- Katılım
- 13 Şub 2021
- Konular
- 31
- Mesajlar
- 4,839
- Çözümler
- 1
- Tepkime puanı
- 395
- Puanları
- 83
- Yaş
- 53
- Konum
- Türkiye
- Web sitesi
- tarihbilinci.com
- Meslek - Branş
- Tarih Öğretmeni
Yazarın son konuları
@Akıncı Vezir olmuştur
akıncı Yeni Çeri Ağası olmuştur
Ramazan Bayramı İdari İzin
2024 Yılı Millî Eğitim Bakanlığına Bağlı Özel Program ve Proje Uygulayan Eğitim Kurumlarına Yönetici Görevlendirme Kılavuzu
Millî Eğitim Bakanlığına Bağlı Eğitim Kurumlarına Yönetici Seçme ve Görevlendirme Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik
Ders ve Ünitelere Göre Tasniflenen Sanal Müzeler, Öğrenci ve Öğretmenlerin Kullanımına Açıldı
MEB Ölçme Değerlendirme ve Sınav Hizmetleri Genel Müdürlüğü Mevzuat Kitapçığı
İkinci Dönem Ortak Yazılı Sınavlara Yönelik Örnek "Konu Soru Dağılım Tabloları" Yayımlandı
akıncı Yeni Çeri Ağası olmuştur
Ramazan Bayramı İdari İzin
2024 Yılı Millî Eğitim Bakanlığına Bağlı Özel Program ve Proje Uygulayan Eğitim Kurumlarına Yönetici Görevlendirme Kılavuzu
Millî Eğitim Bakanlığına Bağlı Eğitim Kurumlarına Yönetici Seçme ve Görevlendirme Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik
Ders ve Ünitelere Göre Tasniflenen Sanal Müzeler, Öğrenci ve Öğretmenlerin Kullanımına Açıldı
MEB Ölçme Değerlendirme ve Sınav Hizmetleri Genel Müdürlüğü Mevzuat Kitapçığı
İkinci Dönem Ortak Yazılı Sınavlara Yönelik Örnek "Konu Soru Dağılım Tabloları" Yayımlandı
DÖRDÜNCÜ MURAD
(1623-1640)
(1623-1640)
Ekteki resimleri görmek için kayıt olmalısınız
Osmanlı Devleti dirayetsiz ve çocuk padişahlar dönemine girmiş, beş senede üç saltanat değişikliği yaşamıştır; bunlardan biri, bir daha Allah göstermesin diyeceğimiz padişah katliyle olmuştur. Askerde asayiş, vezirlerde sadakat, devlette düzen unutulanlar arasına karışmış, birinci sınıf devlet adamları çağı sıkıca kapanmış, devleti yönetmeye çalışan ikinci - üçüncü sınıf erkân birinci sınıf soygunlarla itibar aşınmasına devam ediyor. Kadın hâkimiyeti umûmî menfaatlerin zıddına kendini her yerde hissettirmekte, onların teşvikiyle elde edilen makam sahiplerine sel gibi rüşvet akmaktadır. Aklî durumundan dolayı hal edilen Mustafa'nın yerine tahta çıkarılan Murat, işte böyle bir düzenin üzerine gelmiştir. Kendisinden önce üç tane Murad gören tahtta Dördüncü Murad olarak saltanat sürecek; murad almaya çalışacak; ama henüz onbir yaşındadır ve hiç bir sıraya, sayıya girecek halde değildir. Bütün ipler başkasının elindedir. Dördüncü Murad bir çocuktur.
Atlattığı ve yaşadığı bütün badirelere rağmen devlet hâlâ çok büyüktür ve büyük pâdişâh hasretindedir. Valide Kösem Mahpeyker Sultan’ın tek amacı oğlunu avucunun içine alıp, idarede bir numaralı görevi yapmaktır ve uzun süre yapacaktır. Vezir-i Âzam Kemankeş Ali Paşa'nın yeni padişahın tahta cülusunda hizmeti dokunmuştu, onun karşılığını almaya kendi usulüyle çalışacak, bu münasebetle cüretkâr teşebbüsleri olacak, adı büyük rüşvetlere sıkça karışacaktır. Şeyhülislâm Yahya Efendi siyaset bilmemenin cezasını Vezir-i Âzam eliyle görecek, yerini eski Müftü Ömer Efendi'ye bırakacaktır.
Küçük Murad'ın padişahlığı konuşulurken, hazinenin müflis olduğu, cülus bahşişi verilemiyecegi söylenince "hay hay" diyen askerler kazan kaldırdılar. Elde bulunan altın, gümüş cinsinden ne varsa saraydan darphaneye gitti, eritilerek para kesildi ve askere dağıtıldı. Bunların haricinde de çok şeyler oldu... Çocuk pâdişâh seyretti. Seyretti ama herşeyi hafızasına nakşederek... Yeri ve zamanı gelince gördüğü her şeyden istifade edecektir. Anasını bile unutmayacaktır. Anası Kösem Sultan bir Rum Papazı'nın kızı iken küçük yaşta yetim kalıp, Bosna Beylerbeyi'nin eline esir olarak geçince saraya takdim edilmişti. Şimdi kendisi bile hatırlamasa da, adı Anastasya imiş. Güzel Anastasya Mahpeyker adıyla Sultan Ahmed'in gözdesi olmuş, sonra da kadını. İktidara düşkünlüğü ile kocasının zamanında çok nüfuz kazanmıştı. Oğlu Murad'ı saltanata getirenlerin birinci sırasında görülmektedir. Oğlunu sever Kösem Sultan. İktidarı, gücü elinde bulundurmayı daha çok sever. Şimdi iktidar ipi onun kuvvetli ellerindedir.
Kösem Sultan'm siyasi entrikaları çok mükemmel bildiği kabul edilir. İ. H. Danişmend'in Mademe de Gamez'ûen nakline göre: "Birinci Ahmed'in vefatında veraset usulünün değişmesine ve bu suretle Deli Mustafa'nın saltanatına, Kösem Sultan'ın çevirdiği entrikalar sebep olmuştur: Onun bundan maksadı, kudretli bir şahsiyet olan Genç Osman'ı tahttan uzaklaştırarak kendi oğullarının saltanatına yol açmaktır; hatta gene aynı kaynağa göre "Hâile-i Osmaniyye" bile bu müthiş kadının eseridir."
Dördüncü Murad'ın dört kardeşinden Bâyezid ile Süleyman ayrı anadan Kasım'la İbrahim Mahpeyker Kösem Sultan'dan doğmadır. Kösem'in ömrü iktidarı kendi elinde, tahtı, doğurduğu çocukların altında görmek için adanmış gibidir. Amma önce kendi tatmini gelir:
Sultan Mustafa'nın ikinci saltanatı İstanbul'da, "kimin eli kimin cebinde" dedirtecek kadar karışıklığa sahne olmuştu. Anadolu kaynamaktaydı. Bağdad adamakıllı karışmıştı. Önce Abaza Paşa'ya bakalım.
Abaza Paşa'nın Erzurum'dan Gelen Sesi
Genç Osman'ın katlinden sonra Anadolu panik halindeydi. Başa geçmiş bir Osmanoğlu milletin babası yerindeydi ve millete danışılmadan tahttan indirilmişti. İnsanların kulağına erişen, Sultan Osman'a isnad edilen kabahatler görünürde o insanlara olan sevgiden işlenmişti. Türk kızlarıyla evlenmek, orduyu millileştirmek. Hacca gitmek Türk milletinin beğenmeyeceği davranışlar değildi. Bunun için Anadolu "Osman" diye ağlıyordu. Aradan 1 sene üç ay geçmiş, çocuk da olsa, yeni bir pâdişâha kavuşulmuştu. Artık, insanlar sükûnet bekliyordu. Daha önceleri, kendine, herhangi bir sebepten sükûneti haram eden insanlar yani Celâliler ki birçoğu asker kökenlidir, onlar da yerlerini buldu. "Kuyucu Murad Paşa'nın elinden kurtulan Karayazıcı, Canbolat, Kalenderoğlu, Said ve Tavil" gibi Celâli elebaşıları Sultan Osman'ın intikamcısı olmak üzere Segbân sıfatıyle Abaza'nın sancağı altında toplanmışlardı."
