Bozkır Kültürü’nün Kaynağı Meselesi

Bozkır Kültürü

Şimdiye kadar görüldüğü üzere, Türk tarihinin bu safhası daha ziyâde “Avrasya” nın bozkır coğrafyasında cereyan etmiştir. Bilhassa insanın tabiat kuvvetlerine hâkim olmadığı eski çağlarda coğrafyanın insan hayatı üzerindeki tesirleri düşünülürse, bozkır iklimin de, çeşitli bakımlardan eski Türk yaşayışı, düşünce tarzı, inancı ve dünya görüşü, örfü ve gelenekleri, kısaca “kültür”üne yön verici tesirler yapacağı tabiidir. Ancak bir kültürün teşekkülünde, coğrafî şartların yanında bizzat insan unsuru da rol oynamaktadır.

Ayrı coğrafi çevrelerde belirli karaktere sahip insan gruplarının meydana getirdiği toplumlara has olmak üzere birbirlerinden farklı kültürler doğacağına göre, 3500 yıllık hayatı bozkır coğrafî şartları içinde geçen Türk topluluğunun da kendine özel bir kültür tipine sahip olacağı tabii karşılanmalıdır. Biz buna, doğuş ve gelişme sahasından dolayı “Bozkır kültürü” diyoruz.

Bozkır kültürüne tarihin seyri içinde, bozkır bölgesi kıyılarında yaşamış olan bazı yabancı toplulukların da dahil olduğu anlaşılmakla beraber (Meselâ Hind-Avrupalılar’dan bazı kollar, İranîler, yine bu kökten çeşitli grupların meydana getirdiği İskitler ve Moğollar gibi) bozkır kültürünü en saf şekli ile bir Türk kültürü olarak kabûl etmekte hatâ yoktur. Ve bu böyle kabul edilmelidir.

Bozkır coğrafyasında binlerce yıl hayatiyetini devam ettiren ve Çin, Hind, Akdeniz ve Avrupa gibi yerleşik kültür mensuplarının, yine binlerce yıl içinde, tesir ve baskısını hissettikleri bu kültür eskiden beri ilim adamlarınca az-çok tanınmakta idi. Uzmanlardan bazıları bu kültüre eksik olarak “Atlı göçebe kültürü” demekte bir mahzur görmemişlerdir.

Halbuki, Bozkır kültürü “at” üzerine kurulmuş olmakla beraber, unsurları yalnız “at”tan ibaret değildir. Bunun yanında demir de vardır ve ayrı bir hukuk anlayışı ile de donatılmış bulunmaktadır. Çöllerde değil, fakat rutubet derecesi oldukça yüksek yaylalarda gelişen Bozkır kültürüne, sırf çoban hayat tarzına dıştan bakarak göçebelik atf etmek yanlıştır. Bozkır kültüründe temel olan at, göçebelerin hayatında birinci plânda görülmez. At göçebe kavimlerin kültürüne sonradan girmiş bir ekonomi vasıtasıdır.



Bozkır Kültürü’nün Kaynağı Meselesi



İskit görüşü


I. Zichy tarafından ortaya atılan bu görüşe göre, bizim “Bozkır kültürü” diye ifade ettiğimiz kültür tipi, “atlı göçebelik”ten ibaret olup, merkezinde at yetiştirmek ve çobanlık yer almakta ve bu gibi faaliyetler için, Karadeniz’in kuzey düzlüklerindeki İskit sahası en elverişli bölge olarak bulunmaktadır.



İndo-Germen görüşü


Batıda çok yaygın olan ve eski “Aryanizm” tesirinin bir devamı sayılması mümkün görünen bu görüş Hind-Avrupalılar’ı tâ Baykal gölüne kadar bütün Asya’ya yerleştirmekte ve onların da aslında “göçebe” (bozkırlı!) olduklarını ileri sürerek, at’ın ilk defa onlar tarafından ehlileştirildiğini ve dünyanın ata binme san’atını onlardan öğrendiğini iddia etmektedir. Batılıların at üzerinde bu kadar durması, şüphesiz bu hayvanı ehil hâle getirip binmenin insanın kültür tarihine muazzam bir hamle teşkil etmesinden ileri gelir ki, bozkırlarda gelişen kültürü de İndo-Germenler’e bağlamak böylece mümkün olacaktır.

Hun süvarilerinin seferlerde bindikleri bozkır muharebe atının ilk kalıntılarına rastlandığı Afanasyevo kültürü (M.Ö. 2500-1700) eski Türk Altay kültürüne bağlı bulunmaktadır. Atın ehlileştirilmesi için önce buna ihtiyaç duyulması gerekir ki, bu ihtiyaç şüphesiz ilk olarak bozkırlı hayvan besleyici kavimlerde hissedilmişti. Bu itibarla atın insanlar tarafından kullanılması bile –bu husus başlangıç noktası olmakla beraber- çok önemli bir gerekçe değildir. Esas olan, atın binek hayvanı hâline getirilmesidir. Bozkır kültüründe rol oynayan baş aksiyon da biniciliktir.

