaya devam ediyorlardı. Akyazı, Kandıra, Akova bunlardan bazılarıdır.

Aydos ve Samandıra'nın Fethi (1326)
Orhan Gâzî babasından gördüğünü yapıyor; değerli kumandanları fetih yolculuğuna uğurluyordu. Yön, daha evvelden belliydi. Atılan her kanca Bizansı biraz beri getiriyor sanki. Sanki kader durmadan yaklaştırıyor Osman oğlunu Bizans surlarına. Şamandıra fethedildi.
Sırada Aydos Hisarı bulunuyordu. Aydos öyle bir sarp yerde idi ki, kolay ele geçeceğe benzemiyordu. Bütün gayretlere rağmen başarı elde edilemiyor, Allah'ın yardımı bekleniyordu. Solakzâde Tarihi'nden aşağıya alacağımız bilgiler enteresandır: Diyor ki, "Uzun bir süre kuşatılan kalenin alınması için gayrette kusur edilmemişti. Meğer Aydos Tekfuru'nun bir kızı vardı. Oldukça güzel ve dünyada eşi bulunmayan bir kız idi. Bu kız bir gece rüyasında, ansızın karanlık ve derin bir kuyunun içine düşer. Her ne kadar gayret sarf etse de kendisini kurtaramaz. Ne kadar bağırır, inlerse de yardım edecek bir kimse bulunmaz. Sonunda öldüğüne inanıp ümidini keser.
"Gördü ki bir cıvanı nûrânı
Çıka geldi halas için anı"
Çok tafsilatlı anlatılan bu rüyanın neticesinde olanlar şöyle: Tekfurun kızı rüyasında bir yiğide sevdalanır, düştüğü kuyudan bu yiğidin sayesinde kurtulur. Bu rüyadan sonra aşağıda olan olaylar gerçekleşir. Kalenin zaptı ile görevli askerlerin arasında, Tekfur kızının rüyasında gördüğü, sevdalandığı yiğit de bulunmaktadır. Kız bu yiğidi kalabalık arasında görür ve tanır. Gönlünü öylesine kaptırmış ki, gözü ne baba görür ne başka şey. Kız sapanla bir taş atar, taşın üstünde bir kâğıt sarılıdır, düştüğü yer rüyada âşık olunan gencin ayağının dibi. Kâğıttaki yazı, kalenin nasıl teslim alınacağını anlatıyor. Kızın talimatına göre hareket edip, kaleyi teslim alıyorlar. Tekfur dâhil pek çok düşman telef ediliyor.
Güzel kızın rüyasında gönül verdiği genç, Abdurrahman Gâzî'dir. O da kızı sever, ama yinede kız ve kaleden alınan canlı, cansız her şey Orhan Gazi’ye gönderilir. Durumu öğrenen Orhan Gâzî iki gencin nikâhını kıydırıp, evlendirir. Bu evlilikten "Kara Rahman" adlı bir oğlan dünyaya gelir ve bir yiğit olur ki, düşmanlar korkusundan titrer, analar çocuklarım "Kara Rahman geliyor" diye korkuturlar.
Abdurrahman Gâzî ve arkadaşları Şamandıra ile Aydos'u fethederken, Kara Mürsel de İzmit'in güneyini fethederek Osmanlı hududunu Karadeniz ve İs¬tanbul Boğazı'na doğru genişletiyordu.

Bursa'nın Beyliğe Merkez Oluşu
Çok kısa zamana sığan işler saymakla bitmiyor. Hâlâ Orhan Gâzî'nin Bey olduğu senedeyiz. Merkezin Bursa'ya taşınması da bu sene içinde oldu. Artık, devlet denecek kıvama geliniyor. Aslında gelinmiştir de, resmen devlet denmiyor. Orhan Gâzî'ye de hâlâ Bey deniyor.

Sikke
"Her şey savaş değil" diye düşünülür. Hâlâ kendi adına kesilen sikkesi olmayan bir devletin başındadır Orhan Gazi. Bu günlerde sikkeyi kendi adına kestirmeye başlar ve üstüne şöyle yazdırır: "Allah Osmanoğlu Orhan'ın mülkünü dâim etsin"
Sikke kestirme işi Alaaddin Paşa'nın fikri olarak gösterilir. Eskiden kullanılan Selçuklu paralarının müstakil bir devlete yakışmayacağı onun tarafından tavsiye edilmiş, Orhan Gâzî'de münasip görmüştür. Bunun gibi, başka bir kaç yeniliğinde mucidi olarak gösterilen Alaaddin Paşa, babalarının ölümünde inzivayı tercih edip bir köye yerleşmişti ama fikirleriyle kardeşine yardımcı olmayı ihmâl etmiyor, Orhan Gâzî de onun fikirlerinden istifâdeyi canına minnet biliyordu. Babasından kalan nice güngörmüş kişi varsa Orhan Gâzî'yi tecrübeleriyle ileri hedeflere taşırlardı. Ne var ki, onlardan çoğu bir hayli yaşlanmış, ecelin elinde cilveleşiyorlardı. Bunlardan Akça Koca ile Konur Alp Orhan Gâzî'yi bırakıp ahirete göç ettiler; birer şehire verilen isimleriyle dillerde ve gönüllerde yaşamaya devam ediyorlardı. Alaaddin Paşa kardeşine yardımı esirgemez, yerleştiği köyünde kurduğu Tekkede duâ ve ibadetle ömrünü geçirirken, arada bir gelip yeni devlet için düşüncelerini anlatıyor.
Yeniçeriliğin kuruluşundaki fikrî öncülüğü yapanı bu Alaaddin Bey olduğu sanılıyor. Fakat İsmail Hami Danişmend "hayır" diyor. Yeniçeriliğin kuruluşu Birinci Murad devrinde olmuştur.

Maltepe Zaferi (1330)
İznik'in Orhan Gâzî tarafından muhasara edilmesiyle harekete geçen İmparator Andronikos Paleologos İstanbul'dan Maltepe'ye geldi. Türk-Bizans askerleri burada savaşa tutuştular. Asırların olgunlaştırdığı Bizans çürüme dönemine girmişti. Genç Osmanlı Beyliği'nin Söğüt'ten kopan taze fidanları Bizans askerine göz açtırmadı. Yaralanan İmparator müşkilatla kaçırılırken ordusu bozguna uğradı. Bir hayli Rum asilzadesinin can verdiği savaş, Osmanlı askerinin zaferiyle neticelendi.

