Şerîat

  • Konbuyu başlatan Talebe
  • Başlangıç tarihi
  • Cevaplar 0
  • Görüntüleme 756
  • Etiketler
    şerîat
  • Cevaplar: 0 Görüntüleme: 756
ŞERİAT


Allahu Teala'nın, insanların ferdî ve top­lumsal hayatlarının her alanında uymaları ve uygulamaları ve sonuçta dünya ve ahiret saadetine ula§malan için koyduğu yasalar-kurallar bütünü.
Şeriat kelimesi Arapça "şe-re-a" fiil kö­künden gelir, "şe-re-a", 'yol açtı, yolu apa­çık ve dümdüz yapa' demektir. 'Şerîat' bu fi­ilin masdan olup, "düzgün, apaçık yol" an­lamına gelirler. 'Şer"a, Şir'a veya Şerîa", da­ha çok bir ırmak veya herhangi bir su kayna­ğından su içmek veya su almak için girilen yol anlamında kullanıldığından sözcük an­lamıyla Şeriat, "su içmek veya su getirmek için girilen açık ve düzgün yol" demektir. Kur'an, bu kelimeyi kavramlaştırarak, "in­sanın en sonunda kanmak, saadete erişmek ve susuzluğunu gidermek için günlük haya­tının her safhasında tutması gereken yol" anlamında kullanmış ve teknik olarak bun­dan 'kurallar ve yasalar bütünü' manâsına varmıştır. (Casiye, 18; Şura, 13 ve Enbiya, 5: 48) Nitekim, daha sonra artık meşhur olan ve yerleşen kullanımlarıyla, 'Sâri', ya­sa koyucu, Teşri*, yasa koymak, kanun yap­mak ve 'Şeriat1, yasa, kanun, anayasa an­lamlarına gelir olmuştur. Kelime Batı dille­rinde 'hukuk' anlamında karşılanmakta, sözgelimi, İngilizce sözlüklerde Şeriat kar­şılığında, 'hukuk' anlamına gelen 'law' keli­mesini kullanmaktadır.
insanlık tarihinde bir takım anomist ve anarşistler dışında insan hayatında "ka-nun'un ve dolayısıyle "hükümet'in gereklili­ğini inkâr eden olmamıştır. Bir bakıma 'müslüman anarşistler1 denebilecek olan Haricîler'in "Hüküm ancak Allah'ındır" ayetiyle Hz. Ali'ye (r.a.) Hakem Olayı'nı kabul etmesinden dolayı karşı çıkmaları üzerine Hz. Ali, "Söz doğru, fakat anlayış­ları yanlış. Evet şüphesiz hüküm ancak Al­lah'ındır; ama bunlar, "Emirlik ancak Al­lah'ındır" diyorlar. İnsanlar için şüphesiz iyi veya kötü bir emîr (idareci) olacaktır. Onun idaresinde mü'min gereken amelinde bulunacak, kâfir de geçinip gidecektir. 8u idarede Allah da her şeyi varması gereken yere vardıracaktır. İdareciyle vergi topla­nır, düşmana karşı savaşılır, yollar emniyet­te olur, zayıfın hakkı kuvvetliden alınır, ta ki, iyiler rahat etsin, kötülerin elinden raha­ta erilsin. İyi idarede takva sahibi iyi amel­lerinde bulunurken, kötü idarede şerli kişi hayatını yaşar gider; nihayet onun da müd­deti biter ve ölüm kendisini yakalar" diye­rek (Nehcü'l-Belâğâ) veciz bir şekilde hü­kümetin nitelik ve fonksiyonunu ifade et­miştir. Bu konuda dinler, sistemler veya ideolojiler arasındaki farklılık, daha çok hükümetin uyması ve uygulaması gereken yasaların niteliğinde ve daha temelde, bu yasaları kimin koyacağı noktasındadır.
