İKİNCİ MURAD
(1421–1451)
Kimi tarihlerde onyedi, kiminde onsekiz yaşında tahta geçtiği söylenir. Bize göre her ikisi de çocuk yaşıdır. Lakin o çocuk sayılma, hatta delikanlı sayılma şansına bile sahip değildir. O ki Yıldırım Bâyezid Han oğlu Mehmet Han’ın oğludur. Osmanlı saltanatının sahibidir; büyük olmak mecburiyeti vardır. Davası büyüktür; güdecek. Meseleler çetrefillidir; çözecek. Devlet gemisi çalkantılı bir denizde yol almaktadır; selamet sahiline çıkartacak. Bütün bunların üstesinden gelemiyecekti ise, ne diye Veliaht oldu!
Sultan Murat, belki tercih etmezdi böyle bir hayatı. Belki asude bir köşede durgun bir ömür sürmek, şiirler yazmak, eşiyle eğlenmek isterdi. Çocuklarını sevmek, emsalleriyle oynamak isterdi! Kim bilir, belki de sadece padişah olmak, memleketi yönetmek, Sultan Murad olmak isterdi.
Her ne ister idiyse bilemeyiz. Bildiğimiz ve olmuş olan şu ki; İkinci Murad, babasının kırk gün gizlenen vefatından sonra, nefes nefese gelip Bursa’daki Osmanlı tahtına oturmuştur. Etrafında; gerektiğinde tecrübelerini dinleyeceği, gerektiğini sandığı zamanda da sert emirler vereceği aksakallı vezirleri vardı. Ama onlar ne kadar akıllı ve güngörmüş olsalar da hayatları Sultan’ın dudaklan arasındadır. Sultan Murat 18 yaşında, hepsinden büyüktür, hepsinden akıllıdır, öyle olmak zorundadır. İşler de o kadar çoktur ki, uzun uzun düşünmeye sabrı olmaz hiçbirinin. Bir yandan koca koca elçiler gelir, dili ayrı, dini ayrı ülkelerden; çok mühim şeyler söylenir. Kararı öğrenilmek istenir, acilen. Bazıları kabul etmese de, hatta kendisi kabul etmese de, “ben Sultan Yıldınm Bâyezid Han’ın kayıp oğluyum; hakkımı istiyorum” diyen ve babası Çelebi Mehmed’i uğraştıran bir Şehzade Mustafa var. Bu gerçek değil, “düzmece Mustafa’dır” demekle halli mümkün olmayan bir meseledir
Şehzade Mustafa Olayı
Mustafa, bir süre önce Çelebi Mehmed’le savaşmıştı, şimdi onun oğlu ve kendi yeğeni Murad’la savaşın eşiğinde bulunuyor. Hep söylüyorum ya, ne acı şey! Birbirini hiç görmemiş olan amca ile yeğen can verip can almak için karşılaşmak istiyorlar. Bunlar da herkes gibi maddi varlıkları ve ruh dünyaları olan insanlar.
Bunlarda da sevgi var, akrabalık duyguları var, merhamet var; belki bir karıncayı bile incitmek istemezler… Ne yazık ki, bulundukları mevkide merhamet etmeye hakları yok. Burada Mustafa’yı suçlayabiliriz! Amma, o da “gaspedilen hakkımı alacağım ve ben bu devleti daha iyi yönetirim” diyor. İkinci Murad’a söylenecek hiçbir söz yok ve devlet kıskanç, ortak kabul etmez. İllaki rakipsiz bir sultanın kudretli elinin altında olması lâzım.
Bu kargaşalı durum yaşanırken Bizans’tan Sultan Murad’a elçiler önemli tekliflerle gelirler. Derler ki: Babanla yapılan anlaşma gereği amcan Mustafa elimizdedir. Şimdi “Sen bize iki kardeşini rehin olarak vereceksin.
Onların masraflarını da karşılayacaksın. Kardeşlerin bizim elimizde buluna ki, senden emin olalım. Yoksa amcanı serbest bırakır tahtına ortak yaparız; başın dertten kurtulmaz!” İstenen şehzadeler sekiz yaşındaki Yusuf ile yedi yaşındaki Mahmud’tur.