İznik Şehrinin Teslim Alınışı
Rivayete göre Maltepe'de zafer kazanan ordunun komutanı Orhan Gâzî'nin adından bahsetmediğimiz kardeşi Pazarlu Bey idi. Maltepe'de yenilen Bizans ordusu, İznik'te müdâfa yapanlara tesir etmiş ve şehri Orhan Gâzî'ye teslim etmek zorunda kalmışlar.
Şehri aldıktan sonra Orhan Gâzî'nin yaptığı ilk iş harab olan yerlerin onarımıydı. O devrin ünlü seyyahlarından birinin yolu düştüğünde neler görmüşse onu anlatıyor. Şimdi kısa bir alıntı yapıp, seyyahın gözüyle o günleri yaşayacağız. Genelde gözlemlerine değer verilen bu seyyahın adı İbni Batuta'dır.
Ünlü Seyyah İbn-i Batuta; Bursa'yı Orhan Gâzî zamanında ziyaret ettiğini, Orhan Gâzî'nin, Türkmen hükümdarlarının en büyüğü olduğunu anlattıktan sonra, "Toprak, asker ve varlık bakımından da en üstündür. Yüz civarında kalesi vardır. Vaktinin çoğunu bu kaleleri dolaşmakla geçirir..." deyip, sözü Nilüfer Hatun'un cömertliğine getiriyor. Ondan gördüğü ihsanları sıralıyor kitabında...
Meydana çıkış tarihi hesaba katılırsa, alınan mesafenin olağanüstülüğü tartışılmaz. Başarılar, maddî manevî gücü yerine kullanabilmekle geliyordu. Diğer Beyliklerden birçok insanın, parlayan Osmanlı güneşi etrafında yıldız olmaya koşuştuğu, Orhan Gazi’nin ordusunda savaştığı ayrı bir özellik olarak hatırlanmalıdır.

Orhan Gâzî'nin Diğer Yönü
Orhan Gâzî kale ve şehirlerin fethiyle uğraşırken, kanlı çarpışmalarda birçok can telef oluyordu. Şehid düşen askerlerin yerine yenileri geliyor, alınan kalelerin hasarları onarılıyor, şehirde meydana gelen yıkılmalar kısa zamanda tamir ediliyordu. Hiçbir yer harabe haliyle bırakılmıyordu.
İznik'te tamir işleri devam ederken, eskiden kalma kiliselerin Mescid haline sokulma işi bitmiş, bir tanesi de Medrese'ye çevrilmişti. "Medrese'nin başına Kadı Urmevî hazretlerinin faziletli öğrencisi, geçmiş ve gelecek bütün ilimleri özünde derlemiş olan, bütün şüphe perdelerini en gerçek şekilde açıklayan zamanın bilginlerinin önderi Mevlâna Şeyh Davûd-i Kayseri getirilmişti. Pâdişâh ayrıca burada kalanlar ve yolcular için bir imaretle ribat yaptırarak kimsesizlere yiyecek dağıtılmasını sağladı. Bu kuruluşun açılış gününde göz alıcı ve iştah açıcı çeşitli yemekler hazırlandı ve pâdişâh bunları kendi uğurlu eliyle halka dağıtıp üleştirdi."

İznik Ayasofya Kilisesi'nin Camiye Tahvili (1331)
İznik küçük bir şehir olmasına rağmen taşıdığı tarihi değer büyüktü. Sadece Hıristiyanlık açısından bakarsak, akidelerini kesinleştirmek için toplandıkları yer İznik idi. Milâdî 325 senesinde Büyük Konstantin başkanlığında toplanan Birinci İznik Konsili kararlarını Ayasofya kilisesinde almıştı. Bugün hâlâ inanılan Teslis -yani Baba, Oğul, Ruhu'l Kudüs-akidesi burada kararlaştırılmıştı. Bütün Hıristiyan dünyası İznik'e kutsallık izafe ediyordu. Orhan Gâzî için ayrı bir mânâ taşır ve fethettiği şehrin namlı kilisesini camie tahvil eder.

Alâaddin Bey'in Ölümü
Osmanlı Devleti'nin ilk devirlerinde, bazı meseleler oldukça muğlâk, bazıları çok karışık. Orhan Gâzî'nin kardeşi aynı tarihçi tarafından bile bazen vezir bazen derviş gibi gösteriliyor. Biz tartışmaya girmeden, "Orhan Gâzî'nin kardeşi öldü" demeyi tercih ettik. Şehzade Süleyman ki Paşa olarak anılır, onun da bundan sonra vezir olduğu kabul edilmektedir. Gani gönüllü Alaaddin Bey babasının Bursa'daki türbesine defnedilmiştir.
Şimdi biraz, zamanı tartışılan Yeniçeri meselesine girmek istiyorum. Birinci Murad zamanına inhisar eden olduğu gibi Orhan Gâzî de ısrar eden de var. Alâaddin Bey'in Çandarlı Halil'in fikri öncülüğünde kurulduğu daha çok inanılan ve savunulan görüştür. Bu konu Solakzâde tarihinde aşağıdaki şekilde anlatılıyor:

Alâaddin Paşa'nın Orhan Gâzî'ye tavsiyeleri:
"Ey kardeşim, devlete lâyık ve saltanata lüzumlu olan budur ki, sen de bu âlemde bir nâm ve nişan koyasın ve onunla yâd edilesin. Allah Teâlâ'ya hamd olsun. Osmanlı devleti günden güne büyüyüp gelişmektedir. Daha çok güç ve kuvvet kazanacağı günler yakındır. Şimdi, sende herkesin beğeneceği bir kanun vaz etmelisin ki, kıyamete kadar icra olunsun. Bu hususlardan birisi sikkeyi kendi adına kestirmelisin. Zira bu zamana gelinceye kadar, rayiç olan akçe ve altın Selçuklu Devleti sikkesi idi. İkinci adet sultanların gücü ve âyini üzere askere özel bir kisve ve elbise tesbiti gerektir. Ta ki onunla bilmeler, tanınalar. Üçüncüsü de budur ki, ülkeler fethetmek için piyade askeri gerektir. Zira bazen piyade atlıdan fazla lâzım olur."
Kardeşini dikkatle dinleyen Orhan Gâzî'ye ne deniyorsa münasiptir; başını sallar kabul eder. Kendi adına sikke kestirip, kendi parasını kullanmaya başladıktan sonra askerleri için özel kıyafetle re de geçer. O zaman seçilen kırmızı, san ve siyah börkler Yıldırım Bâyazid Han zamanına gelene kadar kullanılır.
İki kardeşin yardımlaşarak, herkesin kendinde olanla hizmet yarışma devam etmesi, bundan sonraki tarihlerde görülmeyecektir. Devletin büyümesi, şartların değişmesi arzuları bile değiştirecektir. Sahip olmaktan başka bir şeyin düşünülmeyeceği o günlere gelene kadar Alâaddin Bey ile Orhan Gâzî'nin, iki kardeşin candan yardımlaşmalarının tadına varmak istiyoruz. Gerçekten de gelecek zamanda, bu kardeşlerin davranışı hayâl olacak.