Erzurum'da başlayan Abaza Paşa İsyanı genişleyerek devam ediyor. Abaza Paşa "Pâdişâhın katilleri" diye binlerce yeniçeriyi öldürtmüş, kendine bağladığı Sipahilere dokunmamış; bir de Segban! namıyla başına topladığı askerler gücünü bir hayli artırmıştı. 40 bin kişiyi bulan kuvvetiyle Ankara'yı kuşatan Abaza Paşa devletle, devletin selameti için savaştadır. Ankara Kalesi'ni alamayınca Sivas ve Kayseri vilayetlerinin Türkmenlerinden yardım ister; gelen cevap Paşa'ya reddiyedir. Derler ki:
"Bizim ol yükte bac'ımız yoktur; somun yediği adamlar ile iş görsün."
Burada küçük bir paragraf açalım: Rahmetli Faruk Sümer'in Oğuzlar -Türkmenler adlı kitabında Selçuklu Sultanı Alp Aslan'ı eleştiren bir bölüm var. Orada Alp Aslan'ın "İranlı vezirleri öne çıkardığı, Türkmenleri memnun etmek için tedbir almadığı" anlatılır. Oradan yola çıkarak, Abaza Paşa'nın "Türkmenler" dediği kişilerin hakiki Türkler olduğunu anlayabiliriz.
Daha sonra Abaza Paşa'nın safında devletin askerine kılıç çekenler ayrılmaya başladılar. Müttefik olarak görünen Sivas Valisi Tayyar Mehmed Paşa ile Mürteza Paşa da Abaza'nın askerlerine kılıç üşürünce, Abaza'nın durumu sarsıldı. Sonu; özür dileyip, af edilmesine kadar giden Abaza Paşa İsyanı kendisi için başarısız geçmiş sayılıyor, ama yine de Erzurum Valiliğinde bırakılıyordu.
Irak'ın Elden Çıkması (11/12 Ocak 1624)
Abaza Paşa'nın isyanı başka taraflarda da gevşemelere sebep olmuştu. Bunlardan en mühimi Bağdad'ta yaşananlardır. Genç Osman'ın katlinden sorumlu tutulan yeniçerilerin itibarı adamakıllı sarsılmış, Bağdad Subaşısı etrafına oniki bin asker toplamıştı. "Yerli kulu" denen bu gönüllülerle Bekir Subaşı'nın durumu validen daha kuvvetli olmuştu. Artık valiyi bile takmıyordu. Bir gün Yerli Kulu askeriyle Bekir Subaşı âsi bir aşireti sindirmek için şehri terkedince, itibardan düşmüş sayılan vali Yusuf Paşa "bir rivayete göre "Mehmed Kanber Ağa" ismindeki Azebağasını elde edip Bekir Subaşı'nın ailesini imha ettirdi, sonra kendisini şehre sokmamak için tertibat aldı. Bekir Subaşı'nın bu vaziyetten haberdar olan oğlu Derviş Mehmed Ağa hem babasına haber göndermiş, hem idaresinde bulunan askerle Mehmed Kanber Ağa'yı mağlûb edip içkaleye iltica mecburiyetinde bırakmıştı. Oğlunun haberiyle şehre gelen Bekir Subaşı, Yusuf Paşa ile Mehmed Kanber Ağa'yı iç-kalede muhasara etti bir müddet çarpışmadan sonra bir kaza kurşunuyla şehid oldu. Bundan sonra kaleyi mecburen teslim eden Kanber Ağa iki oğluyla beraber Dicle'nin üstünde "Neft ile" tutuşturulan bir kayığa konulup su ile ateş arasında çırpınarak idam edildi."
Bekir Subaşı için bir başarıdır bu ve devamı gelir. Kendisine ne kadar muhalif var ise kılıçtan geçirilir. Subaşılığı beğenmeyen Bekir, İstanbul'a arıza gönderip, Vali yapılmasını talep eder. Uygun bulunmaz bu talep ve üzerine Hafız Ahmed Paşa Serdar olarak gönderilir. Bekir Subaşı Hafız Paşayla çarpışmayı göze alamayınca, Şah Abbas'a haber gönderip şehri kendilerine teslim edeceğini ve tabiiyetlerine geçeceğini bildirir.
Safevilere ne büyük müjdedir; Bağdat'a yeniden sahip olmak! Hemen 300 kişilik bir heyetle Şiilik tacı ve valilik menşuunu yola çıkarırlar; peşinden de Şah Abbas 30000 kişiyle harekete geçer.
Bekir Subaşı'nın Bağdad'ı Safevilere teslim etme teklifi Hafız Paşa'ya ulaşınca rüşvet yarışı başlar. İşler iyice karışır. Bekir Subaşı tercihde zorlanır. Ama sonunda Hafız Paşa'nın Bağdad Beylerbeyiliği teklifine dayanamaz; bir anda Subaşı Bekir'likten "Bekir Paşa" oluvermek o kadar cazip gelir ki, şehrin anahtarlarını almaya gelen 300 kişilik heyetin başı Şahkuli Han, Subaşı'nın teşekkürünü alıp dönmek durumunda kalır.
Bekir Paşa! Hafız Paşa'nın teklifini kabul ederken ona Bağdad'tan uzaklaşıp Diyarbakır'a çekilmesini şart koşmuş, Hafız Paşa da şarta uymuştu. Safeviler kuvvetli bir orduyla Bağdad'ı muhasara edince, Bekir Paşa onlarla başa çıkamıyacağını anladı ise de Safeviler yardım yollarını kapamışlardır. Bekir Paşa'nın kendilerine yaptığı kalleşliğe kızan Şah-kuli Han, "Bu kongay gidi (koca pezevenk) ne herzesini yer, meğer bizim şahımız aglancık mıdır." diye isyan etmişti. Şimdi intikam almak için elinden geleni yapacaktır.
Bekir Paşa kuvvetinin yetersizliğine rağmen iyi müdafaa yapar. Yiyecek sıkıntısından, kaledeki kediler, köpekler bile gıda olarak değerlendirilir... Tabii ki bu hale herkes dayanamaz. Asker ve zabitlerden firar edip, Sefevilere sığınanlar olur. Bu kaçaklar kalenin sırlarını düşmana açıklayınca, kötü son kaçınılmaz hale gelir.
Bekir Paşa'nın, "Narin Kale" denen iç kalenin muhafızı bulunan oğlu Derviş Mehmed'e yapılan ihanet teklifi netice verir. Babasının yerine Bağdad Valiliğine getirilmek istenmesi, kale kapısının açılmasına yeter.
Bekir Paşa yakalanıp Şah'ın huzuruna götürülünce, Şah sorar:
"Niçin böyle yaman iş ittün?" Bekir Paşa:
"Şahum, yaman iş ben itmedüm. Bu veled-i zina ittü!" deyince, oğlu bu hakaret karşısında dayanamaz:
"Sen Bağdad'ı virmeğe ahd idüp sözünde durmadın. Ben ol ahdi yerüne getirtip virdüm." der.