At gibi bir vasıtaya ihtiyacın, “yerleşik” topluluklardan ziyâde, çok geniş sahalarda, hayatın zorunlu kıldığı sür’atle hareket etmek mecburiyetinden doğduğu açıkdır. Bozkır savaş atı doğuya doğru uzanmış ve Çin’de muharebe atı yetiştiriciliğinin ilk sahası olan Şan-si bölgesinde görünmüştür. Çin’liler ata binmeği ancak M.Ö. 300’lerde Asya Hunları’ndan öğrenmişlerdir.



Altaylı Nazariyesi

Bozkır kültürünün Altay yaylalarında Proto-Türkler (Türkler’in ataları) tarafından ortaya konduğu hususu, bir kültür çevresi olarak bozkırlar üzerine dikkati çeken tanınmış kültür tarihçilerinin temsil ettiği “Viyana ekolü” tarafından ileri sürülmüştür. Atın ehlileştirilmesi ve umumiyetle hayvan yetiştiricilik gibi medeniyet tarihinin çok mühim bir safhası Türkler’in ataları tarafından gerçekleştirilmiştir.

Bozkırlar bölgesinde üç kültür devresi (kemik kültürü, hayvan besleme kültürü, at yetiştirme kültürü) tesbit edilmektedir. Bunun son merhalesinden yeni bir netice olarak, merkezinde atın bulunduğu, “Savaşçı çobanlar” (“Hirtenkrieger”) kültürü doğmuştur ki, bu, bozkır kültürünün, bilhassa Proto-Türkler için karakteristik olan en yüksek derecesini gösterir.



At


Atın ehlileştirilmesi ve atın çoban kültürünün yaratılması ilk Türklerde görülmektedir. İnsanlık tarihinde ulaşılan bu başarı kavimlerin ve başka kültürlerin gelişmesinde fevkalâde neticeler doğurmuştur. Tarihî bağlantıların gösterdiği gibi, büyük devlet esası için gerekli şartlar ancak bu sayede belirebilmiştir. Atın binek hayvanı olarak kullanılmasını, ziraat kültürünün ve ona bağlı hayvancılığın çok üstünde ve dünya tarihinin çok önemli bir kültür merhalesidir. Hayvan terbiyesinde önce geyik, sonra Ren geyiği (Samoyedler tarafından), nihayet Türkler’in ataları tarafından at ehlileştirilerek insanlık hizmetine sokulmuştur. Bu konudaki araştırmalarda sonuç hep aynı neticeye varmaktadır.

Orta Asya’da oturan ve çok eski bir zamanda avcılık hayatından hayvanları ehlileştirmeye geçen tek kavim Türkler olmuştur. At, Türkler tarafından ehlileştirilmiştir ve Türkler ata binen ilk insanlar olarak görünmektedirler. Orta Asya bozkırlar bölgesinin kültür tarihi yönünden taşıdığı önem çok kesindir.

Esasen yeryüzünde ekonomi bakımından başlıca üç temel kaynak vardır: Orman, tarım, hayvan yetiştirme. İnsanlar yaşadıkları çevrenin bu imkânlarını değerlendirerek hayatlarını sürdürebilmişlerdir. Tarihte ilk kültürler de şüphesiz doğdukları bölgenin tabii şartları içinde öz kazanacaklarından, orman kavimleri “asalak” kültüre (avcılık, devşiricilik), ziraate elverişli yerlerde oturanlar “köylü” kültüre (çiftçilik) bağlanmışlar, Bozkırdakiler “çoban” kültürünü (besicilik) meydana getirmişlerdir. Bu itibarla, aslında orman kavmi veya köylü değil, fakat bozkırlı olan Türkler’in kültürü de doğuş, gelişme ve muhteva bakımından bütün diğer toplulukların kültürlerinden ayrılık gösterir.

Altay-Türk atlı çoban kültürü Türkler’in atalarını diğer topluluklardan farklı bir dünya görüşüne ve hayat tarzına götürmüştür ki, bu insanlığın mâzisinde ilk defa gözlenen insan zekâ ve iradesini tabiata hâkim kılma azmidir. At terbiyesi, otlaklar etrafında cereyan eden mücadeleler bozkırlıyı metanet ve cengâverlikle bezemiş, onu teşkilâtçılık melekesine sahip kılmış, ve eski Türkler herşeylerini borçlu oldukları ata kutluluk derecesinde değer vermişlerdir.