Bu iki şehzade ile ilgili, babalarının “imparatoru vasi tayin ettiği rivayeti” vardı. Asılsız olmalı ki, Sultan Murad teklifi kabul edemez. Saltanat atabeği olan Vezir-i Âzam Bâyezid Paşa cevabı elçilere iletir. “İmparatorla dost kalmak evlâdır. Çocukların manevî babası olması da iyi olur, lâkin Müslüman olan bu çocukların ayrı dinden birinin terbiyesine verilmesi İslâmiyet’e aykırıdır. Hazreti Peygamber’in sünnetine uymaz” der.
Devlette iki Başlılığa Doğru İlk Adım
Ankara Savaşı’ndan sonra Timur iki Şehzadeyi memleketine götürmüş, birini bir sene dolmadan serbest bırakmıştı. Diğeri, yani Mustafa Timur öldükten sonra serbest kalıp Anadolu’ya gelmişti. Mustafa, devlet yetkilileri tarafından tanındığı halde, düzenin yeniden bozulmaması uğruna sahtekâr ilan edildi. Bizans gibi bir komşunun bulunması Osmanlı’nın müşkülâtsız kalmaması için kâfi idi.
Şehzade Mustafa İmparatorla Çelebi Mehmed’in aralarında vardıkları anlaşmaya binaen ada hapsinde tutulacaktı. Devletlerarası anlaşmaların temel harcı menfaattir. Hele de Bizans, devletlerden biri ise! Baba rolü oynayıp, çelme takmak en tabi hakkıdır. Her şeyin devamlı menfaati istikametinde dönmesi ile Bizans’ın dost yüzünü gösterir; aksi halde onlara göre belirlenmiş kurallar vardır, onlar sahnelenir.
Elçiler, imparatorlarına üzgün dönerler. Sultan Murad’ın olumsuz tavrı, onları da olumsuz davranışa iter. İhtiyar Manuel’e rağmen oğlu Yuannis Şehzade Mustafa’yla anlaşmayı yeğler. Dimitriyos Laskariyus adlı generali gönderip Mustafa’dan tavizler kopararak anlaşma yapmasını isterler ve bunu sağlarlar. Çelebi Mustafa Rumeli’de hükümdarlığını ilan eder. Gelibolu’yu Bizans’a teslim etme vaadinde bulunur. Tabi Gelibolu’nun yanısıra neredeyse sahip olduğu ve olacağı her şeyi bölüşmek gibi ağır sözler de verir.
Bizans’ın desteğiyle Gelibolu’ya çıkan Şehzade Mustafa tesirli konuşmalar yaparak pek çok taraftar toplar. Kendisi için “düzmece” diyenlerin sözlerini çürütüp, şehzade olduğuna halkı inandırır. Gelibolu’yu korumak için gelen Sultan Murad’ın kuvvetleriyle Cüneyd Bey komutasındaki Şehzade Mustafa’nın adamları savaşırlar. Cüneyd Bey daha güçlüdür, kalenin kumandanı Şah Melik de azimli, teslime yanaşmaz. İşin kolay olmayacağı anlaşılınca, Şehzade Mustafa Cüneyd Bey’i bırakıp Edirne’ye gitmek ister. Şehzade iki taş arasına sıkışmış buğday tanesi gibiydi. Halka kendisini kabul ettirmenin verdiği rahatlığı Bizans’a verdiği sözle kaybediyordu. Yeğeni Sultan Murad’dan ne kadar memleket alırsa, verdiği sözü gereği büyük bir kısmını Bizans’a bırakacaktı ki, bunu, kendisini destekleyenlere kabul ettirmesi mümkün değil.
Sultan Murad’a gelince: Önceleri fazla ciddiye almadığı meselenin halli kolay görünmüyordu. Vezirlerim topladı. Tarihe, büyük insanlar olarak geçecek olan bu vezirler Vezir-i Âzam ve Beylerbeyi Bâyezid Paşa, ikinci vezir Çandarlızâde İbrahim Paşa, üçüncü vezir Hacı İvaz Paşa idi. Ayrıca, Timurtaş Paşa’mn oğulları Umur, Ali ve Oruç Beyler toplantıya iştirak etti.