Şah, Şiilerle Sünnileri ayırır. Sünnileri işkenceyle öldürtür. Kadı Ömer Nuri ile Camii Kebir hatibi Mehmed Efendilere, Şeyheyn'e söğmeleri, (Hz. Ebubekir'le, Hz. Ömer) Şiiliği kabul etmeleri halinde af edilecekleri söylenirse de, onlar Şah'a hakaret edip, işkenceler altında şerefleriyle can verirler.
Bekir Paşa da uzun işkencelerden sonra, kendisinin daha önce Kanber Ağa'ya reva gördüğü gibi, neft yağıyla tutuşturulan kayıkta can verir. Oğlu Derviş Mehmed'e gelince, Şah Abbas: "Babasına ihanet eden kâfirin bana ne hayrı d¬kunur." deyip, Horasan'a sürer. Yolda kaçmaya teşebbüs eden Derviş Mehmed, yakalanır ve öldürülür.
12 Ocak 1624. Bağdad 89 yıl 1 ay 4 gün sonra (Y.Ö.) Osmanlı hâkimiyetinden, tekrar Safevilerin eline geçer. Şii hâkimiyetinden kurtulmak, mutlu günlere dönebilmek için onbeş sene, Dördüncü Murad'ın büyümesini bekleyecektir. Bağdad elden çıkmış olmakla, gözden hiçbir zaman çıkmamıştır.
Vezaret Değişikliği (3 Nisan 1624)
Kemankeş Kara Ali Paşa Dördüncü Murad'ın cülusunda oynadığı önemli rolün gururunu taşıyordu. Sanıyordu ki, Küçük Padişah hiçbir şeyden anlamaz, ne yaparsa sadrazam yapar ve yaptığı yanına kalır! Bu zan tıynetindeki, hoşa gitmeyecek hareketleri alenen yapmasına yol açtı.
Memuriyetleri rüşvet karşılığı dağıtmaya başladı. Halil Paşa ile Gürcü Mehmed Paşa'nın idam edilmelerine çalıştı; onları Abaza isyanının teşvikçileri olarak gösterdi, onlar masumiyetlerini ispat ettiler. Sadareti zamanında sükût eden Bağdad'ı Pâdişâhtan gizleme yoluna gitti; foyası meydana çıktı. Bütün bu anlatılanlar idamına kadar giden kâfi sebepler idi. İdam edildi. Sedârete Çerkez Mehmed Paşa tâyin olunup, 28 Mayıs'ta Abaza Paşa'nın üstüne gönderildi.
Kırım'da İsyan (Mayıs-Temmuz 1624)
Pâdişâh küçük diye dertlerde küçülmüyor. Devletin büyüklüğü nispetinde, büyük olaylar patlak veriyordu. Kırım Osmanlı Devleti'nin elidir, ayağıdır, belki de belkemiğidir.
Kazanılmış nice zaferlerle Kırım askerinin kılıcı parlamıştı. Kırım atları, Osmanlı Devleti adına Avrupa içlerinde doyasıya kişnemişti. Kırım'da meydana gelen bir isyan Anadolu'daymış gibi yankı yapar, devlete yara açardı.
Sultan Osman'ın tahta çıktığı gün Yedikule Zindanı'ndan kaçıp sonra da yakalandığı anlatılan Mehmet Giray ile yine İran'dan memleketine dönen Şahin Giray isyanın iki tarafıdır.
Mehmet Giray yakalanıp Rodos'a sürülmüştü. Mere Hüseyin Paşa, sadrazamlığında bu Giray'ı Kırım Hanlığı'na tayin etti. Kardeşi Şahin Giray da veliaht oldu.
Mehmed Giray âsi ruhludur. Osmanlı hanedanından daha asil bir aileye mensup olduğuna inanmaktadır. Sultan Mustafa'nın saltanatında Abaza Paşa ve ona benzer birilerinin isyana kalkışması Kırım'da da hareketlenmelere meydan verdi.
Padişahlık Dördüncü Murad'a geçtiğinde, Ruslar cülus tebrikine, hediyelerle beraber iki elçi gönderdiler. Mehmed ve Şahin Giraylar hediyeleri alıp, elçileri idam ettiler. Edirne üzerinden İstanbul'a, taht şehrine işgale niyetlenmiş, bunun için ordu toplamaya başlamışlarken, İstanbul uyanmış. Hanlıktan Mehmed Giray azledilip, Rodos'ta oturan eski Han Canıbek Giray tekrar tayin olunup İstanbul'a getirilmişti.
Dört kadırga ve bir miktar askerle Kefe'ye gönderilen Canıbek Giray'ın peşinden onun muhafazasına memur edilen Hasan Paşa ve yardımcısı İbrahim Paşa Kefe'ye vardıklarında Mehmed Giray'ın muhalefetiyle karşılaştılar. İstanbul'dan Kaptan-ı Derya Recep Paşa donanmayla Karadeniz'e sevkedildi. Üç paşayla beraber Kefe Beylerbeyi Mehmed Paşa müştereken bir mektup yazıp Mehmed Giray'la Şahin Giray'ı yola getirmeye çalıştıysalar da nafile. Mora ve Hersek kendilerine teklif edildiği halde Giraylar kabul etmediler.
Gemi azıya alan Kırım'ın Girayları Osmanlı Hanedanı yerine geçmeyi kafalarına koymuştular. 100 bin Tatar ve 8–10 bin Kazak askeriyle, 10 binden az olan Osmanlı askerine savaş ilân ettiler. Kaçınılmaz olan savaşa girişildi ve olması gereken oldu. Serdar Hasan Paşa ile yardımcısı İbrahim Paşa şehit düştü. Birçok şehit verilen savaşta Kırımlılar o kadar çok esir aldı ki "Bir adam bir çamçak bozaya" satılacak kadar ucuzladı. Anlaşıldığı kadarıyla, Kırımlılar iyi terbiye edilmiş aslan gibiydi. Pençeleri kuvvetli ama uslu. Onları kullanmayı bilmeyen azdırıyor, azdıkları zaman da hoşa gitmeyen durum meydana geliyor:
Geri adım atmak zorunda kalan Osmanlı tarafından Recep Paşa, Mehmet Giray'ın Hanlığını tasdik eden bir menşur gönderdi. Mehmed Giray 300 atli ile aldığı menşura öpüp başına koydu. Fakat yine de mesele hallolmuş sayılmadı. Şahin Giray 30.000 atlı ile saldırıp Akkerman, Kili, İsmail ve Yerköyü gibi Osmanlı kalelerini yakıp yıktı. Sıra Babadağı'na gelmişti. Meydana, Mağay beylerinden Kantemir Mirza çıktı. Şahin Giray'ı Tuna boylarında bozguna uğratan Mirza, bütün karşı kuvvetleri imha etti; yalnız; Şahin Giray bir kayıkla kaçarak canını kurtarabildi. Kantemir Mirza'nın hamile karısının şişe takılarak ateşte yakılıp öldürüldüğü, bundan dolayı intikamının acı olduğu söyleniyor.
Abaza Paşa'nın Mağlûbiyeti (5 Eylül 1624)
Abaza Paşa kuvvetleri çığ gibi büyüyerek, sel gibi yıkarak ilerliyordu. Kendisine gönüllü iştirak edenlerin dışında, bir de korkudan katılanlar olmuştu. Sivas valisi Tayyar Mehmed Paşa ile Şarkî-Karahisar Valisi Murteza Paşa zoraki Abazacı olmuştular.