Yine aynı kitaptan okuyoruz.
"Bir gün Alâaddin Paşa, İslâm askerinin daha da fazlalaşması için, padişahın huzurunda Bilecik Kadısı Cendereli Mevlâna Halil ile meşveret ettiler. Aldıkları karar gereğince, reaya çocuklarından bin tane genç yiğit seçilip alınarak, piyade yazıldı. Sefere gidildikçe, dirliğe mutasarrıf olup günde bir dirhemin dörtte biri olan bir akçe ile vazifeye tayin olundular. Sefere gidilmedikçe, günlükleri verilmeyip, her birisi vatanında kendi işi ile meşgul olup, Tekâlif-i Örfiye'den muaf tutuldular. Bunlara, onbaşı, yüzbaşı ve binbaşı tâyin olunup, yaya namı ile şöhret buldular. Ancak piyade taifesi gittikçe çoğaldı. Seferlerde fesatlar çıkarmaya başladılar. Cihan padişahı bu keyfiyetten agâh olunca, bu durumu devlet erkânı ile istişarelerde bulunarak şöyle karara vardılar: "Reaya çocuklarından hizmete yarar güçlü yiğitler seçilerek her birisinin çâker ve yeniçeri askeri zümresine yazılması, Müslümanların çoğalmasına sebep olacaktır" diyerek, bu husus için mübaşirler tayin olundu ve bir kaç yılda reâyâ çocuklarından pek çok kimse İslâm olma şerefi ile şereflendiler. Vazifeleri ibtîdadan üçer akçe ferman olundu. Bunlar hâlâ yeniçeri adı ile anılmaktadırlar.
Solakzâde bu mevzuu burada kapatmaz. Alâaddin Paşa'nın teklifinin kabulünden sonra gelişen olayları sıralarken... "Gerçi, der. Bu yiğitler seferde ve hazarda pek çok hizmetler gördüler. Padişahların ihsanlarına mazhar oldular. Her birisine hizmetine göre terakkiler verilip etrafta olan reâyâ bu hâli görünce hepsi canla başla ve gönülden çocuklarını teslim etmeye razı oldular. Bu yüzden birdenbire reâyâ İslâm dinine girmiştir. Bu güne kadar, üç yüz altmış yıldan fazladır ki, nice kerre yüz bin reaya İslâmla şereflenmişlerdir. Yalnız bu fazilet ile Osmanlı padişahlarının diğer yeryüzü padişahlarına üstünlükleri güneş gibi apaçık ortadadır."
Merhum Solakzâde 1650'lerde tamamladığı tarihine bu görüşlerini aktarırken her halde yanılmamıştı. Bu gün bile dünyayı hayran bırakan bu uygulama tartışılmaktadır. Sonradan aksilikler yaşanmış olması, iyi olan yanlarını zayi etmez. Bu konuyu Solakzâde'den tamamlayalım.
"Akil olanlara malûmdur ki, hiç bir devirde İslâm'ın yayılması ve Hz. Resûlullah'ın (S.A.V.) ve dininin şöhret bulması bu derece parlak olmamıştır..."
Bir meselenin iyi anlaşılması, savunan ve yereniyle dinlenirse daha kolay oluyor. Yeni tohumu atılan, özet biçimde anlatılan Yeniçeri hadisesi Hıristiyanlar tarafından nasıl değerlendirilmişti? Bunun yorumunu Hıristiyan Tarihçi Hammer'den alacağız.
Hammer şu paragrafla açıyor meseleyi: "Ertuğrul'un Anadolu'da yerleşmesinden yüz ve Osman'ın müstakil Beğ derecesine yükselmesinden otuz sene sonra, Orhan'ın saltanatının üçüncü senesinde Güzel Şarl'ın Paris'te vefat ederek (1328) Bavyera Prensi Lui'ye Roma İmparatoru olarak tâc giydirildiği ve Andronikos'un torunu tarafından indirilip hapse atıldığı sıralardadır ki, Osmanlı'nın talihli saltanatı Alâüddin sayesinde kanunları ve devamlı müesseseleri sağlamlık kazandı.” Bu uzun girişten sonra Hammer Alâaddin Bey'in teklifiyle yapılan yenilikleri sıralıyor sikke, kılık kıyafet ve en sonunda Yeniçeriliğin icadına gelen yazar, esas sözlerini burada söylüyor. Tekrar belirtelim ki bizim derviş Alâaddin Bey olarak tanıyıp tanıttığımız kişi Hammer'e göre vezirdir. Şimdi, uzunca anlattığı diğer meseleleri geçip Yeniçeriliğe geliyoruz.
"Alâaddin'in müesseselerinden üçüncüsü ve en mühimi, daimi ve maaşlı bir ordu kurmasıdır ki, bunun teşkili Ortaçağ tarihinde ve hâlâ daimi orduların mucidi addolunan Fransa Kralı VII. Şarl'dan bir asır evvel vâki olmuştur."
Hammer bütün kötüleme kaabiliyetini kullanmak istiyor. Yeniçeriliğin kuruluşuna ilişkin yazıyı uzatıyor ve geliyor diyor ki: "... Orhan biraderi Alâaddin ve Şeyh Edebâli'nin bacanağı ve bununla beraber kendisinin akrabalarından olan Çandarlı Kara Halil ile müzakere etti. Çandarlı bir tedbir arz eyledi ki insanların kalbini inceden inceye incelemiş olduğunu ve siyasetin hilekârlığını ispat eder. İslâm'ı kabule zorlanacak Hıristiyan evlâdından mürekkep bir ordu icadını teklif etti. Çandarlı'nın reyine göre, mağluplar hukuk nokta-i nazarından galiplerin esiri olduklarından meşru sahibi olmuş oluyorlar. Bu çocukları her ne suretle olursa olsun asker saflarına sokmakla da manevi ve maddî saadetlerine hizmet edilmiş olacaktı..."
Hammer epeyce uzattıktan, Hıristiyan çocuklarının zorla Yeniçeri yapıldığını yakınarak anlattıktan sonra hükmünü veriyor:
"... Askeri istibdat tarihinde, ahlâk ifsadının bir teşkilata esas olmak üzere kabulüne, bu yegâne bir misaldir" diyor.
Hâlbuki Yeniçeri olmak için Hıristiyan çocukların can attığı, ailelerin bunun için çırpındığı tarihî vakıadır.

Solakzâde tarihine göre Tarakçı Yeniçeri, Göynük ve Mudurnu Süleyman Paşa tarafından fethedildi.

Sultan Orhan'ın Camii
"(1336) yılında Orhan Gâzî Bursa'da Allah rızası için halisane olarak bir cami ve bir imarethane inşâ ettirdiği gibi, hisarda Manastır adı ile meşhur olan kiliseyi de medrese şekline getirmiştir. Osmanlılarda ilk defa hayrat yapmaya başlayan pâdişâh Sultan Orhan Gâzî'dir."