At vasıtası ile insanlığa sunulan diğer mühim bir değer de sür’at mefhumudur ki, bu eski ilkel kavimleri zihni durgunluğun tenbelliğinden kurtararak canlı bir faaliyet alanına yöneltmiş ve insan iradesinin ufkunda sonsuz imkânlar açılmasına vesile olmuştur. Yine at sayesinde bozkır kültürünün ortaya koyduğu başka evrensel bir değer hukuk fikridir. Bu da, atlı savaşcı çobanların, insanların toplum hâlinde yaşayabilmelerini sağlıyan karşılıklı saygı esasından hareketle, toplulukları bir üst idare nizamına bağlama yolunda ulaşılan devlet kurma düşüncesinin mahsulüdür.

At üzerinde, kalabalık hayvan sürülerini sevk ve idare etmek mecburiyeti eski Türkler’in, atın sür’atı ve demir madeni sayesinde hâkimiyet altına aldıkları insanları idare plânında başarılarını mümkün kılmıştır. Bu sebeple yeryüzünde ilk siyâsi kadrolar, yine ilk kanun koyucu durumunda olan Türkler’in ataları tarafından tesis ve teşkil edilmiş görünmektedir.

Bozkırlarda gelişen eski Türk kültürünün dünya tarihinde iki bakımdan kesin tesiri olmuştur. Bunlardan biri, hayvan besleyiciliğini geliştirmek ve yaymak suretiyle iktisâdî; öteki, yüksek teşkilâtçılık yolu ile sosyaldir. Birinci nokta önemlidir, zira bu, avcılık ve devşiricilik gibi, yalnız alarak karşılığında bir şey vermeyen parazit (“asalak”) ekonomi yerine, insanları üretici (müstahsil) durumuna sokmak suretiyle, çok faydalı bir iktisadî gelişmenin işaretidir. Fakat ikinci nokta daha da mühimdir, çünkü insanlığı basit yığınlar olmaktan çıkarıp sosyal nizamlara bağlamak gibi, iktisadî faaliyetin de devamını mümkün kılan, bir beşerî değer ancak bu yol ile meydana gelmiştir.

Bu bakımdan Ural-Altaylı kavimlerin dünya tarihindeki bu çok mühim rolünü önemle belirtmek gerekir:

En eski yüksek medeniyetler dahi, daha çalışkan ve ziraatçi olmakla beraber, devlet kurmakta kifayetsiz kavimlerin yerleşik hâlde bulunduğu büyük nehir vâdilerine savaşçı atlı çobanların müdahalesinden sonra doğmuştur. Hind-Avrupalılar açısından konuyu daha kesin bir şekilde açıklamak mümkün. Hind-Avrupalı kavimlerin (bugünkü Avrupalılar’ın ataları) teşkilâtçılık ve siyasetteki başarıları ancak bu bozkırlı unsurların onlarla karışması ile izah edilebilir.

Onlar M.Ö. 2. bin yıllarında Aral gölü havalisinde bozkır kültürü ile temasa geçerek bu kabiliyeti elde etmişlerdir. Bu, diğer bölgelerde de böyle idi. Nitekim Doğu Asya’da ilk devlet teşkilâtı eski Türkler tarafından kurulmuş, Ön-Asya kavimleri bakımından da benzer sonuca varılmıştır.



Bozkır Kültürünün Oluşma Çağı

Bu kültürün kaynağı hakkındaki teoriler ona aşağı yukarı bir geçmiş tâyin etmek imkânını sağlamaktadır. Viyana ekolüne göre bu tarih M.Ö. 2. bin başları olmalıdır. Şüphesiz ata binicilik temel unsur olmak üzere, siyâsi, iktisadî, dinî vb. cepheleri ile kültür gelişinceye kadar belirli bir zamanın geçmesi gerekecektir. Eldeki bilgilerden bozkır kültürünün M.Ö. 2500 ile 1700 arasında oldukça belirgin bir vasıf kazanmış olduğu kabul edilebilir. Bu tahmin bir yandan Viyana ekolünün vardığı sonuçlara, diğer yandan da arkeolojik vesikalara uygun düşmektedir.



Sosyal Yapı

Eski Türk toplumunun sosyal yapısı hakkında şimdiye kadar yapılan tasnifler hem bünye, hem de isimlendirmeler bakımından birbirini tutmamaktadır. Bunun sebebinin, her araştırıcının kendi meşgul olduğu zaman içinde kalması ve yine meşgul olduğu belirli Türk kesimini esas alması olduğu anlaşılıyor. Türklerin çeşitli devirlerde, çeşitli bölgelerde bazı sosyal bünye değişikliklerine uğradıkları ve bununla ilgili olarak başka başka tâbirler kullandıkları şüphesizdir.

Fakat Bozkır kültürü dediğimiz, aslında en yakın Türk kültürü içinde toplum yapısını tesbit etmek bakımından bazı imkânlara da sahibiz. Bu hususta Gök-Türk topluluğu sosyal bünyesi herhâlde hareket noktası vazifesini görebilecektir. Ana kaynağımız Orhun kitabelerinde geçen, konu ile ilgili tâbirler meseleye ışık tutacak durumdadır.