Abaza üzerine gönderilen Serdâr-ı Ekrem, önce onu mektupla yola getirmeyi denedi, olmadı. Kayseri civarında Karasu mevkiinde çarpışma başladı. Tayyar Mehmed Paşa ve Murteza Paşa askerleriyle beraber hükümet kuvvetlerinin yanına geçtiler. Osmanlı topçu ateşi karşı tarafı dağıttı. Bir de, Abaza'nın yedek atlarından biri başıboş kalıp kaçarken asker tarafından görülüp Abaza Paşa'nın maktul düştüğüne yorulunca, âsi ordu tamamen bozuldu.
Bozgundan canını ve hazinesini kurtaran Abaza Paşa Erzurum yoluna düştü, geride kalan askerinin birçoğu kılıçtan geçirildi. Yine ölenlerin çoğu Türk ve öldürenlerin çoğu Türk. Çarpışılan meydan Osmanlı Türk toprağı!
Hafız Ahmed Paşa'nın Sedâreti ve Serdarlığı (Bağdad Seferi)
Vezir-i Âzam Çerkez Mehmed Paşa'nın ölümünün ardından, Sedâret mührü Diyarbakır Beylerbeyi Harız Ahmed Paşa'ya verildi. Yarım kalan bir hesabın görülmesi amacıyla Bağdad Seferi'ne Serdar-ı Ekrem olarak çıkan Paşa, 5 Mayıs'ta Diyarbakır'dan hareket etti. Zafer heyecanı taşıyan Ahmed Paşa, topladığı Harb Meclisi'nde yaptığı konuşmayı: "Kal'amn miftahı ceybümdedir" iddialı cümlesiyle süsledi. Kesin olarak fethine inandığı kalenin anahtarını cebinde sayması, askere moral vermek bakımından iyi ise de, yalancı çıkmakta bir o kadar kötüydü. Ufak tefek vuruşmalar cereyanı ile geçen yolculuk, Hafız Ahmed Paşa'ya kısmî başarılar tattırdı. Esas hedef olan Bağdad'a varıp kalenin muhasara edildiği tarih 13 Kasım 1625'tir. Aradan geçen zaman altı aydan fazla.
Hafız Paşa'nın ordu mevcudu 90-100 bin civarında, kale kuşatması için elzem olan top sayısı ise maalesef sadece 4 adet. Topsuzluğun telâfisini, kazdırdığı 52 lağımla mümkün görüp, bunun için iki ay harcadı. Karşı tarafın bu lağımları keşfi, çekilen emekle harcanan zamanı faydasız hâle getirdi. Hafız Paşa, yapabileceği ne varsa ortaya koyup başarıya ulaşmak istiyordu. Ancak muhasaranın 72. günü patlatılan bir lağımdan ufak bir gedik açmaya muvaffak olunabildi; oradan içeri girmeye çalışan askerin bir kısmı telef olup, sağ kalanlar dönmek zorunda kaldılar. Bu geri çekilme Hafız Paşa'yla alay edilmesine yol açtı. Sebep: Bağdad fethini hafife alıp "anahtarları cebimdedir" demesiydi. Görülen kötü vaziyet, Hafız Ahmed Paşa'yı İstanbul'dan yardım istemek zorunda bıraktı. Bundan sonrası şöyle gelişir; İstanbul'a Pâdişâh Dördüncü Murad'a bir manzume yazıp gönderir. Şiire sığınmıştır Paşa. Biraz da dâmad olmanın verdiği güce güvenmiştir. Kayınbiraderinden istimdat bekleyen manzum şiiri şöyle Hafız Ahmed Paşa'nın:
Aldı etrafı adüv, imdada asker yok mudur?
Din yolunda baş verir bir merdi server yok mudur?
Bir acep girdaba düştük, çaresiz kaldık meded
Âşinâlar zümresinden bir Şinâver yok mudur?
Cenk de hempamız olup bas virip baş almağa
Arse-i âlemde bir merdi hünerver yok mudur?
Def-i bidâdâ tekasülden garaz ne bilmezüz
Derdi mazluman sual olmaz mı mahşer yok mudur?
Hafız Paşa'nın isteği makuldür de, isteyiş biçimi biraz ağıra kaçmış. Sefere çıkarken Bağdad'ın anahtarlarının cebinde olduğunu söylüyor, işin zor olmadığını anlatıyordu. Şimdi, mahşerle pâdişâhı korkutmaya çalışıp, imdâd istemesi, çocuk pâdişâhı biraz büyütür. Zaten büyümeye acelesi olan Dördüncü Murad bir manzumeyle cevap gönderir:
Hafıza Bağdad'a imdad itmeğe er yok mudur?
Bizden istimdâd idersin sende asker yok mudur?
Düşmen-i mat itmeğe ferzâneyim ben der idin
Hasma karşı şimdi at oynatmağa meydan yok mudur?
Gerçi laf ırmakta yoktur sana hempa bilürüm
Lik senden dad alan bir dadküster yok mudur?
Bu Hanife şehrin ihmalünle perişan itdiler
Senda âyâ gayreti din-ü Peygamber yok mudur?
Rüşvet ile cûnd-i İslâmı perişan eyledün
İşidülmez mi sanursun bu haberler yok mudur?
Bir Ali sîret vezir-i şimdi serdâr eyledüm
Hızru Peygamber muin olmaz mı rehber yok mudur?
Bu manzum cevabı yazan Sultan Murad onbeş yaşının içindedir. Yavaş yavaş "devlete ağırlığımı koyuyorum" demekte ve aynı zamanda Dâmad Hafız Paşa'ya, görevden alındığını şiir diliyle bildirmektedir. Böylece Halil Paşa'ya sadâret yolu açılmıştır.
Vezir-i Azam Halil Paşa'nın Abaza Üzerine Hareketi
Kayseri'de uğradığı yenilgiden sonra Erzurum'a kaçan Abaza Paşa tehlike olmaktan çıkmış değildi. Yeni Vezir-i Azam Halil Paşa Abaza Paşa üzerine serdar tâyin edildi. 4 Aralık 1626'da Üsküdar'a geçti. Anadolu ve Rumeli askerleri ve yeniçeriyle sipahiden büyük bir ordu vardı emrinde. Abaza Paşa'nın kolay ele geçmeyeceği belli ya, Halil Paşa'nın marifetleri henüz görülmemişti. Olayların içice yaşandığı zamanlar oluyor, ordu parça parça sağa sola dağılıyor. Bu defa Safeviler'in Ahıska'yı kuşattığı haberi alındı ve Anadolu Beylerbeyi Dişlenk Hüseyin Paşa 4-5 bin askerle 17 Ağustos 1627'de yola çıkarıldı. Ayrıca Abaza Paşa'ya Kerkük Valisi Bostan Paşa gönderilip, şayet Ahıska'ya yardım ederse bağışlanacağı bildirildi. Halil Paşa'nın teklifini Abaza Paşa bir mektupla reddetti; diyordu ki Abaza:
"Ben Pâdişâhın bir kemter bendesiyim; lâkin levendlerin askerden, özellikle yeniçerilerden korkmakta olduğunu bilirsiniz. Siz lütfedip kapıkulu ile Muş canibinden teveccüh ediniz ki, mutmain olsunlar. Bende bu taraftan Ahıska üzerine gideyim. Seraskerliği de bana ihsan ediniz."
Serasker, Abaza'nın isteğini münasip bulmayarak bir mektup gönderdi ve dedi ki:
"Asker senin seraskerliğine razı değildir. Sana emredildiği gibi sefere çıkıp hizmetini göster, böylece Pâdişâh nezdinde daha makbul olursun!"