Nasıl hareket edileceği hususunun tartışıldığı bu toplantıda, Bâyezid Paşa’nın Şehzade Mustafa üzerine yürümesi kararlaştırıldı. Paşa Bursa’dan az bir kuvvetle ayrıldı. Edirne’de takviye aldı ve Şehzade ordusuyla Sazlıdere denen mevkide karşılaştılar. “Sahtedir, yalandır, Şehzade değildir” sözlerini silip, Şehzade olduğuna inandırdığı nispette Mustafa’nın ordusu güçlendi. Bâyezid Paşa’dan ayrılıp onun tarafına sığınmalar başladı. Paşa’nın elinde savaşacak güç kalmadı.
Çaresiz kalan Bâyezid Paşa da teslim oldu. Kardeşi Hamza Bey’le beraber esir muamelesine tâbi tutulan Paşa, zincire vurularak Şehzâde’nin huzurunu çıkarıldı. Meşhur, İzmiroğlu Cüneyd Bey’e teslim edildi.
Cüneyd Bey bazen karakter zaafı görülen bir kişiydi. Bâyezid Paşa’yla aralarında geçmişten gelen bir husumet var imiş ki, onun acısını çıkarmak ister. Hammer’in ifadesine göre: Cüneyd Bey’in bir damadı varmış ve bu Arnavudmuş.
Bâyezid Paşa, hangi sebepten ise bu damadı hadım etmiş. Şimdi Cüneyd Bey’in, eline düşen Bâyezid Paşa’ya hiç acıyası yok. Kardeşi Hamza Bey’e hürriyetini iade edip Bâyezid Paşa’mn boynunu vurdurdu.
İleride yaşanacak olaylar Cüneyd Bey’i Hamza Bey’i affettiğine pişman edecektir…
Şehzade Mustafa kendisini halka sevdirmeyi başarmış, etrafına insanları toplayabilmiştir. O yılların, hatta çağların çok mühim simaları olan Akıncı Beyleri -ki fetihlerde en önemli unsur onlardır- Mustafa’nın yanındadırlar. Bunlardan Evrenos oğulları, Turhan oğulları ve diğerleri… Onu hükümdar olarak tanırlar, adına sikke kesilir.
Osmanlı Türk Devleti tekrar iki başlı olur. Edirne’de hükümdar Mustafa Çelebi; Bursa’da İkinci Murad. Bunların haklı haksız olmalarından ziyade, olayların anlatılmasına, daha doğrusu nakline çalışırken sıkıntıya düşüyoruz. Ekseri tarihçiler olayların tarih sıralamasında hata yapıldığını yazarlar. Bu hataların düzeltilmesi önemli olsa da şart mıdır, bilemeyiz. Şimdi: Rumeli tarafında bir hadise cereyan ediyor, aynı zamanda Anadolu’nun üç ayrı yerinde benzerleri yaşanıyor. O kadar hızlı akıyor ki savaşlar, barışlar, almalar, vermeler. Bunlar kayda geçerken sıralarının değişmesi, belki olağandır!
Sultan Murad amcasıyla uğraşırken, diğerleri boş durur mu? Bir sürü beyliğin gözü onun üzerindedir. En küçük fırsatta başkaldırılar birbirini takip eder. Karamanoğlu devamlı öncüdür. İsyanda yarışı kimseye kaptırmaz. Bu, biraz da kendisini Selçuklu’nun varisi sayıp Osmanoğullarını gâsıp yerine koymasından ileri gelirmiş. Germiyanlı isyanda, Menteşeoğlu isyanda, Saruhanoğlu keza! Ve İkinci Murad, başındaki önemli gaileden kurtulana kadar herkese mavi boncuk dağıtma durumundadır. Babasının devlete kattığı yerlerin bir kısmı devletten kopar.