Orhun kitabelerine göre Türk Bozkır toplumunun yapısını şöyle tesbit etmek mümkündür.

Oguş-âile (?)

Urug-soy, (aile?)

Bod-boy, kabile

Ok-kabile (bir siyâsi teşkilâta bağlı)

Bodun-boylar birliği (siyâsi yönden müstakil veya değil)

İl-Müstakil topluluk, devlet, imparatorluk.

Eski Türk toplumunda ilk sosyal yapı olan âile, bütün sosyal bünyenin çekirdeği durumunda idi. Kan akrabalığı esasına dayanıyordu.

Eski Türk âilesi tip olarak “geniş âile” şekline görünmekte (geçen asrın 2. yarısında, bütün dış tesirlere rağmen, başka bölgelerdeki Türk kesimlerine nisbetle en az tesir almış olmaları gerekir (Altaylılar’da “soy” ve Yakut’larda “usa” Kırgızlar’da “aul”) ise de, aslında Türk âilesinin “küçük âile” tipinde kurulu bulunması daha akla yakın gelmektedir. Çünkü Türk âilesi eski Yunan’daki (genose), Roma’daki (gens) ve İslavlar’daki (zadruga)’dan farklı olup, ortaklık yalnız otlak ve hayvan sürülerine inhisar eder.

Türçe’de izdivac için kullanılan “evlenme” veya “evlendirme”, (Gök-Türk kitâbelerinde: äble +) tâbirleri, evlenen erkek veya kızın baba ocağından ayrılarak ayrı bir ev (âile) meydana getirdiğine delâlet eder. Umumiyetle, bilindiği gibi dıştan evlenme (exogamie)’nin esas ve baba hukukunun hâkim olduğu Türk âilesinde evlenen oğullar, hisselerini alıp, yeni bir âile kurmak üzere çıkarlar, baba evi ise en küçük oğula kalırdı. Türkler’de “leviratus” (ölen erkek kardeşin dul kalan zevcesi ile ve çocuksuz genç dul üvey anne ile evlenme şekli) mevcuttur ve umumiyetle tek zevcelik (monogamie) görülür.

Orhon yazıtlarında ancak bir yerde geçen “uruğ” tâbiri, Uygurca metinlerde, Kaşgarlı’da, birçok modern şivelerde çok kullanılan ve “tohum, akraba, nesil” mânalarına gelen bir sözdür.

Âileler veya soylar bir araya geldiği zaman “boy” teşekkül ediyordu ve başında vazifesi, boydaki iç dayanışmayı muhafaza etmek, hak ve adaleti düzenlemek ve gerektiğinde silâhlı kuvvetlerce boyun menfaatlerini korumak olan bey (bäg, beg, bi) bulunuyordu. Buna göre boy siyâsî mahiyette bir birlik idi. Belirli arazisi ve savaşcı kuvveti vardı. Mülkü ve hayvan sürüleri başka kesimlerinkinden ayırt edilmekte idi (24 Oğuz boyundan her boy hususi bir damgaya sahipti). Roma’da, eski Yunan’da ve câhiliye devri Arapları’nda, benzer kuruluşlar başındaki mes’ul şahıslar aynı zamanda dinî reis oldukları halde, bey’in böyle bir fonksiyonu yoktu.

Boy beyleri cesareti, malî kudreti ve doğruluğu ile tanınmış urug ve oguşların reisleri arasından seçim yolu ile iş başına gelirlerdi. Seçici hey’et herhalde boy’u meydana getiren âile ve soyların temsilcilerinden kurulu olmalıdır. Bu hey’et eski Türk devletinde mevcut “meclis (danışma kurulu)”lerin küçük çaplı bir ilk tipi olarak görünmektedir.

Boylar birliğine “bodun” deniyordu. Bodun’un başında “bey”, han (“Kaan”) bulunur ve topluluk siyaseten müstakil veya bir il’e tâbi durumda olabilirdi. Bodun’lar çoğunlukla soy ve din birliğine sahip boylardan meydana geldiği için, bodun kelimesine “kavim” mânası verilebilir. Kitâbelerde yalnız bir defa geçen “Ulus” sözünün eski devirdeki mânası açık değil ise de, bu söz, Türk-Moğol devrinde: Millet, Memleket, Devlet karşılığı olarak daha geniş anlamlarla karşımıza çıkmaktadır.


İl

Eski Türk “İl”i, toprağı ile, halkı ile, idâri ve hukukî nizamları ile, vazifesi yurdu ve ahaliyi korumak ve sağlam bir sosyal bünyeye sahip olmasına çalışmak olan bir siyâsî kuruluştur. Türk “İl”ini tanıyabilmek için onun, devletin şartları yönünden, hususiyetlerini şöyle tesbit etmek mümkündür.