Abaza Paşa kurnaz adamdı. Yazışmalardan, kendisini mahvetmek için tuzak kurulduğunu hissetti. İtaate mecbur olduğunu ama ihtiyatlı hareket etmesi gerektiğini düşündü. Ahıska üzerine yürümek bahanesiyle Erzurum yakınlarıda ordusunu kurdu, Erzurum kadısını paşalara gönderdi.
Dişlenk Hüseyin Paşa Abaza'nın pazarlığa girişmesini devletine yakıştıramıyordu; kadıya öfkeyle konuştu: "Abaza da kim oluyormuş ki böyle davranıyor? Ben ondan daha namlısının hakkından geldim. Pâdişâh için kılıç çekmek icabederse Abaza'nın hakkından gelmek hiç de zor bir şey değildir."
İki taraf da birbirinin tasavvurlarından habersiz gibi birbirine tuzak kurmaya çalışıyordu. Abaza Ahıska'ya gidiyormuş hissini vererek Dişlenk Paşa'nın üzerine yürüdü. Paşa Abaza'nın hareket tarzından şüphelenip Diyarbakır'a dönmeye karar verdi.
Abaza Paşa cesur ve hileleri affetmeyen bir adamdı. Diyarbakır yolu üzerinde Dişlenk Paşa'nın ordusuna hücum etti. "Dişlenk zırhsız, yeşil bir ipek zıbın ile atına sıçradı; Abaza'nın hazineden silahsız cengâverin üzerine hücum ederek, mızrağını boynunun bir tarafından öte tarafına geçirdi. Dişlenk ve Husrev Paşalann oğulları birkaç Paşa ile beraber cenk meydanında kaldılar."
Dişlenk Hüseyin Paşa boğazından aldığı yarayla acı çekerken oğlunun akıbetini daha çok dert ediniyordu. Kanlar içinde, hazin bir haldeydi. Abaza Paşa onu görünce dayanamadı. Atıdan inip Paşa'nın başını dizlerine koyan Abaza müşfik bir sesle: "Paşa kardeş aç gözünü; oğlun için merak etme, o sağdır!" diye teselliye çalışırken, Dişlenk ancak acı bir ah! çekebildi. Erzurum'a giderlerken yolda öldü.
Abaza Paşa'nın en büyük düşmanı yeniçeriler Erzurum'da kıyıma uğratıldı. Bir tane bile canlı bırakılmamasına çalışıldı. İnsana yakışmayan tahkire uğrayan yeniçerilerden biri, cellâdın merhametiyle kurtulup yaşanan faciayı tarihe emanet etti.
Büyük bir sükseyle yola çıkan Serdar-ı Ekrem Halil Paşa'nın yaşadığı bu bozgun utanç vericiydi. Dünyayı titreten devletin ordusunu bir âsi paşanın ordusuna mahvettirmişti.
Erzurum'da Abaza'yı sıkıştırmak, hesabını görmek istedi. Başaramadı. Şiddetli kar yağışı askeri perişan etti. Abaza Paşa'nın muhkem savunmasını kıramayıp kar altında kar gibi eriyen askerin daha fazla zayiatı göze alınamadı. 25 Kasım 1627'de Tokat yoluna düşüldü. Savaştan beter sıkıntıların pusu kurduğu yolculuk tam kâbus halinde devam etti. Dağ, dere aşılırken, soğuk, açlık, çığ, uçurum, yerinden oynayan buz kütleleri ve hastalık birçok askerin telef olmasına yol açtı. Şimdiye kadar hiçbir Osmanlı Ordusu böylesine muhataralı böylesine soğuk havada, böylesine fena yolculuk yapmamıştı.
Bu kötü netice Halil Paşa'nın sadâretten azline kısa zaman sonra da ölümüne sebep oldu. (6 Nisan 1628)
Halil Paşa için Hammer sadâret makamına gelmiş zeval içinde en mutedil, en insaflı olmakla tanınırdı, derken İsmail Hami Danişmend "Çok ihtiyar olan bu Ermeni dönmesinin Erzurum seferi bir faciaydı" diyor. Dimitri Kantemir'in Osmanlı İmparatorluğu’nun Yükselişi ve Çöküş Tarihi adlı kitabında silahını bırakarak bir adamıyla kurtulmuş bir sadrâzam olarak, Halil Paşa ayıplanıyor.
Halil Paşa'dan sonra sadarete Husrev Paşa geldi. Tokat'a giden Husrev Paşa (1 Haziran 1628) icraatine kanla başladı. Hamid Muhassalı Emir Defterdar, ordu nişancısı Tokatlı Osman Efendi, Manisa Beyi Sultanzâde Hacı Paşa, Husrev Paşa'nın ilk kurbanlarıdır.
Osmanlı Hanedanı ile akrabalığı olanlar ayrıcalıklı sayılırdı; bu yüzden cellât sultan zadenin idamında biraz mütereddit davrandı. İdamları çadırının önünde bir sandalyeye oturarak seyreden Bosnalı Husrev Paşa cellâdın tereddüdünü ayağının altına beş yüz değnek vurdurmak suretiyle cezalandırdı. Paşa'nın insafla arası iyi değildi. Kan görmekten de hoşlanıyordu, kimi kişileri daha cezaya uğrattı. Arada mükâfat verdiği de oldu.
Husrev Paşa'nın hedefi Halil Paşa'nın yapamadığı işi yapıp, Abaza Paşa'yı teslim almaktı. Gerekli hiçbir tedbiri ihmal etmedi. Topun ne kadar elzem olduğunu biliyordu ve topları vardı Husrev'in. Erzurum muhasara edildi. (5 Eylül 1628) Abaza'nın dayanma şansı yoktu. En büyük toplarla Erzurum Surlaları çepeçevre kuşatılmıştı. Devamlı umudu azalan Abaza, Vezir-i Âzam'a kefenleri boyunlarında altı kişi gönderdi. Eğer âmân verilirse, şehri teslime hazır olduğunu bildirdi.
Her zaman görülmüştür hiçbir oyun zora dayanamıyor. Bu defa da Abaza'nın oyunu Husrev'in zoruna karşı dayanamadı.
Teslim bayrağını çeken Abaza Paşa, Husrev Paşa'dan hüsnü kabul gördü. Çadınrı sadrâzamın çadırının yanına kuruldu. Husrev kan dökülücülüğünün tersine Abaza'ya verdiği sözü tuttu, onu şanına! yakışır biçimde ağırladı.
Artık iş bitmişti. Asker üç seneden beri İstanbul'dan uzaktaydı ve özlemle yanıyordu. Vezir-i Âzam da zaferini pâdişâhın huzurunda yaşamak, onun iltifatlarına nail olmak için acele etmekteydi. 14 Ekim 1628'de yolculuk başladı, 9 Aralık'ta Üsküdar'a gelindi.
"Husrev'in muzafferiyeti, diyor Hammer, ne ganimetlerin zenginliğiyle şöhret buldu; ne de şark galiplerinin mu'tad debdebesiyle; zaferinin en güzel armağanı -bu kadar zamandır yeniçerilere dehşet vermiş, bu kadar zamandan beri kendisini Sultan Osman'ın intikamcısı saymış olan- mağlubun şahsı idi."
Uzun zaman, devletin bir numaralı gailesi olmayı devam ettiren, büyük miktarlarda devlet askerinin kırılmasına yol açan, bilhassa Anadolu'da asayişsizliği hâkim kılan Abaza'ya Sultan Dördüncü Murad çok içerlemekteydi. Altı senelik saltanatının Abaza kâbusuyla dolması, küçücük yaşından istifade eden diğer kişilerin yaptığından daha ağır geliyordu: Yine, iktidar olup da -çocuk görüldüğü için- muktedir edilmeyişi izzeti nefsini yaralıyordu.