İnsanın hayatını düzenleyen, onun hak, görev ve sorumluluklarını belirleyen yasa­ların ve kuralların dayanması gereken bir takım prensipler bulunmalıdır. Zaman, şartlar, çevre ve bizzat insanın içinde bu­lunduğu kişisel durum, kural ve yasalarda bir takım değişmeleri gerektirebilir ama, hem bu kural ve yasaların hem de onlarda yapılacak değişikliklerin dayanacağı de­ğişmez prensiplerin varlığı kaçınılmazdır. Bu prensipler değişmezdir, çünkü, insan hayatı temelde değişmez unsurlara dayanır. Meselâ, insanın insanlığı, yani insanî ka­rakteri değişmez; onun ihtiyaçları, duyula­rı, hattâ çevresi ve hayatım kuşatan doğum, ölüm, evlenme, üreme gibi olgular değişmez; hattâ yapısı, organlarının şekil ve fonksiyonu değişmez. Değişen, ancak ha­yatın ve çevrenin kompleksliği ve basitliği­ne göre, bir takım ilişkiler ve maddî ihtiyaç­ları tatmine yarayan ikinci-üçüncü derece­den vasıtalardır. Bunların yanısıra, her za­man karşılaşılabilecek savaş, afet, kıtlık, salgın hastalıklar gibi olağanüstü durumlar da yasa ve kurallarda geçici değişmeleri ge­rekli kılabilir. Ama, insanın insanlığı, yapı­sı, temel insanî karakteri ve temel insanî ih­tiyaçları, duyuları ve hayatını kuşatan aslî olgular za mana ve mekâna bağlı olmadık­larından ve dolayısıyle hiç bir zaman değiş­mediklerinden, onun hayatını düzenleye­cek temel yasalar ve değişen ve değişmeyen yasaların dayanacağı temel prensipler hiç bir zaman değişikliğe uğramayacaktır. Şu halde, insanın hayatını her bakımdan dü­zenleyen kural ve yasalar
1- Değişmez prensipler
2- Değişmez yasa ve kurallar
3- Değişebilir yasa ve kurallar olmak üzere üç temel kategoriye ayrılır.
Hangi sistem ve/veya dinde olursa olsun, değişmez prensiplerle yasaların ve değişe­bilir yasa ve kuralların belli bir hedefi olma­lıdır; bu hedef, tabiî ki, ferdî ve toplumsal hayatı, dünyası ve dünya ötesi, yakın ve uzak çevresi ve içinde yaşadığı tabiî çev­reyle olan ilişkileri açısından insana yöne­liktir. "Nasıl bir insan, nasıl bir toplum, na­sıl bir dünya, nasıl bir çevre?" İşte, tüm ya­sa, kural ve prensiplerin varlığı ve niteliği, bu sorulara verdikleri cevaba bağlıdır.
İslâm ise insanı en temel karekteri içinde ele alır. Her şeyden önce, insan fanidir, ken­disini bekleyen Ahiret hayatı vardır ve o ta­biî çevrenin çocuğudur. Yeryüzüne ayak basmadan önce, yer ve gökleri, güneşi, ayı,
yıldızlan ve diğer gezegenleri, havası, su­yu, ateşi, esîri, ışığı ve toprağı, her türden bitkileri ve hayvanları, melekleri, cinleri ve şeytanları, kasaca her şeyiyle kâinat ve özel­de yeryüzü onun hayatı için hazırlanmış du­rumdaydı. Her şey değişmez ilâhî yasalara bağlı olarak, belki daha doğru bir deyişle, her an Allah'ın vahyi doğrultusunda davra­narak hayatını sürdürüyordu ve sürdürmek­tedir de. Bu yüzden, kâinat'ta tam bir ahenk, tam bir düzen ve tam bir 'sulh' hakimdi ve şimdi de hakimdir; çünkü, Kâi nat'ın tek bir Yaratıcısı, tek bir Rabbi (nzıklandıranı, ya­şatanı, büyütüp besleyeni, yetiştirip terbiye edeni, dolayısıyle idare edeni) ve tek bir Meliki ve Maliki vardır. Her şey, Bu tek Olan'ın, ikincisi olmayan, daha doğrusu sa­yıya girmeyen Allah'ın hükümleri doğrul­tusunda cereyan etmektedir. Teknik deyiş­le, Kâinat'ta 'Şeriat' hakimdir, ki, bu Şeriata 'Şerîat-ı Fıtrî' veya 'Şerîat-ı Tekvînî' adı