Edirne’de sultan olan Şehzade Mustafa’nın iştahı Anadolu için kabarmaya başlar. “Beylikler Murad’a başkaldırmıştır. İstifade edelim” diye düşünür. Gelibolu muhafızı kaleyi Mustafa’nın adamına teslim etmiştir. Bu adam Dimitriyos’tur ve aslında Bizans’ın adamıdır. İmparatorla Şehzâde’nin anlaşmasında; alınırsa, Gelibolu’nun Bizans’a bırakılması var idi. Dimitriyos buna hazırlanırken Cüneyd Bey mâni olur. Şehzâde’ye durum arz edilir. O da “Böyle bir şeyin yapılması lâzım amma, bunu Türklere nasıl anlatabilirim? Hükümdarlığım tanınmaz” diye mazeret beyan eder. Şehzade Mustafa bu hareketiyle imparatorun gözünden düşer.
Bunu haber alan Sultan Murad hemen işe el atıp, Şehzâde’nin yerine geçmeye çabalarsa da, tavizsiz bir şey elde edemez.
Bu işi üstlenen yeni Vezir-i Âzam Çandarlı İbrahim Paşa’nın nice dil dökmesi de imparatoru yumuşatamaz. Mustafa işin peşini bırakmış değildir. Elçi gönderip, der ki, imparatora, “Sen bu işte tarafsız kal; harbin sonunda Gelibolu’yu alacaksın.” Mustafa’nın bu başarısı Murad’a da başka basarı getiriyordu. O da Foça yöneticisi “Padestası”yle anlaşır. Foçalı’nın işlettiği şap madenlerinden doğan borçları var, ödeme zorluğu çekiyor. Sultan Murad bu alacağı bağışlar, Foça’nın deniz gücünü yanına alır.
Sultan Murad amcasının işini bitirmek için tedbirler ararken “Edirne’de Mustafa Çelebi zevk ve sefaya düşmüş.” Cüneyt Bey uyarır onu. O da hemen kuvvetlerini toplayıp, Gelibolu’ya gelir. Oradan Lapseki’ye geçer. Murad’la anlaşması olan Foçalıların donanması bu geçişe mâni olamaz. Mustafa Çelebi’nin 12 bin atlı 5 bin yaya askeri üç gün sonra Bursa’ya doğru yürür.
Ulubat Suyu’nun İki Yakası
Kâh Çelebi Mustafa deniyor, kâh Şehzade Mustafa, ikisi de aynı. Güzel konuşmasıyla insanların gönlünü çelen Şehzade Mustafa Akıncı Beyleri’nin kendi safına katılmasıyla epey kuvvetlendi. Amcası, II. Murad’tan daha yaşlı ve tecrübeliydi. Bursa’ya doğru muzafferane geliyordu. Sultan Murad onun gelişinden endişeye kapıldı. Amcasını Bursa’ya sokmaması; bunun için Ulubat Köprüsü’nün tutulması lâzım. Kendi yanında kuvvetli kumandanlar vardı ama karşı taraf daha yiğit kumandanlara sahipti. Asker sayısı bakımından da Şehzade daha öndeydi.
II. Murad savaşa hazır olsa da içini rahatlatabilmiş değildi. Hammer’in kaydına göre Bâyezid’in damadı Emir Sultan I. Murad için üç gün duâ etmiş, Mustafa üç gün burun kanamasından muzdarip olmuş. Bu hâl Mustafa’nın adamlarının moralini bozmuş, devamlı burun kanaması yenilgiye alâmet sayılmış. Savaşa gelince:
Şehzade Mustafa’nın bir saldınsı Yeniçeriler tarafından püskürtüldü. Herşeyin mubah sayıldığı ana-baba günü yaşanıyordu. Bütün maharetler ortaya konacak; harb hilesi olarak akla gelenler uygulanacaktı. Bu bağlamda iki taraf için de yol açık; başaran yaşayacak, öbürüne gidecek yer yok. Ya hemen ya biraz sonra, ama mutlaka ecelle kucaklaşacak. Bu söylediğimiz amca yeğen için geçerlidir. Öbürlerini her türlü şans yahut şanssızlık sarmaya hazır.
Mihâloğlu, Köse Mihâl’in torunlarından, Akıncı Beyi olarak askerin kalbinde taht kurmuş bir kahraman. Bir rivayete göre Mihâloğlu Tokat’ta hapis yatmaktaydı. Onun bu savaşa ne kadar tesiri olacağını bilen silah arkadaşları Sultan’a rica edip serbest kalmasını sağlamışlardı. Şimdi o da Ulubat önünde bulunuyor ve birçok silah arkadaşı Şehzade tarafında.