Huzuruna çıkartılan Abaza Paşa'dan bütün ezilmişliğinin acısını almak ister havadaydı. Abaza'ya:
"Bre kafir! der. Bu senin isyanun ne idi?"
Abaza Paşa'nın maruzatı, yiğit pâdişâhın hoşuna gidecek türdedir.
"Devletlü Pâdişâhım, Yeniçeri, merhum karındaşunuzu katlitmeğle cümle beğlerbeğler kanın taleb itmeğe kâğıtlaşduk ve ittifak itdük. Kulunuz ikaamet itdüm, anlar yan çaldılar ve bendenüzü pareden itdiler; yoksa bir Abaza kölesi pâdişâh olası degül idüm! Üzerüme gelen vüzerânun sözleründe sebat olmaduğun bilürdüm; can korkusuyla serfürü itmedüm; emr Pâdişahun. İşte boynum, işte kılıcum!"
"Var imdi, kâfir. Çün haddün bilürmüşsün, seni afvitdüm."
Sultan Murad'ın hoşuna giden, "Abaza Paşa'nın hanedana olan bağlılığıdır", gerçi hanedan askeriyle savaşmıştır ya!
Yiğitçe tavırları affına ve Bosna Beylerbeyliği ile taltifine sebeb olur. Bir müddet İstanbul'da kalan yakışıldı ve cesur Abaza Paşa'nın giyim tarzı, tavırları çok farklıdır. Kendisini gören, tanıyan insanlar, onun tesiriyle kıyafetini taklide başlarlar ve "Abaza kesimi" diye bir moda çıkar. Sultan Murad bile bu modadan kendini alamaz.
Hemedan ve Bağdad Seferi (10 Haziran 1629)
Kan dökücülüğü göz ardı edilirse, Husrev Paşa Abaza Paşa zaferiyle büyümüştü. Bağdad komşu evine dönmüş, devamlı şen gidilip yaslı dönülüyordu. Paşaların bir kısmı, Kahraman olmak hülyasıyla atıldığı Bağdad yolundan mevkilerini kaybederek geliyordu.
Yıldızın parlama yahut sönme ölçüsü sayılacak bu yol, bu defa Husrev Paşa'ya göründü. 10 Haziran 1629'da İstanbul'dan, 9 Temmuz'da Üsküdar'dan hareket edildi. Uzun yol, Gul'anber Kalesi'nin inşaatı derken 5 Mayıs'ta Mihriban'a varıldı. Mihriban Kalesi'nin alınması Şehr-i zûr vilâyetinin emniyeti bakımından lüzumluydu. "Haleb Beylerbeyi Mogay Paşa'nın maiyyetine verilen Rumeli Beylerbeyi Deli Yusuf, Şam Beylerbeyi Küçük Ahmed, Sivas Beylerbeyi Halil ve Adana Beylerbeyi Softa Sevündük Paşalarla Tornacıbaşı Mustafa Ağa kumandasında bir yeniçeri müfrezesi, Husrev Paşa tarafından görevlendirildi. Mevcud asker sayısı 10.000 civarındaydı. Başa çıkamayacağını anlayan muhafız teslim oldu.
İş bu kadar basit değil. "Hân-ı Hânan" denilen Safevi Başkumandanı Zeynel-Han 40.000 kişilik bir orduyla geldi. Osmanlı'nın 10.000 kişisi perişan hâle düştü. Yenilgi ayan beyan olmuşken Sivas Valisi Halil Paşa'nın direnci ve bir miktar takviye kuvvetin yetişmesi, Safeviler'in bozgununa sebep oldu. Burada gösterdiği mukavemetten dolayı Halil Paşa'ya Demir-kazık lâkabı verildi.
Ordu 9 Haziran'da Hemedan'a vardı. Hemedan şöhretli bir şehir. Çok istilalar atlatmış. En son Cengiz Han'ın tecavüzüne maruz kalan şehirde ahâli katliama uğramış, şehir harap edilmişti. 1001 Direkli Camii ile de ünlü olan Hemedan Cengiz Han'ı aratmayacak misafirini lanetlemeye hazırdır.
Husrev Paşa'nın geldiğini duyan ahali şehri terk etmiş. Taşınabilir eşyalar kaçırılıp, diğerleri toprağa gömülmüş. Saklanan eşyalar bulunup şehir ateşe verilip, taş binalar yıkılarak, ele geçen insanlarla kılıçtan geçirilerek kendisinden sonraya orada şöyle bir isim bırakmış Vezir-i Âzamimiz. "Husrev Hân-ı bi emân!"
Bağdad Muhasarası
Asıl hedef Bağdad idi. Bu yolda yapılanlar yemek öncesi alınan iştah şurubu mahiyetindedir. Bağdad zor! Bağdad yükseklerden seslenen Humâ kuşudur; sesi dinlenir, kendisi ele geçmez. Ele geçiririm diyen babayiğitlerin çoğunun kaderi yüksekten düşmektir. Nitekim Bağdad hisarına doğru Allah Allah nidalarıyla yapılan hücum epeyce askerin şehâdetiyle neticelendi. Öyle bir durum vardı ki, Osmanlı Ordusu'nun kahramanlığı da işe yaramıyordu. Ve kahramanlar bir bir doğranıyordu. Zor Murtaza Paşa bayrak dikmeleri için iki alemdarını gönderdi, ikisi de vurulup düştü. İstihkâmlara bayrak dikilmeliydi. Murtaza Paşa "Allah" deyip kendisi davrandı. Hançerini merdiven gibi kullanarak tırmandığı duvara sancağı dikeceği sırada, bir kurşunla göğsünden vuruldu. Sadrazamın muhafızları bile şehit düştü. Ahmed Paşa ağır yaralandı.
Eğer kahramanlığın meyvesi zafer olsaydı, bu çarpışmada Osmanlı Ordusu birkaç zafer birden kazanmış olurdu. Husrev Paşa bu sefere çıkmadan önce, Üsküdar'da birçok can telef etmişti. Bağdad'ta Safeviler onun ordusunu telef ederken "kudurmuş gibi (ağzından) köpükler saçarak çadırına girdi. Hiddetinden (ne yapacağım bilmiyordu) evvela mahbûs ve mahremi olan Baba Hân'ın başım kestirdi. (...) Arnavud İskenderiyyesi (İşkodra) beği cenk esnasında: "Eğer burada kalırsam, beni İmam Mûsâ toprağına defnediniz!" diye vasiyet eylemiş, olduğu için, sadrâzam: "Bu hain Şii midir; başı önümde yuvarlansın!" diyerek onu da idam ettirdi."
Bağdad muhasarası 19 Kasım'da kaldırıldı. Yolda iken 25 Kasım'da Husrev Paşa azledildi. Aynı gün Hafız Ahmed Paşa'nın ikinci sadâreti başladı. Husrev Paşa'ya azli haberi henüz ulaşmamıştı. Diyarbakır'a geldi, Tatar askerlerini kışlamaları için Hasankale'ye gönderdi. İstanbul'a, baharla beraber tekrar sefere çıkacağı haberini gönderdi.