Karesi Beyliği'nin İşgali (1336)
Karesi Beyi'nin ölümüyle yerine geçen Demirhan Bey'le kardeşi Dursun Bey anlaşamamaktadır. Dursun Bey kardeşine rağmen Orhan Bey'in yanına geçer ve bir teklifte bulunur. Der ki: "Bana yardım et. İktidarı kardeşimden alalım; sana da, Balıkesir'i ve bazı yerleri vereyim." Orhan Gâzî yurdunu büyütmek gayretindedir ve teklifi kabul edip muhasara hazırlığına başlar. Durumdan haberdar olan Demirhan Bergama'ya çekilirse de Orhan Gâzî onu burada muhasara eder. Dursun Bey kaleden atılan bir okla ölür. Fakat Demirhan Bey teslim olmaktan başka çare olmadığını anlamaktadır. Fazla zayiat verilmeden teslim olarak; Balıkesir, Manyas, Kapıdağı, ve Edincik gibi yerleri Orhan Gâzî'ye bırakır. Böylece, Karesi Beyliği'nden alınan yerlerle Rumeli'ye geçiş imkanı bir hayli artmış olur. Bu toprak kazancının yanında hâsıl olan ikinci bir kâr da, daha sonra yapılacak fütuhatta istifade edilen Hacı İlbeği, Evrenos Bey, Ece Halil ve Gâzî Fâzıl gibi çok önemli şahsiyetlerin, bu beylikten Osmanlı Devleti'nin hizmetine geçmiş olması idi. Bu büyük savaşçıların çoğunun vazifesini ölene kadar sürdürdüğü, sonrada evlatlarının aynı işi diğer sultanların hizmetinde yürüttüğü, devlete büyük kazançlar sağladığı biliniyor...

Orhan Gâzî mümkün olduğunca, çevresindeki Türk beylikleriyle iyi geçinmeye çalışıyor, gücünü milletinin hizmetine vakfetmiş, kendinden sayılanlann zarar görmesini katiyen istemiyordu. Bu hesapla, devamlı Batıya doğru genişleyen bir memleket hayali kuruyordu. Babasının vasiyeti devamlı kulağında, manası zihninde idi. Osman Gâzî "Ve dahi bir nasihatim budur ki, bir kimesne sana Hak Teâlâ buyurmadığı sözleri işrâb itse, sen kabul itmiyesin. Tanrı buyruğundan gayri iş işlemiyesin. Bilmedüğini ulemâ-i şeriatden sorup istifsar idesin. Tahkik bilmeyince, bir işe mübaşir olmayasm. Ve dahi sana muti olanları hoş tutasın..." demişti.

Bir Aykırı Adam
Muti olanları hoş tutma işi pek kolay değildi, bir de muti olma ile olmamanın arasında bazen çok ince bir çizgi bulunur ki, insan hangi tarafa hükmedeceğini kestiremez. Orhan Gâzî bir aşiret değil, artık bir devlet idare ediyor; kuralları var, uyulması lazım. Uymayanlar ceza görmeli ki yönetenlerin gücü biline. İşte bütün bunlara rağmen bir sınıf insan vardır ki "Bir Tek" sultana bağlanır başka hiçbir sultanın kuralım tanımazlar. Orhan Gâzî ara sıra Bursa'da kalıyor ve orada yaptırdığı imaretle ihtiyaç sahiplerine yardımcı oluyordu. Bundan sonrasını, yine eski bir kitaptan aktaracağız.

"Hikâyet-i Geyikli Baba"
"İnegöl yöresinde Keşiş-Tağı (Ulu¬dağ) yanında bir nice dervişler gelüb karar tutmışlardı. Amma içlerinde bir derviş var idi, tağda geyicüklerle yürürdü. Turgud Alp onunla muhabbet itmişti. Daim onunla muhabbet iderdi. Turgud Alp ol vakit gayet pir olmuşdı. Orhan Gâzî'nin dervişleri teftiş itdüğin işidib âdem gönderüb eytdi: "Benüm köylerüm dairesinde bir nice dervişler gelüb tevattur itmişlerdür (yerleşmişler). İçlerinde bir derviş vardur. Geyicüklerle muhabbet ider, hiç geyicüklerden biri ondan kaçmazlar, hayli mübarek kişidür" didi. Orhan Gâzî işidüb kimün müridlerindendür, sorun deyu yine kendüden istifsar itdiler (sordular). Derviş eytdi: "Baba İlyas müridiyem ve Seyyid Elvan tarikındayım" didi. Gelüb Orhan Gâzî'ye didiler. Varun, dervişi bunda getürün didi. Dervişi davet itdiler. Gelmedi. Ve dahi eytdi: "Zinhar Orhan Gâzî dahi bunda gelüb, beni günaha koymasun" didi. Bu haberi Orhan Gâzî'ye didiler. Yine âdem gönderub eytdi: "Bizim derviş hazretiyle buluşmak elbet maksûdumuzdur. Niçin gelmez veya bizi anda varmağa niçin komaz?" didi. Derviş yine cevab virdi kim dervişler gözci olub duâ vaktin gözedüb varurlar. İnşâallah vaktunda Beğ hazretine varub duâ iderüz diyub, bunun üzerine bir kaç gün geçub bir gün ol derviş kavak ağacın alub omuzuna götürüb Bursa hisarında Beğ Sarayı havlısının iç yanında bu kavağı dikmeğe başladı." Cihannüma anlatmayı uzatır, özeti şu:
Orhan Gâzî geldiği vakit kavak toprağa yerleşmiş idi. Dervişin hiç eyvallahı yok. "Bu bizim teberrükümüz oldıkcadır amma, dervişlerin duası sana ve senün nesline makbuldür."
Orhan Gâzî dervişe cömert davranmak ister, bir sürü dünyalık teklif eder, derviş istemez, "ey han bu mülki Huda, ehline virür. Biz bunların ehli değilüz..." "Şol karşuda duran depecükden beru yirceğüz, dervişlerin havlısı olsun, diyen dervişe fazla birşey veremeyen Orhan Gâzî derviş ölünce türbesini, tekkesini yaptırıp, vazifesini yerine getirmiştir. "Şimdiki halde anda bir vakit namaz edâ olunub ihya olunmuşdur. Geyikli-Baba zaviyesi dirler."

İzmit ve Koyunhisar Kaleleri'nin Alınışı (1337)
Bir zamanlar Osman Gâzî'nin almış olduğu Koyunhisar tekrar, bir savaşa meydan oluyor. Bir yerin adı, tekrar geçerse bu demektir ki, o yer el değiştirmiştir. Önemli sayılmayan yerlerin üzerinde fazla durmuyoruz. İzmit'in fethi çok mühimdir. Bunu takiben Hereke, Yalova ve Armutlu'nun alınışı Bizans'ı şaşırtmış, daha önce yapılmış olan anlaşmayı yenilemek istemiştir.