ve­rilir; yani, Şerîat-ı Fıtrî veya Tekvînî, insa­nın kendi iradesi dışındaki hayatı, sözgeli­mi, doğumu, ölümü, rengi ve şekli, annesi-babası ve ülkesinin seçim ve tayini, doğum-ölüm tarihi, tüm bedenî, acıkması, susama­sı, üşümesi ve yanması... da dahil olmak üzere bütün kâinat'ın tabî olduğu İlâhî Ya­salar veya İlâhî Vahy'ın hükümleri'nin ge­nel adıdır. İşte, İlâhî, Kanunlar içinde do­ğan ve yaşaması kaçınılmaz olan insana dünya hayatını sürdürmesi için yeme ve iç­me, barınma, üreme, kısaca hayatının bitki­sel ve hayvansal yönünü sürdürebilmesi için Tcuvve-i şeheviyye,' kendisini savuna­bilmesi ve koruyabilmesi için öfke, müca-delecilik gibi unsurları olan Tcuvve-i gada-biyye' ve bir de, kendisini diğer varlıklar­dan, bitki ve hayvanlardan ayıran Tcuvve-i akliyye, akıl, düşünce, muhakeme, seçme...' verilmiştir. İnsan, hiç bir zaman bir bitki ve hayvan değildir; tek amacı üretmek ve tüketmek olmadığı gibi, hayatı da yal­nızca dünya hayatıyla sınırlı değildir. Onun gerçek insanlığı ve saadeti, sözünü ettiği­miz "kuvvetleri dengede tutması, hepsi ara­sında bir denge kurması ve böylece fert ola­rak çevresindeki tabiî dengeyle uyum için­de olabilmesindedir. Onun sahip olduğu kuvvetlerin 'ifrat ve tefrit1 denilen iki aşın ucu vardır çünkü. Meselâ, 'Kuvve-i şehe-viyye'nin ifratı, hiç bir sınır ve haram-helâl tanımadan yiyip içmek ve başkasının malı­na, ırzına göz dikmek, tefriti ise hiç bir şe­hevî istek duymamaktır.
Kuvve-i gadabiyyenin ifratı, sınırsız sal-dırgmlık, tam bir öfke hali ve kindarlık (te­hevvür), tefriti ise, hiç bir şey karşısında tepki göstermeme, öfke duymama ve kor­kaklık (cebanet)tır. Kuvve-i akliyyenin if­ratı, akı kara, kötüyü iyi gösterecek derece­de mantık oyununda bulunma ve demagoji (cerbeze), tefriti ise ahmaklıktır. Bu kuv­vetlerin ifrat ve tefrit dereceleri, kişinin hem ferdî hayatı, hem de toplum hayatı için zararlı ve tehlikeli olup, karşılıklı muamele ve münasebetlerde tecavüzlerin ve haksız­lıkların meydana gelmesine de yol açar. Bu bakımdan, kuvve-i şeheviyyenin iffet, kuv­ve-i gadabiyyenin şecaat ve kuvve-i akliy­yenin de hikmek noktasında tutulması gere­kir.
İnsanın üzerinde gittiği yol, onun hayatı­nı her bakımdan kuşatıcı ve sonunda isteni­len hedefe götürücü olmadır. Bu yolun öyle esaslan veya özellikleri olmalıdır ki, insa­nın zihnini, aklını, düşünce ve muhakeme­sini tatmin etsin, akimi kendisi için bir lanet yapmasın. Bu yolun öyle esaslan ve özel-lekleri olmalıdır ki, insanın güvenme, dayanma, yardım isteme ve ibadet etme ihti­yaçlarına cevap versin. Bu yolun öyle esas­ları ve özellikleri olmalıdır ki, insanın bede­nini, zihnini ve ruhunu kendine göre sonun­da onu kandıracak suya ulaştıracak şekilde eğitsin, terbiye etsin ve onu yaratılışına, in­saniyetine uygun bir mertebeye çıkarsın. Bu yolun öyle esasları ve özellikleri olmalı­dır ki, insanın kendisiyle, yakınlarıyla, di­ğer insanlarla, içinde bulunduğu tabiî çev­reyle ve tüm kâinat'la olan ilişkilerini ada­let, hakkaniyet ve merhamet ölçüleri çerce vesinde düzenlesin. Bu yolun öyle esasları ve özellikleri olmalıdır ki, insana dünyada gerçek saadeti tattırdığı gibi, onun bütün ih­tiyaçlarını en ahenkli biçimde kandırdığı gibi, beka susuzluğunu da gidersin ve onu sonsuz ebedî hayata lâyık hale getirsin...