Azlini öğrendiği zaman yeniçerilerle sipahileri el altından isyana teşvik etti, kendisi itaatkâr görünme gayretiyle Tokat'a çekildi. Yeniçeriler ve sipahilerden zorbalığa özenenler Husrev Paşa'yı destekliyordu. Onun lehine Pâdişâha istida veriyorlardı. Hatta Husrev Paşa'nın azil emri geldiğinde yeniçeriler: "Bunca bela ve mihnete beraber katlandık, düşmandan intikam almadan çekip gitmek olmaz. Biz senden başka sadrâzam istemiyoruz. Bu emri getiren kimdir?" diyerek emri getiren çavuşu parçalamak üzere aramaya başladılar. Husrev Paşa'nın hoşuna giden bu tavır, aslında kendi düzeninin bir parçasıydı. Rıza göstermediği işi onların eliyle diliyle saraya ulaştırmak istiyordu. Yeniçerileri yatıştırma babında nasihatte bulunup, pâdişâha âsi olunamayacağını, eğer bir istekleri varsa bunu adab-ı muaşeret dairesinde yapmalarını tembihledi. Kapıcılar kethüdhası Ahmed Ağa'nın getirdiği Ferman-ı Hümâyunu soğukkanlılıkla kabul etti. Mühr-ü Hümâyunu teslim ederken "Pâdişâhın emrine mutî'im" dedi. Kethüdayı da hediyelerle memnun etti.
İsyanlar
Bir Recep Paşa var, uzun bahislerle anlatılacak adamdır, münasebet düşmedi, pek anmadık. Husrev Paşa'dan sonra sadâreti umuyordu, olmadı. Daha üçbuçuk ay uğraşması, desiseler kurması gerekiyor ki, bu konuda pek mahirdir. Husrev Paşa'nın azlini kabul etmek istemeyen yeniçerilerden ve sipahilerden bir kısım âsi, Paşa'nın göreve iadesi için teşebbüse geçtiler. Bunların arkalarındaki adam Recep Paşa'dır. İnce hesaplarla kendi makamını hazırlamaya çalışmaktadır. Muhtelif vilâyetlerde bulunan bu zorbaları Recep Paşa ulufe bahanesiyle İstanbul'a topladı. Sonra da saraya hücumlarını sağladı. Bu bir isyandı. Üçüncü günde sarayın üçüncü kapısına kadar dayanıp, "Pâdişâha sözümüz vardur! Divana çıksun!" diye haykırmışlar, Dördüncü Murad avluda kurulan tahta çıkıp, "ayak divanı" etmeye mecbur kalmıştır.
Zorbalar: "Onyedi muteber erkân-ı devleti bize vir, pâreliyelüm" diye bağırıp vücud-ı pâdişâha dest diraz olmak mertebelerine kadar gitmişlerse de, Pâdişâh nasihatle söz dinletmeye uğraşmış, dinletemeyince de içeri çekilmişti.
Bu âsiler Husrev Paşa'nın sayesinde derebeyi gibi yaşamaya alışan kişilerdi, bunların adları bile farklıydı. "Dağlar Delisi, Seydişehir, Beyşehir, Karaman, Bozkır ve o civar Sipahileri bunun avanesindendirler. Yine bu zümreden Rum Mehmed, Deli İlahi." Rum Mehmed isimli Sipahi zorbası Konya'ya gelip Abaza'ya karşı şehri müdafaa eden Kâtip Mustafa Çelebi'nin karısını nikahlayıp! el ve kol peyda ederek Konya (Karaman) valisinin hüküm ve nüfuzunu hiçe indirmiş ve bütün işlerde merci olmuştu."
Afyonkarahisar'da Baba Ömer, Aydın'da Kınalıoğlu, Eskişehir'de Kör Ali, İskilip'te Köse Şaban ve daha niceleri...
Senelerdir, seferlerden gelmeyen askerin İstanbul'a çağrılması ile bu adı geçen zorbalar ve maiyetleri de İstanbul'a gelince, şehir bunlarla dolup taşmış ve asayiş bozulmuştu.
Doğru dürüst bir yerde barınamayan serseri güruhunun mekânı Kurşunlu Han, fesat yuvası haline gelmişti. Aralarında söz söyleyip dinletecek bir ağır başlı adam bulunmayışı, birbirinin şeytanı olan başıbozuk takımını iyice çıldırtıyordu.
Birinci ve ikinci günde, isteklerinin sonraya atılması, zaten bozuk olan morallerini biraz daha tarumar etmişti. Artık kendilerini devletin bendesi değil, devleti kendilerine bende gibi görüyorlardı. Pâdişâhın içeri çekilip, kapıyı kapattırması âsileri tamamen azdırdı, tehditler savurmaya başladılar.
İçeride ise, Topal Recep Paşa var. Hafız Paşa'nın rakibi Recep ayaklarına kapanarak Dördüncü Murad'a yalvardı:
"Pâdişahum! Bu müfsidleri teskin lâzımdır. Kul taifesi istediğini alır. Beni dahi isteseler verin. Ahvâl müşkül olur." diye gözdağı verdikten sonra, dışarı çıkmaya hazırlanan pâdişâha haince bakarak; "Abdest alsanız iyi olur, Sultanım." diye, padişahın öldürülebileceğini ima etti. Padişah bunu unutmayacaktı.
"Mademki onyedi kişiyi bize vermezsin biz işimüzü bilirüz."
Dışarıdan gelen tehdit sesleri, böyle söylüyor. Recep Paşavâri... İstenenlerin başında Hafız Paşa bulunuyor. Pâdişâh onu korumak için Üsküdar'a göndermişti. Vezir Bayram Paşa adam yollayıp geri dönmemesini tenbih ediyor. Canı korunmak istenen Hafız'ın, kendi canına önem verdiği yok, elçiye gülerek: "Var bizden Paşa hazretlerine selâm eyle, zuhur edecek kazâ-i mübremi rüyamda gördüm, ölmekten gam çekmem." diyerek, geri gönderiyor.
Pâdişâh âsilerin tehditlerine dayanamayıp, tekrar dışarı çıkınca, Hafız Paşa da Üsküdar'dan dönüp gelmiş bulunur. Ve padişaha: "Sultanım, bin Hafız kulun yoluna fedadır! Ricam şudur ki, beni sen katletmeyip, bu zalimler şehid etsinler." deyip vasiyetini yazar.
Çocuklarını Pâdişâha ısmarladıktan sonra, "İnnâlülâhi ve innâ ileyhi raciûn" deyip, âsilerin arasına dalar. Bir tokatla bir sipahiyi yere serer. Öyle bir tokat ki bu, sonradan "Hafız Paşa tokatı" diye darb-ı mesel olur. Fakat diğer Sipahi başına kılıcı öyle bir vurur ki, başı kulağına kadar ikiye bölünür. Bir diğeri göğsüne hançer sallar. Yere düşen Paşa'nın cesedinin üstüne çıkan kahraman! yeniçeri, başını gövdesinden ayırır.
Yirmi yaşına değen Sultan Murad'ın her şeye aklı ermekte ve bu feci cinayeti gözyaşlarıyla seyretmektedir. Her işin başının Topal Recep olduğu da malûmudur.
Saray hademesi, Paşa'nın cesedini bir örtüyle saklarken, Sultan Murad, "Bre Hakk'dan korkmaz, Peygamber'den utanmaz, şer'e ve Pâdişâha itaat etmez zâlimler" diyerek tahttan kalkıp sarayın harem kısmına geçti.
İdamı istenen onyedi kişiden biriydi Hafız Paşa. Onun işi bitirildi. İkinci sıradaki Şeyhülislâm Yahya Efendi, saklandığı için sırayı şimdilik savmıştı. Görevden azl edildi, yerine Ahizâde Hüseyin Efendi Şeyhülislâm yapıldı. Diğer listezedelerde öldürülmek için âsiler tarafından aranıyorlardı.
Sultan Murad, Sadâret mührünü Topal Recep Paşa'ya verdi, ondan habersiz, Husrev Paşa'nın öldürülmesi için adam gönderdi. Hafız Paşa'nın katli dönüm noktasıdır. Bundan sonra hiçbir zalime, haine, âsiye aman yok.