Gece, Mihâloğlu çayın kenarından karşı taraftaki arkadaşlarını isim isim çağırdı. Uzun zamandır kayıp olan Mihâloğlu öldü sanılıyordu. Sağ salim sesini duyan, buna çok sevinen arkadaşları, onun dediği “burada hakiki Padişah dururken bir düzmecenin yanında yer almanız münasip midir” sözü tesirini gösterdi. II. Murad tarafına geçeceklerine dair söz verdiler. Sultan Murad’da Cüneyd Bey’i önemli vaatlerle çağırdı.
Önemli sayılan simaların Sultan Murad tarafına kazanılması devam ederken, bir de şayia yayılır Şehzade’nin askerleri arasına.”Şayet Şehzade Mustafa bu savaşı kazanırsa memleketi Bizans’a teslim edecek” denir. Bunun üzerine şehzadenin askeri bozulmaya, Rumeli uç beyleri Murad’ın safına geçmeye başlar. Mustafa’nın durumu çok sarsılır.
Neticeyi tahmin edince, kaçmayı dener. Askerlerinin çoğu kılıçtan geçirildikten sonra, var gücüyle, yol teper. Edirne’ye kadar gelmeyi başaran Mustafa, burada iyi karşılanmaz. Herkes ondan yüz çevirmiştir. İnsanların yaptığı yanlışlar mutlaka karşısına çıkıyor. Mustafa yanında ve etrafında bulunanlara iyi ve dürüst davransaydı, belki felâketi bu kadar çabuk olmazdı. Sultan Murad yaşının küçüklüğüne rağmen, sözü dinlenecek insanlardan istifade etmeyi bilmiştir. Bursa’da mevcut gücüyle, Mustafa’ya karşı koyması zor iken, Emir Sultan’ı dinler. Tokat’ta hapis bulunan Mihâloğlu Mehmed Bey’i serbest bıraktırıp yanına getirtir. Mihâloğlu’nun, Mustafa tarafındaki eski arkadaşlarını isimleriyle çağırması, onları saf değiştirmesi, bir kaderin de değişmesini sağlar. Zafer Murad’ın olur, hezimet Mustafa’nın.
Şehzade Eflâk’a kaçmak isterse de başaramaz. Murad’ın adamları tarafından Tunca Nehri kenarında yakalanıp, Edirne’ye Sultan’ın huzuruna getirilir. Amca yeğen karşı karşıya gelince, bakışları, duruşları, gönülleri, vicdanları nasıldı bilemeyiz. Kahraman ve taht sahibi olan yeğeninin mağlup ve hâin durumundaki amcaya yüz vermediğini yazar, tarih kitapları.
Şehzade Mustafa’nın Öldürülmesi (1422)
Uzunçarşılı Dukas’dan aldığı notta der ki: “Mustafa’yı Murad’ın huzuruna getirdiler, o da bir cânî gibi umûmî meydanda asılmasını emreyledi. Mustafa bu surette idam olunmasını istemedi. Murad bunu Osmanlı sülalesinden olmadığını ispat için yapıyordu; bittabi herkes buna inanmıyordu. Sultan Murad halka bunun için, “İmparator Manuel’in ortaya çıkardığı düzme adamdır”. Hâlbuki işin hakikatini anlamak isterseniz bu Mustafa Bâyezid’in oğlu idi…” Gerek Cengiz hanedanından ve gerek Osmanlılarda hükümdar hanedanından katli lâzım gelenler boğulmak suretiyle öldürülürlerdi. Mustafa Çelebi’nin asılmak suretiyle idam edilmek istememesi bundandır.”
Sultan Murad alelade biriymiş gibi asılmasını emreder ve Şehzade Süleyman hisar burcuna asılır.