Rumeli
Denizin beri yakasında görülen işler arasında hayali kurulan, kendisi özlenen başka topraklar vardı. Deniz geçilmeli, yeryüzü cenneti sayılan oralara varılmalıydı. Eski kitaplara sıkça müracaat ediyoruz ya, şimdi yine yapacağız:

Mâmur Rumeli Diyarı
"Yedi iklimde Rumeli memleketi gibi bayındır ve her yeri mâmur olup insanoğlunun meskûn bulunduğu, âb u havası güzelliklerle meşhur ve mahsûs, nimeti son derece bol olan bu sürür dolu bölge ne kadar medh olunsa mübalağa sayılmaz, ancak bu ülkenin ayıbı, yıkılası düşmanın bu güzel diyarı ellerinde bulundurmuş olmasıdır. Bütün Rumeli'nin böyle mâmur ve âbâdan olduğu Sultan Orhan Gâzî'nin hatırına düşmekle, bugün Rumeli yakasına geçmek fikrini kabullenip, oğlu Süleyman Paşa'ya bu düşüncesini açtı. Himmeti yüce Şehzade de hemen itaatle zemînbûs edip, bu görevin kendisine verilmesini rica etti. Cihan pâdişâhı şâd u handan olup hayır duâ ile bu işi Süleyman Paşa'ya havale etti."

Orhan Gâzî'nin Teodora'yla Evlenmesi (1346)

Orhan Gâzî'nin anası Şeyh Edebâli'nin kızıydı. Kendisinin ilk evliliği Rum kızı Halofira ile oldu. Adı Nilüfer olarak değiştirilmişti. Daha sonra Bizans İmparatoru III. Andronikos'un kızı As-porça Hatun'la evlendi. Şimdi yine Bizans İmparatoru'nun kızıyla evleniyor. Bu İmparatorun adı VI. John Kontakuzunes, kızının adı Teodora. Yeni İmparator gâsıptır. Eski imparatorun başvekili iken onun ölümü üzerine tacı gasbetmiş haris bir insan. Kızını Orhan Gâzî'ye verme sebebi aldığı yardımla izah ediliyor. Nilüfer Hatun'dan Süleyman Paşa ile Murad Gâzî doğmuştu. Asporça Hatun'dan Şehzade İbrahim doğdu. Teodo-ra'nın doğurduğu şehzadenin adı Halil.
Devletin dostluğu kazanılacaksa, bunun en kolay yolu akrabalık kurmaktı. Bizans İmparatoru'nun güçlü bir yakına ihtiyacı olduğu için, kızını memnuniyetle Orhan Gâzî'ye verdi. Arada 48 yaş farkı bulunması da önemsenmedi.
Bu evlilikten az önce veya az sonra ki, önce olması daha akla yatkındır. İmparator Orhan Gâzî'den asker yardımı ister. Orhan Gâzî, şanını şöhretini, gücünü, kuvvetini geliştirmiş, komşu devletin yardımına koşacak duruma gelmiştir ya hayır diyemez Bizans İmparatoru'na. Beş-altı bin kişilik bir kuvvet gönderir yardıma. Bu Türk askerleri İmparator'un işine öyle yarar ki, Sırp Kralı Duşan karşısında bocalayan Bizanslılar yeniden hayat bulurlar. Orhan Gâzî Bizans'a asker yardımı yaparken, onlara talimatlar vermeyi de ihmâl etmemişti. Mesele; sadece Bizansı tehlikelerden korumak değil, yarınları düşünerek hareket etmek, yarın faydası olacak bilgileri toplamaktır. Türk askerleri, işte bu düşüncelerle Bizans İmparatoru'na yardım ederken, şehrin yollarını, zayıf ve güçlü noktalarını hafızalarına yerleştiriyorlardı.
Orhan Gâzî bir sene sonra İmparator'a yine yardım eder. Bu defaki yardım da Sırp Kralı'na karşı kullanılacaktır.
İmparator alışmış ya, iki sene sonra sıkışır ve damadı Orhan Gâzî'den yine yardım ister. Sırplar Selanik'i işgal etmişler, Bizans'ın gücü yetmiyor onları çıkarmaya. Selanik bizim tarihimizin önemli şehirlerinden biri olacak ileride ama henüz bize yabancı; bizim çabamız Bizans adına. Orhan Gâzî, oğlu Süleyman Paşa'yı 20000 kişi ile gönderir. Bu zamanlar çok telâşeli geçer, Osmanlı denizcileri de savaşa iştirak eder; savaş çok alevlenince Orhan Gâzî de Bizans tarafında Cenevizlilerle beraber çarpışmakta; bu savaşlar olurken diğer yandan 10000 kişilik bir Türk kuvveti Dimetoka'da Sırp ve Bulgarlara karşı savaşı galibiyetle bitirmektedir. (1352)
Üsküdar, Kadıköy ve Marmara Adaları da zapt edilir aynı yılda. Hiçbir şey Süleyman Paşa'yı doyurmaz. Onun gönlü Rumeli'ne bağlanmıştır. Yaşça, iyice olgunlaşan Süleyman Paşa ve ihtiyarlayan Orhan Gâzî. Orhan Gâzî'nin yaşı 70'i geçmiş Piri Fani görünümündedir. Rumeli fatihi olmayı arzulayan evlat da, Rumeli'nin fethini görmeyi bekleyen baba da sabırsızdır. Kayınbabası ile gayet iyi geçinen Orhan Gâzî, her sıkıştığında yardımına koşmaktan geri kalmıyordu; İmparator da çok iyi idi, fakat işin içine Rumeli meselesi girince renkler değişmeye başladı. Rumeli'nin Orhan Gâzî'nin eline geçmesi Bizans'ın işine gelmez. Daha önce Bolayır ve Tekirdağı'na kadar bütün Marmara kıyıları Orhan Gâzî'nin eline geçmiş, İmparatorda tedirginlik başlamıştı. Rumeli tamamen Osmanlı'nın olursa, Bizans ne eder? İmparator Orhan Gâzî'yi durdurmak için çeşitli tekliflerde bulunur, hiçbirini kabul ettiremez. Derler ya "hayat sürprizlerle doludur". Dün Orhan Gâzî'nin yardımı ile başından defettiği Sırp ve Bulgar'a İmparator ortaklık teklif eder. "Gelin, der Balkanlara Türkleri sokmamak için elbirliği edelim." Netice alamaz yıpranmış Bizans İmparatoru. Çünkü: Orhan Gâzî'nin yıldızının parladığı devirdir.
Bizans İmparatoru aradığı desteği bulamayınca, Orhan Gâzî ile ipleri gerdiğine pişman olmuştu. Sıkıntılı günlerini huzura çeviren, mağlubiyetini galibiyet yapan, hem de damadı olan böyle bir adam darıltılmamalıydı! Bu defa şans İmparator'a bir fırsat tanıdı. Orhan Gâzî'nin Teodora'dan doğan oğlu Halil, İmparator Kontakuzınos'un da torunudur. İşte bu Halil İzmit Körfezi'nde balık tutarken veya kayıkta gezinirken korsanlar tarafından kaçırılır ve Foça Ceneviz korsanları çocuğun iadesi için 100000 altın isterler. İmparator, bu fırsatı değerlendirip, Orhan Gâzî ile aradaki buzları eritmek için, talep edilen paranın yarısını verir. Umar ki hem kızının mahzunluğu giderilmiş, hem de Orhan Gâzî'nin öfkesi yumuşamış ola.