îşte Şeriat kelimesi, daha sonra tslâmî terminolojide kazandığı anlamla, adına Din denilen bu Yol'un eş anlamlısı olarak kulla­nılır hale gelmiştir. Bu bakımdan, pek çok İslâmî eserde Şeriat1 in Din'le aynı anlamda kullanıldığı görülür. Fakat, Kur'an'da geçen şekliyle Şeriat Din'le anlamdaş değildir; Kur'an, "Din'den bir Şeriat olarak da söz eder (Maide, 48, Şura, 13) ve Şeriatla daha çok 'ahkâm'ı, modern tabiriyle 'hukuku kasteder (Maide, 48). Yani Şeriat, Dîn'in bir bakıma dünya hayatıyla ilgili kuralları, insanların dünya hayatını düzenleyen ilâhî yasalar bütünü olmaktadır; modem deyişle buna, fert ve toplumların hayatını kuşatan medenî, sosyal, ekonomik, idarî ve cezaî yasalar bütünü denilebilir. Nitekim kavra­ma ilk tanım getirenlerden Taberî'ye göre Şeriat, feraizi (miras hukuku), haddleri (ce­za yasası), emirleri ve nehiyleri ihtiva eder. Bu bakımdan, modern siyasî sistemler "Din'e özgürlük tanıyoruz, herkes dinî inanç ve ibadetinde hürdür" derken, esasta Şeriat'ı reddetmekte, yani Din'i, idarî, cezaî, sosyal, ekonomik ve medenî yasalarından soyutlayarak, onu günlük hayata karıştır­mamaktadırlar. Böyle bir tavrın Kur'an'da-ki adı, "Allah'a bir yönüyle ibadet et-mek"tir. Yani, bunlar bir anlamda daha çok işlerine geldikleri noktada Allah ve Din'i kabul ederler; bu kabul de daha çok, Din'i dünyaya ve maksatlarına alet edebildikleri ölçüdedir; Dîn, maksatlarına ve dünyaları­na hizmet ettiği sürece onlar için mukad­destir, vazgeçilmezdir. Fakat, Din'in hayat­larını bütünüyle kuşatmasına izin vermez­ler (Hac, 11). Öte yandan, Kur'an, ahkâm olarak en güzel ah-kâmm, yani insan haya­tına hükmetmesi gereken en güzel hüküm­lerin Allah'ın hükümleri olduğunu ve başka hükümlerin ancak Cahiliyye hükmü oldu­ğunu (Maide, 50); günlük hayatlarının her safhasında, karşılaştıkları her meselede Al­lah'ın hükmü dışında nefislerine, işlerine gelen hükümlere veya başka 'dinler'in veya sistemlerin hükümlerine başvurup ittiba et­menin imanla bağdaşmayacağını (Nisa, 65) ve başka hükümleri bilerek ve inanarak Al­lah'ın hükümlerine tercihin küfür, Allah'ın hükümlerini tasdikle beraber, nefsin arzula­rına veya bir takım menfaatlere kapılarak başka hükümleri tercihin zulüm, Allah'ın ahkâmının üzerini sislerin örttüğü, hakkın batıla, doğrunun yalana karıştığı bir zaman­da Allah'ın hükmünü araştırmadan başka hükümlerle hükmetmenin fısk olduğunu (Maide, 44; Casiye, 47) açıkça beyan et­mektedir.