Düzmece miydi, sahi miydi? Ciddi araştırma yapan tarihçiler onun Bâyezid oğlu Mustafa olduğu kanaatindeler. Bir buçuk senelik saltanatı devamlı ölüm kalım düşünce ve mücadelesiyle geçen bu şahıs sahneden çekilerek yeğeni İkinci Murad’ı iktidarda rakipsiz bırakmıştır. Tarih: Mart 1422
İstanbul Muhasarası
Sultan Murad tek başına Türk hükümdarı olarak kalınca, Bizans, hemen elçiler gönderip aralarında tatsızlaşan durumu düzeltmek istedi.. Tatsız durumun sebebi olarak da, şimdi hayatta olmayan Bâyezid Paşa’yı gösterirdi.
Sultan Murad’ın kafasında İstanbul muhasarası var. Elçilere yüz vermedi. Gelen hediyeleri de kabul etmedi. Hatta elçileri bir süre için tevkif ettirdi. Donanma hazırlanıp 30 bin kişi ile Haziran’da İstanbul önlerine gelirken elçileri bıraktırdı. İmparatora, geleceği haberini gönderdi.
Hammer ‘e göre asker sayısı 20 bindir. Şehzade Mustafa meselesinin Bizans tarafından tezgâhlanışı Sultan Murad’ın bilmediği bir şey değildi.
Şehzâde’nin bertaraf edilmesi kolay olmamış ve Sultan’a ecel terleri döktürmüştü. Bunu da ihtiyar Manuel biliyordu. Bir meselenin iyiliği-kötülüğü, zorluğu-kolaylığı ne kadar şiddetli ise doğurduğu sevinç veya öfke de o derece şiddetli oluyor.
Mustafa amcası Sultan Murad’ı çok üzmüş, çok korkutmuştu. Hiç kimseye açıklayamasa da ölümüne üzülmüştü. Benzeri olaylar daha sonra görülecek.
Osmanoğlu devletin birliği, dirliği için kendi kanından olardan dahi feda ediyor ama acısına katlanıyor. Ve son ameliyeyi yapanın genellikle canı bağışlanmıyor.
Bütün bu anlatılanlar Sultan Murad’ın içinde bulunduğu ruh halini, Bizans’a duyduğu öfkeyi aksettirebilmek içindir. Bizans’ın elçileri, bir rivayete göre Sultan’la hemen görüşememişler. Savaş hazırlığı tamamlandıktan sonra, yürümeye hazır vaziyette iken sefirleri huzuruna getirtmiş ve demiştir ki: “Cevabı bizzat kendim getireceğim.”
Bizans’ın muhasarası çok şiddetli çarpışmalarla dört ay sürmüştür. Kadınıyla erkeğiyle iyi müdafaa edilmiştir. Haziran’da başlayıp Eylül’de sona eren muhasaraya ayrı bir özellik veren Emir Sultan’dır. Anlatıldığına göre 500 dervişiyle beraber savaşa iştirak eden Emir Sultan kılıcını çekip, “Allah Allah” nidalarıyla hücum etmiştir. Bizans’ın canı çıkacak hale geldiyse de, beri tarafta hayata geçen bir hile, son darbeyi 31 sene ileriye havale etti.
Küçük Şehzade Mustafa
İmparatorun bir eli Anadolu’dadır. Beyleri, Sultan Murad aleyhine kışkırtır. Anadolu Beyleri’de Sultan Murad’ın 13 yaşındaki kardeşi Mustafa’yı baştan çıkartırlar. Mustafa, Karaman ve Germiyan kuvvetlerinin başında, Bursa’ya gelir. Bundan sonra destekçileri artarsa da Mustafa başarılı olamaz. Sultan Murad İstanbul’un zaptı için bir miktar asker bırakıp Edirne’ye gider, Mihâloğlu’nu Bursa’ya gönderir. Mustafa tutunamaz Mihâloğlu’nun karşısında. İstanbul’a kaçar, İmparator’a sığınır. Şu tarihimiz ne kadar sürprizlerle doluymuş. Ne kadar acayip, hatta garaip olaylarla doluymuş. İftihar etmeye yeltendiğimiz hadiselerin çoğunun bile, ilerisinde, gerisinde can sıkıcı manzaralara şahit oluyoruz. Mihâloğlu’nu hatırlayınız! Osman Gâzî zamanında Bilecik ve Bursa civarında bulunan bir sürü tekfurdan biri de Köse Mihâl idi. Bu Köse Mihâl Harmankaya denen mahallin idarecisi idi. İyi insan idi. Osman Gâzî’yle önce dost oldu. Sonra Müslüman olup, İslâm adına Türklerin yanında çok büyük işler gördü… Şimdi Bursa’ya, devleti çökertmeye gelen Mustafa Osman Gâzî’nin, onu püskürten Mihâloğlu da o Köse Mihâl’in ahfadındandır. Mihâloğlu işini bitirip, Sultan Murad’ın yanına geliyor, küçük şehzade Mustafa Manuel’e sığınıyor!