Ankara'nın İlk İşgali (1354)
Önünde uzun zaman alacak ve de muhtemelen zayiatı bol olacak Rumeli rüyası var. Orhan Gâzî böyle uzun bir işe girişilirken, geride takıntı kalmaması icab eder diye düşünüyor. Dindaş, kandaş olunsa da, öne kendi devleti adına hareket ediyor bütün insanlar. Ankara bu mantıkla düşünülünce halli gereken bir mesele sayılır. Halledilmiştir de. Bu savaşı idare eden Şehzade Süleyman Paşa idi ve onun aklı yine de tamamen Rumeli'deydi.
Orhan Gâzî zamanının üç dört senesi hareketsiz görünüyor. Hammer'e göre bu sakin devre yirmi senedir. Belli ki Hammer, bizim yazdığımız ufak tefek hadiseleri hiç sayıyor. Büyük hareketlerin olmayışını düşünüyor, bunu bağladığı birkaç sebep var. İmparator kızı Teodora'yı Sultan Orhan'a vermek suretiyle dostluğu pekiştirmiştir. Diğer yandan Türk Beylikleri de rahat durmaktadırlar, o sebepten önemli vak'alar meydana gelmemiştir.

Süleyman Paşa ve Rumeli
Süleyman Paşa nicedir Rumeli'yle yatıp kalkar. Hayalleri, rüyâları Rumeli'yle doludur. Bir gün Aydıncığa gelir Süleyman Paşa. "Seyirlik" adı ile tanınan Süleyman Kasrı'na çıkar. Burası Hazreti Süleyman'ın Sabâ Melikesi Belkıs için yaptırdığı rivayet edilen yerdir. Seyre dalar etrafı. Ve Süleyman Paşa divan tertip eder orada. Devlet ve Memleket erkânı toplanır. Ece Bey, Fazıl Bey ve Evrenos Bey de erkân arasındadır. Süleyman Paşa denize bakıp uzun uzun düşünceye dalar. Sanki denizin aynasında "zaferini müşahede ediyor". Kumandanlar: "Sultanım düşüncenize sebep nedir? Biz de bilelim ve ona göre tedarik kılalım" dediklerinde, Şehzade cevap verdi: "Fikrim budur ki, bu denizi öte geçeyim ve Rumeli'de nice vilayetler açayım. Siz bu hususta ne düşünürsünüz?"
Ece Bey ile Fazıl Bey "bu işi önce biz deneyelim" derler Süleyman Paşa'ya. Bir sal yapıp denize açılırlar. Gelibolu'dan yukarı Cırmik (Çimbi) adlı kalenin kenarına çıkarlar. Geceleyin bağlar arasında buldukları adamı bağlarlar…
Âşıkpaşaoğlu, Solak-Zâde ve Cihan Nüma adlı Tarih kitaplarının aşağı yukarı aynı biçimde verdikleri bu hadise film gibidir. İki arkadaşın Gelibolu'ya geçiş zamanı sonbahardır, harman zamanıdır, dolayısıyla ora halkı dışarıda ekinlerinin yanındadır. Ece Bey'le Fazıl Bey bağladıkları genç adama iyi muamele yaparlar; sabah olunca adamı alıp Süleyman Paşa'nın yanına geçerler. Esir, gördüğü iyiliklere mağlup olarak, kaleye kolayca girmeleri için yardım eder. Gece seksen askerle basılan kale zahmetsizce teslim alınır. İnsanlara dokunulmaz; hatta çoğuna ihsanlarda bulunulur.

"Gelibolu ve Karahisar'ın Fethi"
"Gelibolu hisarının tekfuru, Gallipoli adı ile meşhur idi. Şehzade Süleyman Paşa'nın bu iki kaleyi ustalıkla ele geçirdiği haberini alınca asker topladı ve dinine sığınılacak olan şehzadeden yana harekete geçti. Karşı karşıya geldiklerinde hayli cenk oldu. İki taraftan da pek çok âdem düştü. Sonunda Cenabı Allah hazretleri fırsatı gazilere verdi. Tekfur kaçarak kaleye girdi. Şehzade Süleyman Paşa, Ece Bey ile Gâzî Fazıl'ı Gelibolu fethine memur kıldı. Kendileri Bolayır'da karar eylediler. Sonunda o kale ile civarı Ece Bey eliyle fetholunmakla, kendi adı ile şöhret kazandı. Ece ovası demelerinin sebebi budur." Ece Ovası denen yer, herhalde bugün "Eceâbad" dediğimiz yerdir. Ece Bey buraları fethederken Süleyman Paşa Konur Hisarı ve Gelibolu'yu, Hacı İlbeği Malkara'yı ele geçirdi. Rumeli'ye geçişin kolay gerçekleşmesi fetihlerin değerini küçültmez. Süleyman Paşa hayatının "Kızıl Elma"sı olarak bu geçişi ve peşinden gelecek fetihleri düşünüyordu.
Babası Orhan Gâzî gibi o da biliyordu ki, Türk'ün Avrupa toprağına açılması zarurîdir. Bunun geciktirilmesi münasip olmaz. Türklerin ilk defa Rumeli'ye geçişini, Mevlid yazan Süleyman Çele-bi'nin dedesi ve Orhan Gâzî'nin Kayınbiraderi Şeyh Mahmud'un;
Keramet gösterip
halkaa suya seccade salmışsın
Yakaasın Rumeli'nin
dest-i takva ile almışsın
Mısralarını Süleyman Paşa için yazdığını Sayın Yılmaz Öztuna'nın kitabından öğreniyoruz.
Süleyman Paşa, Gelibolu'nun fethi ile Çanakkale'nin iki yakasını da Türklerin eline geçirmiş oluyordu. Bu fethin kolay gerçekleşmesinin sebeplerinden biri olarak, daha önce Bizans İmparatoru'na yapılan yardım gösterilir.