İstiklâl Kavramı

Bilindiği üzere, devlette gerçek istiklâl, bunun yalnız idareci kesimce istenmesi ile değil, aynı zamanda halkın da aynı şuur içinde bulunması, yâni istiklâl düşüncesinin bütün toplulukta müşterek bir arzu hâlinde var olması şeklinde belirir. Böyle bir ortak şuur Bozkır Türk toplum ve devletinde çok eskiden beri mevcut olmuştur. Türk gruplarının her gittikleri yerde, beylik, hanlık gibi hür ve müstakil siyâsî teşekküller kurmağa çalışmaları bunu gösterdiği gibi, çeşitli ülkelerde buna muvaffak olmaları da istiklâl düşüncesi üzerinde ısrarlarına işaret eder. Eski Türkler’de istiklâle verilen değer bazı tarihî kayıtlarla da tesbit edilmiş durumdadır: Asya Hunları’ndan M.Ö. 58’de cereyan eden hâdise dolayısiyle Çin yıllığı Shi-ki Hun devlet meclisi’nde yapılan şu konuşmayı nakleder:

“Bizim için tâbiiyet yüz kızartıcıdır. Atalarımızdan toprakla birlikle devr aldığımız istiklâlimizi Çin ile uzlaşmak bahasına feda edemeyiz. Mücadele edecek savaşçılarımız hâlâ mevcut iken devletimizi korumalıyız”.

Orhun kitâbelerinde, “Kaganlık” tâbiri ile ifâde edilen “devlette istiklâl” düşüncesine karşı duyulan ilgi daha açık bir şekilde dile getirilmiştir:

“İl’i olan bir bodun idim, şimdi il’im nerede? Kaganlık bodun idim, hani Kagan’ım?”. İstiklâl’den mahrum kalınca “Bey olmağa lâyık oğlun kul, hâtun olmağa lâyık kızın câriye” olduğundan yakınan Bilge Kagan Türk devlet ve istiklâlinin devamlılığına inancını şu sözlerle ifade etmiştir:

“Yukarıda gök çökmedikçe, aşağıda yer delinmedikçe Türk bodununun il’ini, töresini kim bozabilir?”

Bu tarihî vesikalar, devlette gerçek istiklâl kavramına uygun olarak, bu düşüncenin, idarecisi ve halkı ile Türk topluluğunda ortak bir değer taşındığını ortaya koymaktadır.



Ülke Kavramı


Ülke, her müstakil devletin hak ve yetkilerini mutlak şekilde kullanabildiği belirli coğrafî saha olduğuna ve ülkesiz bir millet bahis konusu olmayacağına göre, Türk “il”inde de belirli sınırlar içinde bulunan bir ülke kavramının mevcut olacağı açıkdır. Eski Türkler’de ülkeye “yurt” deniliyordu. Ülke sınırlarına da “yaka” denilmekte idi. Demek ki Türk hâkanlıklarında ülke, belirli sınırlara sahip devlet arazisi idi ve bu arazi hükümdar âilesinin mülkü değil, bütün milletin ortak toprağı idi. Asya Hun Tan-hu’su Mo-tun, komşu Moğol Tung-hu’ların arazi talebi karşısında kaldığı zaman (M.Ö. 209) devlet meclisinde, toprağın devletin temelini teşkil ettiğini buna göre, her ne sebeple olursa olsun kimseye arazi terk etmeğe selâhiyeti bulunmadığını söylemişti.

Anlaşılıyor ki Bozkır Türk il’inde “yurt” hükümdarın şahsî malı gibi keyfine göre tasarruf edilebilen bir toprak parçası değil, fakat bizzat devlet reisinin korumakla vazifeli bulunduğu bir ata yadigârı idi. Devlet topraklarının idarecilerle halkın ortak mesuliyeti altında bulunması keyfiyeti, Türk topluluk adlarından anlaşıldığı üzere, eski Türkler’in şahıslarından ziyade il’e bağlı olduğu hususu ile bir arada dikkate alınırsa, ülkenin sür’atle “vatanlaşma”sının mümkün olacağı kolayca anlaşılır.

Gerçekten eski Türk topluluğunda halk, devletin siyâsî istiklâli gibi, “yurt”una da derin bir sevgiyle bağlanmıştır. Yukarıda söylediğimiz üzere, ilk tarihî belirtisine Asya Hunları’nda rastladığımız bu durum, Gök-Türkler’de en canlı şekilde mevcut olmuş (Ötüken’in kutsal toprak sayıldığı ve “Kaganlık”a ve töre’ye sahip olarak yaşamak için Ötüken’de oturmak gerektiği) ve Uygur Türkleri’nde “Kutlu dağ” efsanesinde sembolize edilmiştir.