Husrev Paşa'nın kanlı başı İstanbul'a getirilince Topal Recep Paşa, onun yarenlerini el altından kışkırtıp, Pâdişâhı "Ayak Divanı" yapmaya zorladı. Bu sefer zorbalar, Başdefterdar Mustafa Paşa'nın, Yeniçeri Ağası Hasan Halife'nin ve Musahip Musa Çelebi'nin kendilerine teslimini istediler:
"Bu didüklerümüzü bize virmezsen sen bize padişahlığa lâzım değilsün! Sen Husrev Paşa gibi yarar bir veziri katlettin. Şehzadeleri dahi öldürürsün; elbette şehzadelerini görmek isteriz, sağ iseler çıkar bize göster!"
Bu zorbaların istekleri bitecek gibi değildi. Neye sahip çıktıkları ise hiç anlaşılamıyor. Hem devletin kıymetli adamlarını ortadan kaldırmaya, hem kıymetsiz bir adam için pâdişâhı tehdide kalkışıyorlar. Şimdi de şehzadelere hâmî olma sevdasındalar. Kalabalığın arasında şehzadelerin öldürüldüğü dedikodusu fısıldanır. Bu sefer şiddetle, "Şehzadeleri görmek isterüz." naraları çınlar.
Sultan Murad'ın emri üzerine, kardeşleri askerin huzuruna çıkarılıyor. En büyükleri Şehzade Bâyezid, Sultan Murad'ın üç ay küçüğü. Süleyman, Kasım ve İbrahim daha küçüktür.
Bâyezid ile Süleyman, âsilere yaptıkları işin yanlış olduğunu anlatırlar. Devlet düzeninden dolayı zaten her anları ölüm korkusuyla geçen şehzadeler:
"Bizden ne istersiz? Biz pederimizin sarayında pâdişâhımızın şefkati altında halimizle meşgul iken, rahat bırakmayıp lisana düşürmek nedendir? Bizi halimize bırakın, sizin himayeniz bize gerekmez."
Bu söz üzerine fazla bir şey bulamayan zorbalar, işgüzarlık aşkıyla konuşuyorlar:
"Pâdişahum, şehzâdelerümüzün hayatına dokunmayacağunuza kefil ver. Elbette sana inanmayuz!"
Sultan Murad çocukluk gönlerini geride bırakalı çok olmuştur. Devleti demir pençesine almaya başlamıştır da, henüz gücünü asilerin bildiği yoktur. Topal Recep Paşa ile Şeyhülislâm Ahizade de bilmiyorlar. İkisi birden yay gibi öne ûrlayıp, dediler ki:
"Biz kefilüz!"
Bu söz âsilerin dağılması için paydos düdüğü, Topal Recep Paşa ile Ahizade için de idam fermanlarına mühür oldu. Günü gelince basılacaktır.
Ayak Divanı dağıldıktan sonra âsiler idamlarına hükmettikleri zevatın peşine düştüler. Hasan Halife'yle Defterdar Mustafa Paşa'yı ayrı ayrı yerlerde bulup işlerini bitirdiler. Sırada Musa Çelebi var. Çelebi ki, Murad'ın can şenliğidir; bir sürü hilekârın arasında bunalınca, onun insani duygularına koşuyor, aradığı samimiyeti onda buluyordu. O da, Murad'ın ufkundan kara dumanları dağıtan sözler diziyordu sohbetlerine. Ve âsilerin "İlle de Musa Çelebi'yi isterük" dediği de yoktu. Musa Çelebi fitne başı Topal Recep Paşa'nın desisesine kurban gitmiştir. O günlerin şahidi Peçevi'yi dinleyelim:
"Onları Pâdişâh hazretleri saklamış değildir. Onların meydana çıkarılması için sizden fazla gayret etmektedir; hatta Musa Çelebi'yi, hizmetlerinde olduğu halde, onu da gece göndermişlerdir. Onlardan çok sevdiği halde Musa Çelebi'yi göndermekten kaçınmamıştır. Eğer onlar Hasbahçe'de olsalar, önce onları göndereceğine şüphe yoktur."
Bu sözleri Topal Recep isyancılara anlatıyor. Bu sözler Musa Çelebi'nin üzerine dikkat çekmedir; hedef göstermedir. Âsiler saraydan aldıkları Musa Çelebi'yi de öldürüp, Sultan Murad'ın kolunu kanadını kırmış, Recep Paşa'ya da kuvvet kazandırmış oldular!
Sultan'ın, gerçekten çok fazla üzüldüğü bu hadise, kininin de önüne geçilmez noktaya gelmesine sebep oldu. Bir şiirle arkasından ağladığı musahibinin ve diğer parçalanan insanların intikamını alma vakti gecikmeyecektir.
Sultan Murad'ı okudukça ağlatan şiire bir bakalım:
"Yola düşüp giden dilber
Musa'm eğlendi gelmedi
Acep yolda yol mu şaşdı
Musa'm eğlendi gelmedi"
Musa gelemeyecektir! Buna hiç kimsenin gücü yetmez ama birilerinin, onun gittiği gibi gitme vakti gelmektedir. Pâdişâh, validesi Kösem Sultan'ın elinden iktidar iplerini almaya başlamıştı. Şimdi sıra askerin huzurunda kendisini himayeye kalkışıp küçük düşürenlerdedir. Sonra da başkalarına sıra gelecek. Sultan Murad'ın tam iktidar olma vaktidir. Onsekiz Mart sabahı güneş yeni bir güne doğmaktadır. Bu günün adı iktidardır.
Sultan Murad, sekiz senedir iğreti oturduğu tahtta kendisini hakiki sultan gibi görmeye başlar ve âni bir emirle Vezir-i Âzamin huzuruna çağırtır. Sesindeki ton bile değişiktir.
Huzura süklüm püklüm giren Paşa tedirgindir. Etek öpmeye hazırlanırken, Sultan haşmetle gürler:
"Gel beru bre topal zorba başı!"
Topal Recep Paşa durumun farkına varır, ürkek bakışlarını beyhude dolaştırır etrafta. Görünürde imdada gelecek kimse yoktur. Valide Sultan'ın koruyucu eli kafes arkasından ulaşacak durumda değildir. Dâmad olmanın da kendisine yetmediğini anlayan Paşa, küçülür, küçülür bir zerre kadar kalır. Dördüncü Murad büyüdükçe büyür; sesi de dev uluması gibidir. Senelerin ezilmişliğinin itmesiyle gözünün önüne gelen sahneler sabırsız etmiştir Sultanı.
Kulağında Topal Recep'in "Sultanım abdest alıp da taşra öyle çıkun" diyen sesi zehirli akrep ıslığı gibidir. Paşa:
"Hâşâ Padişahım; vallah ve billâh Padişahımın arzusundan zerre kadar oynak hareketüm yokdur!"
Sultan Murad tiksintiyle iteler ve tekrar gürler:
"Abdest al bre kâfir!"
İşte o an, her şeyin biri için bittiği, diğeri için başladığı andır.
"Şu hainin başın tiz kesin!"
Padişahın, yıldırım gibi düşen bu emrini alan zülüflü baltacılar, kaplan gibi saldırırlar. Topal Recep'in bütün fitne ve desiselerinin mürüvveti üç ay yedi günde ebediyen biter.
Kendisine bağlı adamları dışarıda bekleşirlerken, önlerine atılan cesedi şaşkınlıkla seyre dalarlar. Pabucun pahalı olduğu anlaşılınca dağılıp giderler. Recep Paşa'nın 100 bin duka altını (40 milyon dolar) devlet hazinesine alınır.
BUNLAR DA İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
SON KONULAR