Süleyman Paşa Rumeli fütuhatını tamamlayınca, Gelibolu'ya bir saray yaptırıp orada oturmaya başladı. Babası Orhan Gâzî'den geniş selâhiyetle beraber en namlı kumandanları da yanına almıştı. Bunlardan biri, kardeşi Murad Bey, istikbâlin Murad-ı Hüdâvendigar'ı. Diğerleri ise sırasıyla Hacı İlbeği, Lala Şahin Paşa, Gâzî Umur Bey, Evrenos Gâzî ve Ece Yakub Beyler... Bazı yerlerde Ece Halil, bazı yerlerde Ece Yakub olarak geçen isimler aynı iki kişi midir, ayrı mıdır anlayamadık. Süleyman Paşa yapılan işlerden memnun, yapacağı işler için kendinden emin idi. Etrafındaki kurmay heyet ile yapamayacağı bir işi düşünemiyordu. Solakzâde, Süleyman Paşa'yı kumandanlanyla beraber anlatırken diyor ki: "Keza sonraları Aydın ilinde ortaya çıkan Umur Bey, gâzî ve bahadırların başta geleni olup, kerametle Rumeli'ne akınlar tertip ederek, bu mertebe yiğitlik ile şöhret bulması dolayısıyla, gaziler ye¬min etmek durumunda kalsalar, Umur Bey'in başı için and içerlerdi. Sözün kısası, yiğit Süleyman Paşa, altı yıl kadar aldı verdi. Gâzî Umur Bey, Evrenos Bey, Hacı İlbeği, Ece Bey ve Fazıl Bey birbirlerinden çok etrafa ve memleketlere akınlar ettiler. Yiğit Şehzade Süleyman Paşa, düşman diyarında bu derece şöhret kazandı ki, civar ülkelerde bulunan düşmanlar yani Boğdan, Eflak, Bulgar ve Üngürüs vilâyeti hakimleri ile sair düşmanlar, Süleyman Paşa'nın böyle ortaya çıkışım hayretle görünce içlerine korku düştü ve hep birlikte asker toplamaya gayret ettiler." Bu sözler uzar gider...

Süleyman Paşa saray yaptırdı ama içinde oturup, dinlenesi yoktu. Gelibolu'yu Türk nüfusla doldurmaya çalışıyordu. "Hele sonra istirahat ederim, rahatlık şimdilik beklesin" diye düşünüyor, zamanını, fethedilen bütün yerlere Türkleri yerleştirmekle geçiriyor, fırsat kaldıkça yeni fetihler peşinde kılıç sallıyordu.
Bolayır'ı alarak Doğu Trakya'ya ayakbastı. Sonra Şarköy, Malkara ve Keşan'ı aldı. Daha sonra kardeşi Murad Bey Çorlu'yu aldı.
Trakya'da, Balkanlar'da, Avrupa'da toprak çok. Süleyman Paşa da azim, inanç, irade, arzu var! Amma ki, ecel de var! Nerede, nasıl, hangi yaşta geleceği hiç belli olmayan ve ertelenemeyen ecel...

Süleyman Paşa'nın Ölümü
Süleyman Paşa 1316 doğumludur. Sene 1359. Ve Şehzade Paşa henüz 43 yaşında. Sağlığı yerinde olan bir insan için ölüm düşüncesi erken ama ecel, yüce yaratıcının sırlarındandır. Zamanını kimse bilemez. Gönlünde, belki de bütün Avrupa'nın fatihi olmak vardı. Hiç aklından geçmezdi, üzerinde zaferlere koştuğu atının tökezleyeceği ve kendisini üzerinden atarak ölümüne sebep olacağı.
Süleyman Paşa'nın nasıl öldüğü kesin belli değil. En meşhur rivayete göre Bolayır Seydi Kavağı arasında hızla gitmekte olan atının tökezlemesiyle, atıyla beraber düşmüş ve bu kaza sonucu ölmüştür.
Süleyman Paşa 43 yaşında idi. Ölümüyle, tabii ki sarsılmıştı Sultan babası. Hemen, oğlunun ölüsünü ziyarete geliyor. Kendi yaptırdığı, Bolayır'daki türbesine gömülen şehzadeye gözyaşlarıyla dua ettikten sonra fütuhatı, veliaht olan Murat Bey'e emânet edip Bursa'ya dönüyor ihtiyar Sultan. Onun da artık fazla yaşama umudu kalmamıştır. Süleyman Paşa'dan öksüz kalan çocuklara daha çok alâka duymaya başlar. Daha önce denizde boğularak ölen Melik-Nâsır'dan başka İsmail ve İshak Bey ve iki de kızı vardır Süleyman Paşa'nın.
Süleyman Paşa'nın ölümünü duyunca sevincinden göklere uçan Bizans İmparatoru derhâl hazırlık yapıp, Gelibolu Yarımadası'nı Türkün elinden alma sevdasına düşer. Altmış tane gemiyle saldırırsa da, netice alamaz. Süleyman Paşa'nın kabrinde toplanan kumandanlar vasiyet gereği onu çiğnetmeme sözü verdiklerini birbirine hatırlatıp, düşmana öyle bir mukabele de bulunurlar ki Bizanslılar perişan olur. Türk'ün kılıcına uğramayan başlara esaret ipi takılır. Sağlam kurtulan olmaz. Savaş bittikten sonra esirlerden birisi, der ki:
"Bizi yenen siz değilsiniz! Esas bizi yıldıran dev gibi heybetli bir nevcivandır!." Sorarlar, nasıl biriydi? O.
Adam her şeyiyle rahmetli Süleyman Paşa'yı tarif eder. Ve askerler, paşaları için hüngür hüngür ağlarlar...
Süleyman Paşa'nın eserleri hizmete devam etmiştir. Bursa'da kale içinde kaplıca kapısına yakın bir yerde mescit, Bolayır'da imaret ve İznik'te yaptırdığı medrese ile, eskilerin deyimiyle Sahib-ül hayr ve-l hasenat olarak anılmaktadır.