Türkler’deki bu vatan sevgisi ünlü Arap yazarı Al-Câhiz (ölm. 869) tarafından da, gözleme dayanılarak belirtilmiştir. Ancak Türkler’de “ülke” ve vatan nitelemesi göçebe veya köylü (yerleşik) bütün öteki kavimlerden farklı olarak, siyâsî istiklâl fikri ile beraber yürümektedir. Eski Türk, yalnız hür ve müstakil yaşayabildiği toprağı ülke ve vatan saymakta (Türk tarihinde çeşitli Türk kesimlerin ayrı vatanlarının olması bundan ileri gelir), fakat bu şartların mevcut olmadığı araziyi kolayca terk edebilmektedir (Türk göçlerinin diğer bir sebebi). Kısaca Türk kültüründe vatan Türk tuğlarının veya albayrağın dalgalandığı yerdir.



İnsan Unsuru

Devletin yalnız hükümdar ve âilesinden ibaret sayıldığı topluluklarda siyâsî hürriyet ve çalışma serbestliğini düşünmek güçtür. Devlet idaresi ve ülke anlayışında idareci-halk iş birliği olan siyâsî teşekküllerde ise durum başkadır. Eski Türk topluluğunda da insanın ferdî hukuk ile donatılmış ve iktisaden esir olmayan bir hayat düzeninde bulunduğu anlaşılmaktadır. Bunun tarihî vesikalarla ortaya konması mümkündür. Önce, âilede hususî mülkiyet mevcut idi. Bozkır Türk devletinde arazi üzerinde de hususî mülkiyet geçerli idi.

(Asya Hunları’nda, Gök-Türkler’de,Uygurlar’da vb.).

Hususî mülkiyet kişi haklarının ve hürriyetin teminatıdır. 10. asır Bulgarları’nda fertler kendi arazilerinden elde ettikleri mahsulden hükümdâra bile bir şey vermeyebiliyorlardı. Hazar hâkanı ve idarecileri teb’anın mülküne el uzatamazlardı. Oğuzlar’da “bey”ler, han’ın bazı aşırı davranışları karşısında seslerini yükseltirlerdi. Avrupa Hunları’nda Atillâ’nın başkentinde bir Bizanslı, Bizansta insanın baskı altında tutulmasına ve kanunların yürümemesine karşılık, kendisinin Hun memleketinde hür olduğunu ve korkusuz yaşadığını söylemişti. Çin’deki köleler, hürriyet ülkesi olan Asya Hun topraklarına kaçıyorlardı. Bozkır Türk toplumunda öyle bir hürriyet havası vardı ki, en küçük bir âile bile başlı-başına bir “il” sayılabilirdi. Bu durum bazan sosyal yapının daha yüksek kademelerinde gözleniyordu. Meselâ 8 boy halinde Don-Aşağı Tuna nehirleri arasında yayılan Peçenekler’de “kabilelerin durumu o kadar müstakil idi ki, “kavim beraber yaşadığı, beraber savaştığı, yâni tam bir birlik teşkil ettikleri hâlde bir merkezî iktidar mevcut değildi”. 12. asır Kıpçakları’nda da durum böyle idi.

Türk boylarındaki bu karakteristik durum eski Türk İl’inde siyasî birliği meydana getiren boyların-türlü sebepler yüzünden birbirlerinden kolayca ayrılmalarına ve aynı bölgede veya başka bir yerde yeni bir İl teşkil etmek üzere tekrar toplanabilmelerine imkân vermekte idi (eski Türk siyasî kuruluşlarında boy sayısını ifade eden ve zaman zaman değişen rakamlar bunu gösterir). Boyda yalnız otlak ve yaylaklar ortak mülkiyette idi. Bu tip arazi devlet malı olduğu için, buralardan faydalanan at, koyun ve sığır sürülerinin sahiplerinden tahsil edilen belirli ölçüdeki vergiler yolu ile İl’in mâlî ve askerî ihtiyaçları karşılanıyordu. Göçlerde âilelerin ve fertlerin kendilerine âit sürülerini ve taşınabilir mallarını beraberlerinde götürebilmeleri ve istedikleri gibi tasarruf etmeleri onlardaki hürriyet duygusunu ve serbest hareket etme eğilimini daima canlı tutmakta idi. Bu hal ise, eski Türk devletlerinde, tabiatiyle, köleliği ve bazı kesimler için “imtiyazlılık” durumunu önlüyor, ayrıca Bozkır kültürünün ekonomik özelliği de, adalet, eşitlik ve insana saygı prensiplerinin gelişmesine yardım ediyordu.