İnsanın hayatını iktisadî, içtimaî, medenî ve idarî alanda kuşatan yasaları yapma ve insana dünya hayatındaki yolunu çizme yetkisini İslâm dışındaki beşer yapısı sistemler, önceden doğmuş olmak, kahraman ve isim yapmış olmak, mal-mülk, nüfuz et­ki ve güç sahibi olmak, belli topraktan, belli aileden, belli soydan ve belli renkten gelmiş olmak, belli makam ve mevkiye sahip ol­mak, belli yararlıklar göstermiş olmak gibi nedenlerle bir veya birden fazla kişilere, ya da bir ulusun tamamı adına, yine bazı odak­larca çizilen çizgiler içinde kalmak ve belir­tilen yolu aşmamak kaydıyla o ulusça seçi­len kişilere verirken, İslâm, bütün insanla­rın yaratanı, yaşatını, öldürüp diriltecek olanı ve tüm Kâinatla birlikte insan bedeni­nin de itaat ettiği her şeyin Maliki olarak bu yetkiyi Allah'a bırakır ve bu şekilde insan­lar arasında tam bir eşitliği sağlar. Önceden veya sonradan doğmuş olmanın, güçlü, pa­ralı ve nüfuzlu olmanın, belli bir makam, mevki veya ün sahibi olmanın, belli bir top­rağa, aileye, ulusa ve renge ait olmanın bu yetki açısından îslâm nazarında hiç bir de­ğeri yoktur ve bir insan Allah'ın kulu, yara­tığı ve insan olmak açısından diğerlerinden Allah yanında en ufak bir ayrıcalığa sahip değildir. "Hükmün ancak Allah'a ait olma-sı"nın anlamı budur ve îslâm nazarında bü­tün insanlara düşen, birbirleri üzerinde hak­sızlığa, hak gasbına ve tecavüze yeltenme­den, birbirleri üzerinde yine kendi yapısı olan yasalarla sulta kurmadan hep birlikte Allah'ın çizdiği yola, yani Şeriat'a teslim ol­malarıdır.
Allah'ın tarih boyunca bütün insanlara gönderdiği Din tek bir 4in olup, bunun adı da islâm'dır. Şeriat, bu Din'in yukarda sözü edildiği gibi daha çok 'dünyevî', yani ferdî ve içtimaî hayattaki idarî, sosyal, medenî, cezaî ve ekonomik yasaları kapsayan yanı­dır. Tarih boyunca Şeriat'ın da temel pren­sipleri ve temel kuralları değişmeden kalmış olmakla birlikte, yukarda sözü edilen şartlar çerçevesinde bir takım ikinci derece­den meselelerde ufak tefek değişiklikler ol­muştur. Din'de herhangi bir 'nesh' olayı, ya­ni bir aslın yerine başka bir aslın konması hadisesi vuku bulmamış olmakla birlikte, bu hadise Şeriatlarda meydana gelmiştir ve Kıyamet'e kadar da belli prensiplerde mey­dana gelmek durumundadır. Şöyle ki:
Peygamberler içinde Şeriat getiren ilk peygamber Hz. Nuh'tur. Hz. Nuh'tan Hz. İbrahim'e kadar insanlar, Hz. Nuh'un Şeri-at'ıyla yükümlüydüler. Din Hz. Nuh'ta da, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Mu-hammed'de de (Allah'ın salât ve selâmı üzerlerine olsun) aynı olmakla birlikte, Şe-riat'lannda belli farklılıklar söz konusu ol­duğundan, bir sonra gelen Şeriat, bir Önce­kiyle pek çok ortak unsur taşıyor olsa da, onun geçerliliğini ortadan kaldırıyor ve ye­rini kendisi alıyordu. İşte, bu şekilde Hz. İb­rahim'den sonra Hz. Musa'ya kadar Hz. İb­rahim'in Hz. Musa'nın Hz. İsa'ya kadar Hz. Musa'dan ve Hz. İsa'dan Nebîler'in sonun­cusu