Orhan Gazi’nin Ölümü (1356–1360)
İki nesil önce Ertuğrul Bey var idi. İlk tohumu atan O, bir küçük mirasla Bey olarak göçüp gitti. Yerine oğlu geçti. Mirası büyüttü. Osman Gâzî olarak göçüp gitti. Şimdi Torun Sultan Orhan Gâzî, gaza yollarında sakalına karlar yağdırmış. Bedeninin iyice güçten düştüğü bir dönemde Süleyman Paşa gibi bir evladın acısıyla yüreği dağlanmış. Bekliyor... Murat Bey ki şimdi gözünün nurudur. Devletini emanet edeceği "Veliahtı"dır. Dört tane çocuğu olduğu söylenir, birinin adını bulamadık. Bilinenler İbrahim, Halil ve Kasım... Orhan Gâzî; Murat gibi bir veliaht ve yanına yoldaş olarak Evrenos Gâzî, Hacı İl-Bey'i, Gâzî Fazıl, Ece Yakup ve diğer namlı Beyleri bıraktığı için mesuttur. Devleti 16000 km kare ve Orhan Bey olarak teslim alıp, altı kat büyüterek teslim edeceği için mesuttur. Fethettiği ülkelerin insanlarına eziyet etmemiştir. Hiç kimseyi dinini değiştirmeye zorlamamıştır ama severek, isteyerek İslâmiyet’e girenlere elinden geleni yapmıştır.
Allah'ın izin verdiği kadar çalışmış, yaşamış. Daima Allah'ın rızasına uygun olarak milletine hizmet etmiştir. Vakti gelince de "Gel" emrine uyarak uçmuştur. Mekânı Cennet ola...
Oğlu Sultan Murad'a bıraktığı yerleri, yine Sayın Yılmaz Öztuna'dan iktibas ediyoruz.
"Bugünkü Bilecik, Bursa, Balıkesir (Marmara Adaları dahil) Sakarya, Kocaeli, Bolu vilâyetlerinin tamamı; Biga, İmroz ve Bozcaada hariç Çanakkale vilâyeti. Çifteler ve Seyitgazi hariç Eskişehir vilâyeti; İstanbul vilâyetinin Adalar ve Boğaz da birkaç köy hariç Asya toprakları; Edirne'nin Keşan, İpsala ve Kırklareli'nin Lüleburgaz kazaları, Saray kazası hariç Tekirdağ vilâyeti, Ankara'nın Merkez, Nallıhan, Beypazarı, Ayaş, Kızılcahamam, Haymana, Polatlı kazaları, Ma¬nisa'nın Soma ve Kırkağaç, Kütahya'nın Domaniç, İzmir'in Bergama, Dikili ve Kınık kazaları. 79 veya 81 yaşında vefat eden Sultan Orhan Gâzî'nin naşı Bursa'daki türbesindedir.
 
BUNLAR DA İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
Osman Gazi bởi Tarih Öğretmeni,
Orhan Bey



2. Osmanlı Padişahı olan Orhan Bey, Osman Bey ile Mal Hatun'un oğullarıdır. 1326 ile 1360 yılları arasında hüküm sürmüş, 1360'da vefat etmiştir.

Sultan Osman Gazi'nin oğlu olup, dedesi Ertuğrul Gazi'nin vefat ettiği 1281 senesinde Söğüt'te doğdu. Küçük yaştan itibaren tam bir disiplin ile geleceğin beyi olacak şekilde yetiştirildi. Şeyh Edebali ve Dursun Fakih gibi alimlerden ilim öğrendi. Kumandanlık ve devlet idaresi konularında bilgi ve tecrübe kazandı. Babasının yaşlılığı dolayısıyla 1324'ten itibaren devlet idaresinin başına geçti. Osman Gazi, onu Bursa'nın fethiyle görevlendirdi.

Orhan Bey'in 1326'da Bursa'yı fethi sırasında, Osman Gazi vefat etti. Babasının naaşını Bursa'da Gümüşlü Kümbet'e naklettikten sonra Osmanlı Devleti'nin ikinci sultanı olarak tahta geçti ve devlet merkezini Yenişehir'den Bursa'ya nakletti.

Bundan sonra fetihlerine hız veren Orhan Gazi, 1329'da Bizans Kuvvetlerini Pelakanon'da ağır bir yenilgiye uğrattıktan sonra 1330'da İznik'i aldı. Devletin geçici merkezi haline getirilen İznik, İslami eserlerle süslendi. Orhan Gazi, İznik'in en büyük kilisesini camiye çevirerek burada Cuma namazı kıldı.

Fetih hareketlerine devam eden Orhan Gazi, 1331'de Taraklı, Mudurnu ve Göynük Kasabalarını, 1333'de Gemlik, 1336'da Kirmastı, Mihaliç ve Ulubat Kasabalarını aldı. 1337'de İzmit'in fethi ile Kocaeli Yarımadası'nın tamamı Osmanlıların eline geçti.

1353'te Bizans'taki iç karışıklıklardan faydalanan Orhan Gazi, Gelibolu'da Çimbe Kalesi'ne sahip oldu. Bu, Osmanlıların Rumeli'ye geçerek bölgeyi tanımaları ve gelecekteki fetihleri bakımından önemli rol oynadı. Nitekim oğlu Süleyman Paşa'yı Rumeli'deki kuvvetlerin başına tayin eden Orhan Gazi, Bolayır'dan Tekirdağ'a kadar olan bölgeyi fethettirdi.

Diğer taraftan Anadolu'da da birliği sağlama çalışmalarına hız veren Orhan Gazi; Karesioğullarından 1345'te Balıkesir'i, 1350'de ise Bergama ve Edremit'i, Eretna Beyliği'nden de 1354'te Ankara'yı aldı.

Orhan Gazi, büyük oğlu Süleyman Paşa'nın 1359'da bir av sırasında attan düşerek ölmesi üzerine üzüntüsünden hastalandı ve 1360 yılında vefat etti. Bursa'daki Gümüşlü Kümbet'e defnedildi. Yerine oğlu I. Murat geçti.

Orhan Gazi, son derece merhametliydi. Kolay kızmaz, kızınca da belli etmezdi. Askerlerini kendisinden fazla korurdu. Çok adildi. "Adaletin en kötüsü geç tecelli edenidir. Sonunda hüküm isabetli olsa geciken adalet zulümdür." derdi. Orhan Gazi'nin İslam Ahlakı'na hayran olup, adaletine gıpta eden Hıristiyanlar, kendi soyundan ve dininden hanedanların yerine, Osmanlı İdaresi'ni tercih ederlerdi.

Orhan Gazi devrinde fethedilen beldeler ilmi, mimari ve sosyal tesislerle süslendi. İznik fethedilince, manastırını medreseye çevirterek ilk Osmanlı Medresesi'ni kurdu. Yine İznik'te yaptırdığı imaretin açılışında kendi eliyle fakirlere ve gazilere aş dağıttı. Ahalisinden Müslüman ve Gayr-i Müslüman hiç kimsenin aç kalmamasına gayret etti.

Oğlu Murat Gazi'ye "Oğul! Cennet mekan babam Osman Gazi Han, bir avuç toprağı beylik yaptı. Biz Allah'ın izniyle beyliği sultanlığa çevirdik. Sen daha da büyüğünü yapacaksın! Osmanlı'ya iki kıta üzerine hükmetmek yetmez. Zira İ'la-yı kelimetullah (Allahü tealanın ismi şerifini yüceltmek, İslamiyet'i yaymak) azmi iki kıtaya sığmayacak yüce bir azimdir." diyerek son vasiyetini yapmıştır.
 

Bu konuyu görüntüleyen kullanıcılar

Geri
Üst Alt