Mustafa Manuel’in yanında fazla kalamaz. Oradan Rumeli’ye geçer, tutunamayıp gelir Kocaeli’ne, bir müddet sonra da İznik’e. Mustafa’yı oradan Karaman’a götürmek isteyen Germiyan ve Turgutlu kuvvetlerine mâni olunuyor. Şarabdâr İlyas adlı şahıs, şehzadeyi İznik’ten ayırmıyor.
Mihâloğlu Mehmed Bey İznik’i basar; kendisi çarpışmada ölür. Mustafa Çelebi yakalanıp Sultan Murad’a götürülür. Şehir dışında bir yerde boğularak öldürülen Mustafa’nın naşı Bursa’ya gönderilir. Babasının türbesine defnedilir.
Sultan Murad, kısa zamanda bir amca, bir de kardeş engelini aşar! Bunların ortadan kaldırılmasına ne kadar sevinir, ne kadar yanar bilinmez. Bilinen o ki, süresi belli olmayan bir zaman için kafası rahatlamıştır. Devletin bekası için yapılacak işleri düşünmektedir.
Eflak, Mora ve Arnavutluk Seferleri
Sultan Murad önce amcasından, kısa bir zaman sonra da küçük kardeşinin isyanından kurtuldu. İkisi de verdiği rahatlama kadar yüreğine yara açtı. Devamlı görüle gelen hadiselerdendir, Osmanlı Padişahı bir gaile ile uğraşıyorsa, bunu fırsat bilen birileri çıkıyor. Bu defa Candaroğlu İsfendiyar Bey harekete geçti.
İkinci Murad İsfendiyar Bey’le fazla uğraşmadan işleri yoluna koydu. Bey’in güzel torunu Hatice Halime Hatun’la evlenerek akrabalık tesis etti. Kendi kız kardeşini de İsfendiyar Bey’in oğlu İbrahim Bey’e verdi. Padişahla Hatice Hatun’un düğünleri Bursa’da yapıldı. Candaroğulları’yla beraber Eflak baş ağrıtmaya başlamıştı. Kısa aralıklarla sürecek olan bu ağrının yeni adı Drakul.
Eflak Prensliği Mirçe’de iken Dan diye biriyle kapışınca olmuş, bu kapışmada Macar Kralı Sigismond Mirçe’yi, Türk Sultam Dan’ı tutmuştu. Böylece hâkimiyet Dan’ın eline geçtmişti. Wlad Drakul geldi, Dan’ı öldürdü; Prensliğe sahip oldu. Drakul’un manası şeytan demektir. Türk milleti buna Drakula diyor. Asıl meşhur ismi Kazıklı Voyvoda. Maceraları ileride nefretle görülecektir.
Wlad Drakul, Osmanlı’da yaşanan karışıklığı, Sultan Murad’m meşgalesini fırsat bilip toprak ihlâline girişti. Haberin Sultan’a ulaşması zor değildi. Haberi alınca üzerine gitmekte zor değil. Firuz Bey Drakula üzerine gönderildi. Kısa zamanda mağlup olan, haraca bağlanan Drakula iki oğluyla beraber Edirne’ye gelip itaatini arzetti.