Kölelik Konusu


Eski çağlarda, yaşamak için ihtiyaç olan “çalışma, çekme ve taşıma gücü”nü insanlar, ancak kendi aralarındaki daha zayıf, daha az becerikli fertlerin kol kuvvetinden faydalanma yolu ile sağlayabiliyorlardı. “Asalak” kültürde ve “köylü” (yerleşik) kültürde başkaca çare yoktu. İktisaden “besicilik”e dayanan Bozkır kültüründe ise bu ihtiyacı, başta en yüksek kas (adele) kuvvetine sahip at olmak üzere, hayvan gücü karşılıyordu. Orman kavimlerinde ve yerleşik topluluklarda hâkimiyeti ele geçiren gruplar, toplumda her hangi bir mülk ve hiçbir siyasî hak tanımamak suretiyle, sınıf, kast cenderesine aldıkları mahkûm kesimlerin (Moğollar’da çeşitli neviden köleler, İslavlar arasında yaygın köle ticareti, Çin’de enselerine boyunduruk vurularak tarlalarda çalıştırılanlar, Eski Yunanda Aristoteles’in “ehli hayvan” ve “canlı âlet” dediği ve doğrudan doğruya “mülk” sayılan köle insanlar, Mısır’da Hind’de ve Roma’da köle kütleleri) mevcudiyetini öyle devam ettirmek maksadı ile, asırlar boyunca, türlü tedbirlere baş vururlarken, insanın kol (adele) gücüne müracaat zarureti duyulmayan Bozkır kültüründe hususî mülkiyet ve hür çalışma esasında gelişen sosyal gelenekler, zamanla, töre hükümleri hâlinde kesinlik kazanmıştır.



Kara budun


Bozkır Türk “il”ini açıklarken, “kara-bodun; Tarhanlık” ve “Orun-ülüş” meselelerini de kısaca aydınlatmak gerekmektedir.

Kitâbelerde bodun tabiri bazan “kara” sıfatı ile birlikte kullanılmıştır. Buna karşılık birde ak-beğ ? ifadesinin bulunuşunu Türk toplumunda bir “asiller” sınıfının varlığı hususunda yorumlanmasına sebep olmuş gibidir (meselâ, H. Namık Orkun, son ibareyi “asil beyler” olarak çevirmiştir). Devlet idaresinde hâkana en büyük yardımcılar durumunda olan beylerin idare edilen halka nisbetle üstün tutulması tabii ise de bundan imtiyazlı bir sınıf hükmünün çıkarılması zordur.

Nitekim kitabelerdeki hitâblarda çok kere devlette büyük memuriyet makamlarını işgal eden “buyruk”lar, bey’lerden önce yer almaktadır. Türkçe’de “kara” sıfatının aslında aşağı bir dereceyi değil, aksine, büyük, yüksek seviyeyi belirttiği görüşü de ileri sürülmüştür (ve Kara Han, Kara Ordu, Karaton gibi örnekler verilmiştir). Buna göre kitabedeki ifadeleri, “asıl, kalabalık bodun” diye mânâlandırmak gerçeğe daha yakın görünmektedir ve buna nazaran sayısı şüphesiz az olan beyler “ak” oluyor demektir. Eski Türk devletlerinde bazı yüksek memuriyetlerin ırsî olduğu iddia edilmiş ise de “beğ”liğin babadan oğula geçtiğine dair açık bir delil bulunmuyor (hükümdâr sülâlesine mensup olanlar hariç).

Dede Korkut’da açıklandığına göre, bey olabilmek için, kan dökmek (mutlaka savaşa katılmak değil, meselâ, vahşi bir hayvan öldürmüş olmak) aç doyurmak, çıplak giydirmek lâzımdır. Şartlar bunlardan ibarettir.

Kitâbelerdeki “Kagan, âilesi, bodun, şadabıd beyler, tarhanlar, buyruk beyleri, Dokuz-Oğuz beyleri” ifadesi, bir “sınıf” hiyerarşisi değil, doğrudan doğruya devlet içinde idare edilenlerden, idare edilenlere doğru bir sıralama olmalıdır. Bozkır kültüründe hâkim zihniyetde bunu gerektirir.

Beylerin ve buyrukların vergilerden veya başka herhangi bir mükellefiyetden muaf tutulduklarına dâir bir işaret yoktur. Tabgaçlar’dan beri mevcut olup da Gök-Türk imparatorluğunda bir yeri olan “tarhan” (sivil ve asker nâzır, bakan, Tonyukuk’un ünvanı: Boyla bağa Tarkan)’lar da, bizim tarih literatürümüzde yaygın kanaatin aksine imtiyazlı değil idiler. Tarhanlar, daha sonraları, Moğollar devrinde imtiyazlı duruma gelmişlerdir.

Bunun gibi, Türk kabile teşkilatında mühim rol oynadığı ileri sürülen “Orun” (mevkii), yani belirli kabilelere mensup şahısların meclislerde, büyük toplantılarda, toy (resmi ziyafet)’larda belirli yerlere oturması ve böyle toplantı ve ziyafetlerde yiyecekleri yemeklerin belirli olması, her birinin koyunun belirli yerlerini yemeğe mecbur bulunması (ülüş) meselesi de daha sonraki devirlerde örf hâline gelmiş olsa gerektir. Daha doğrusu Moğol devrine ait uygulamalar olsa gerektir. Çünkü bu hususlar yalnız Moğol devri tarihçisi Reşidü’d-din (öl. 1318)’in eserinde yer almış olup, daha önceye ait Türk vesikalarında, Orhun kitabelerinde, Kutadgu-Bilig’de bu yolda yoruma elverişli hiçbir kayıt bulunmamaktadır.