Hz. Muhammed'e kadar Hz. İsa'nın Şeriatı geçerliydi. Hz. Muhammed'in getir­diği Şeriat, bütün önceki şeriatlar'ı tasdik edici, onlardaki geçerliliği devam eden hü­kümleri devam ettirici, fakat kıyamet'e ka­dar geçerli ve bakî olmasıyla artık bütün şe-riatlar'ı neshedici ve yeni hükümler de ko­yucu olarak tarihteki yerini almıştır. Artık insanlar Hz. Muhammed'in (s.) getirdiği Şeriat'la, yani hep aynı olan ve hiç bir esası değişmeyen Din'in Hz. Muhammed (s.) ta­rafından getirilen Şeriatı'yla yükümlüdür­ler. Bu Şeriat'ta da bütün hükümler muh­kem, kesin ve Kıyamet'e kadar geçerli ol­makla birlikte, bir takım 'nesh1 olayları mevcuttur. Yani, Kur'an'da birbirini nesh ederek, yani birbirinin hükmünü ortadan kaldırarak gelen öyle hükümler vardır ki, gerek kaldırılan, gerekse kaldıran hükümler Kıyamet'e kadar yine geçerli ve bakîdir. Evet öyle zaman olur ki, bir ayetin kaldırdı­ğı, yani neshettiği hüküm, kendi şartlarında geçerli olabilir ve mensuh (hüküm kaldırıl­mış) olmaktan çıkar, öyle zaman da olur ki, bu hüküm mensuhtur, bunun karşısındaki hükümse geçerlidir; şu kadar ki, her iki hü­küm de Kur'an'da bulunmak zorundadır. Kur'an'ın tamamının muhkem olması, Kur'an'da kıyamete kadar geçersiz bir hük­mün bulunmasına manîdir. Bazı hükümle­rin nasih ve mensuh olmasında ise, İslâm'ın tebliği açısından önemli yöntem özelliklen vardır ki, bunlar asla göz ardı edilmemeli­dir.
Şeriat'ın değişen hayat şartlarına göre mutlaka değişmesi gerekliği bir takım çev­relerce dün olduğu gibi, bugün de ifade edilmektedir. Yukarda açıklandığı üzere, İnsan hayatında değişme ve değişemez te­mel unsurlar bulunduğu gibi, yasalar da belli hedeflere yönelik olup, bu hedefler çerçevesinde şekil kazanır. "Nasıl bir insan, nasıl bir toplum, nasıl bir dünya, nasıl ve ne­ye yönelik bir hayat?" sorularına verilecek cevaplar yasaları belirlediği gibi, yasaların doğruluğu, iyiliği veya yanlışlığından çok, bu sorulara verilen cevapların niteliğidir ancak yasalar açısından üzerinde durulması gereken. Bu bakımdan, Şeriat'ın veya bir başka yasalar sisteminin değişebilirliği, de­ğişmesi veya değişmemesi gerektiği, zama­na uyarlı lığı veya uymazlığı, günün prob­lemlerine cevap verip veremeyeceği gibi sorunlar tartışılırken, yukardaki sorulara verilecek cevaplarla, yasalara yön veren prensipler her zaman göz önünde bulundurulmalıdır. Yani, Şeriat, İslâm dışı, Şeriat'ın temel prensiplerine zıt veya bu prensiplerle İlgisiz bir hayat görüşünün inancın, eşyaya ve dünyaya bakışın ve değerler sisteminin yön verip şekillendirdiği bir toplumda ge­çerli olur mu olamaz mı, o toplumun sorun­larına cevap verir mi veremez mi veya nasıl verebilir gibi soruların muhatabı yapıla­maz. Şeriat'ın hükümlerinin anlamını bul­ması ve değerlendirilmesi, ancak Şeriat'a varlık kazandıran îslâmî esasların baştan itibaren zihnî, kalbî, imanı ve hîssî düzlem­de yön verip şekillendirdiği bir toplumda mümkün olabilir.