Bozkır bodun teşkilâtında birliğe daha sonra katılan her boyun umumiyete sınırlarda yer aldığı ve bunların, tehlikenin daha kesif bulunduğu ön saflarda savaşa sürüldüğü doğrudur. Fakat bu gibi boylar bu “mevki”lerini ebediyen muhafazaya mahkum olmayıp, yeni iltihaklar neticesinde, öndekiler geri çekilerek, bodun’un diğer üyeleri ile eşit duruma gelmektedirler.

Asya Hun İmparatorluğunda 5 Hun kabilesinin Tanhu âilesi ile akrabalıkları göz önüne alınarak-“imtiyazlı” durumda görünmüş olmaları da, ancak bu mekanizma ile izah olunabilir. Devletin kuruluşunda hizmeti geçmiş olan kesimlerin emir ve kumanda mevkilerini alarak idareci durumuna geçmeleri ve dolayısıyla devlette idare edilenlere nazaran nisbî bir farklılık göstermeleri tabiîdir. Bu sosyolojik kâide hiçbir zaman ve hiçbir yerde değişmemiştir.

Bozkır Türk devletinde insan unsuru’nun çeşitli hak ve hürriyetlerle donanmış olması Türk devletinin kuruluş tarzı ile ilgilidir. Bozkır Türk devleti her hangi bir âilenin kılıç zoru ile meydana getirdiği bir yığınlar topluluğu değil, fakat idarecilerle iş birliği yapan geniş halk kütlelerinin gayretleri, iştiraki ile gerçekleşen bir siyasi teşekküldür. Türk devletinin nasıl kurulduğu meselesine, II. Gök-Türk devletinin meydana gelişini anlatan kitâbelerdeki satırlar ışık tutacak mahiyettedir:

“Babam Kağan (İlteriş) 17 er ile harekete geçti. Haberi işiten dağdakiler, ovadakiler toparlanıp geldiler, 70, sonra 700 kişi oldular... (Hakanlığı) atalarının törelerine göre kurdular... ” (Kül-Tegin, Bilge), “Gelenlerden bir kısmı atlı, bir kısmı yaya idi”, “Dâvete katılanlardan biri de bendim” (Tonyukuk).

Böyle kurulan bir devlette tabiatiyle halk, hak ve hürriyetini isteyecek ve başında bulunanlardan bekleyecekti. Türk devletinde halkın bu istekleri töre’nin tatbiki ile gerçekleşiyordu. Umumiyetle “kanun” mânasına alınan töre (aslı, törü) eski Türk hukukî hükümlerinin bütünü olup sosyal hayatı düzenleyen “mecburî” kaideleri ihtiva ediyordu. Orhun kitabevlerinde “töre” kelimesi 11 yerde geçmekte, bunun 6’sında “il”ile birlikte kullanılmaktadır. Diğer 5 yerde de yine “il”ile alâkası açıkça belirir. Demek ki, Türk devleti kanunlara (töre hükümlerine) bağlı bir kuruluştur.

Devletin varlığı töre ile kaimdi: “... Devleti ellerine alıp töre’yi tesis ettiler... Ey Türk Bodunu! Devletini, töreni kim bozabilir?... Kazandığımız devlet ve töremiz öyle idi... Devletini töresini terk etmiş... O (İlteriş) atalarının töresine göre bodunu teşkilâtlandırdı... Töre gereğince amucam tahta oturdu...” Töre hükümleri değişmez kalıplar değildi. Türk hükümdarları, yerine ve zamanın icaplarına göre ve tabii “meclis”lerin onayı alınmak üzere, yeni hükümler getirebilirlerdi. Asya Hunlar’ında Mete, Gök-Türkler’de Bumin ve İlteriş ve Tuna Bulgar devletinde Krum böye yapmışlardı (Krum Hanın kanunları). Bütün Türk lehçelerinde ortak olan ve sonra Moğolca’ya da geçen töre tabiri şimdiki bilgimize göre Tabgaçlar’dan beri mevcuttu ve aslî söylenişi olan törü şeklinin daha eski bir devre götürülmesi mümkündür.

Hükümleri maalesef o çağlarda yazılamamş olan töre’nin ana-yasa mahiyetindeki prensipleri Kutadgu-Bilig’in yardımı ile tesbit edilebilmektedir. Bu prensipler şunlardır: Könilik (adalet), uz’luk (iyi’lik, faydalılık), tüz’lük (eşitlik) ve kişilik (insanlık, üniversel’lik).
 
BUNLAR DA İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Bu konuyu görüntüleyen kullanıcılar

Geri
Üst Alt