İslâm alimleri, yukarıda sözünü ettiği­miz, Kainat'ta geçerli ilâhi vahy'in hüküm­leri veya ilahi yasalar, bir başka deyişle Fıtri -tekvini şeriat ve Cenab-ı Allah'ın Kelâm sıfatından gelen şu meşhur Şeriat'lan başka bir de Batınî Şeriat'lan bahsetmişlerdir. Na­maz İslâm'ın emridir, birtakım farzları (va-cibleri) ve sünnetleri-müstehabları, mek­ruhları ve namazı bozan haller (müsidleri) vardır. Oruç farz olan bir ibadettir; ne za­man tutulacağı, şartlan, orucu bozan şeyler hep Şeriatın sahasına girmektedir. Hacc da aynı şekilde islâm'ın temel esaslanndandır; ne zaman ve nasıl yapılacağı, farzları, müs-tehablan, mekruhları ve müfsidleri yine Şe­riat'ın alanı içindedir. Zekât ve kurban da aynı. Fakat bir ayet-i kerimede, "Namaz bü­tün kötülüklerden meneder" (Ankebut, 45) buyurulmasına rağmen, pek çok namaz kı­lan kişinin bazı kötülüklere ve günahlara daldığı görülmektedir. Aynı şekilde, hadisi şeriflerde, "Nİce gece namazı kılan vardır ki, namazından emirleri, Allah nzası için Şeriat'ın emirleri, farz, vacip ve sünnetleri ibadetlerin içine aldığı öyle ahlâki, manevi faydalar ve hikmetler vardır ki, işte Batını
Şeriat bunları kazandırmanın yoludur. Bu konuda Kur'an'da, güzel olan memleketin bitkisi, Rabbinin izniyle çıkar, ne kötülük­leri nede kemleri Allah'a ulaşır, fakat sizin takvanız O'na ulaşır" (Hac, 37)
İşte, batınî Şeriat'ın esasları takvadır, ihlâsür, en sonunda hedefi 'İhsan' mertebe-sidir. Şeriat'ın bu batini öğesi belki daha doğru bir deyişle ona en büyük ve vazgeçil­mez etkendir.
îslâm Şeriati'nın en belirgin özellikleri şunlardır:
1- İslâm Şeriaü hiçbir ortak olmadan yal­nız Allah'ın koyduğu bir Şeriattır.
2- Dünya hayan sürdükçe geçerli olacak­tır.
3- İnsan hayatını ilgilendiren herşeyi ih­tiva etmektedir.
4- İnsan hayaüna kolayca adapte olabile­cek yapıdadır. Ne boşta bırakır ne de bunal­tır.
5- Beşeri sistemlerin aksine, insanlardan belli bir kitlenin yararına değil, bütün "in­sanlığın" hayrına gelmiştir.
6- Allah'tan olma özelliği ile diğer sis­temlerden fazla olarak insanlara maddî ve manevî müeyyideleri aynı anda uygular. Polis korkusu ile Allah korkusunu birleşti­ren, çoğunlukla din "Allah korkusu"nun polisiye tedbirlere lüzumu kaldırdığı, diğer sistemlerdeki "vicdan" kavramından daha üstün bir manası, müeyyidesi vardır. Bu Şe­riat'ın cezayı "dünyevi" olduğu kadar "uh-revi" olarak da bildirmesinden kaynaklan­maktadır.
7- Hayat hangi yönde değişirse değişsin çağ ve mekânda uygulanabilecek bir siyasi sistem Öngörmesidir. İslâm'ın belki de en kolay kavranabilecek yönü "siyasi" yönü­dür. Onun adı ne demokrasidir, ne de başka
birşey. Ne güçlü bir azınlığın, ne de bir hal­kın hakimiyeti söz konusudur. İslâm'ın si­yaset anlayışında halkın hakimiyeti siste­minin yararları gündeme getirilirken bunun daima, öbür halkların aleyhine olabileceği de gözardı edilmemelidir. İslâm Şeriatı ise, halkları da ortadan kaldırarak Hakkı ve onun hakimiyetini getirmiştir. Halbuki in­sanlık şu ana kadar sadece "küçük bir azın­lığın hakimiyetini kaldırdığını iddia et­mektedir; ne derece doğru olduğu da tartışı­lacak bir konudur.
İslâm Sedat'ının kavranabilmesi için, Fı-kıh'la beraber İncelenmesi zorunludur. Çünkü Fıkıh, Şeriat'ın pratiğe dökülmüş şeklidir.
 
SON KONULAR

Bu konuyu görüntüleyen kullanıcılar

Geri
Üst Alt