Arnavutluk ve Mora Seferleri’ne Evrenosoğlu İsa Bey gönderilmişti. İsa Bey Adriyatik sahillerine kadar ilerledi. “Şimali Arnavudluk’taki Mirdita Bey’i ve meşhur İskender Bey’in babası “Ghion Kastriyot” işte bu seferde mağlup edilip itaat altına alınmış ve dört oğlunu rehine vermek mecburiyetinde kalmıştır.” İlerde başımıza belâ olacaklardan biri de Kastriyot’un oğlu İskender Bey’dir.
İsfenderoğlu İsa Bey Arnavudluk’tan sonra Güneye yönelip, Bizanslılar’ın yaptırdığı Türkler’in “Gürdüş” dediği Korintos Suru’nu yıktırdı.
“Hikâyet-i Mezid Bey”
Araya bir hikâye sıkıştırmanın ne zararı var? Herhangi bir yakınını saltanat davasında kaybeden Pâdişah’ın dünyasını anlamaya yardımcı olacak bir hikâyeyi -ki adı hikâyedir- buraya alıyor Sultan Murad’ın acısına ortak oluyoruz.
“Şöyle rivayet olunur ki, Küçük Mustafa’yı Sultan Murad gayet severdi. Öldürttükten sonra dahi daim anardı. Sohbette mest olunca Mezid Bey’i görüp, “Mezid, sen benim kanlımsın” derdi. Mezid Bey bu sözü işitince, kendinden geçerdi. Mezid Bey, gördü ki, Hünkâr mest oldukça, bu sözü adet edindi. Bir gün yine deyince, Mezid Bey dahi başını ortaya koyup, eyitti: “Hâşâ Sultanım, ben onun bir kılına zarar edem” dedi. Hünkâr bu sözden gayet sevindi. Zira Mezid Bey’i severdi, öldürmeye kıyamazdı. Andan Hünkâr Mezid Bey’e “Billahi Mezid bu sözünde gerçek misin?” Mezid Bey dahi yemin edip, Hünkârı inandırdı. Andan Murad Han Küçük Mustafa’yı öldüreni teftiş edip, buldurup, boynunu vurdurdu. Mezid Bey dahi töhmetten halâs olup, mertebesi dahi yüce oldu.”
Birçok Olayın Özeti
Sultan Murad her işi sıraya koyup, birer birer halletmek istemektedir. Almanya ve Macaristan’dan emin olup, Anadolu Beylikleri davasına geçecekti. Bunun için elçiler gönderip Sigismond’un gönlünü alıyor, ne kadar süreceği meçhul bir dostluk kuruluyordu.
Çandaroğlu İsfendiyar Bey’le akraba olup işi tatlıya bağlamıştı. Bir sene sonra Aydın ve Menteşe beylikleri mesele olmaktan çıkartıldı. Şehzade Mustafa’yla hareket edip, sonra da ondan ayrılınca kaybettiği Beyliğe tekrar kavuşan Cüneyd Bey öldürüldü. Hamid Teke devleti de haritadan silindi.
Bütün Beylikler meselesi ortadan kalksa, hatta bütün dünyadaki düşmanlar Osmanlı Devleti’ne dost olsa, yine de Karamanoğlu düşmanlığı bitmeyecek gibi görünüyor. Epeyce yola gelmelerine, kaç tane akrabalık kurulmasına rağmen, bir kuyruk yarası uzayıp gidiyor…
Sultan Murad’ın, Anadolu’daki Beylikleri Osmanlı Devleti’ne bağlaması, Türk birliğini Anadolu’da sağlaması yolundaki başarılı çalışmalarını Yılmaz Öztuna şöyle hülâsa ediyor:
“— Türkiye’nin birliği yolunda II. Murad çok büyük basan kazanmış ve dedesinin mirasını adım adım toplamıştı. Aydın Teke, Germiyan, Menteşe Beylikleri, Hamid ve Saruhan Beyliklerinden sonra tamamen tarihe karışmıştı. Şimdi Osmanlılara bağlı Türkmen Beylikleri olarak hayatlarını muhafaza edenler, Çandar, Karaman Beylikleri ve Memlûklular ile Osmanlılar arasında bir tampon devlet olan Dulkadir Beyliği kalıyordu. Üçüyle de Osmanoğulları son derece sıkı akrabalık münasebetleri kurmuşlardı. (II. Murad’ın annesi Dulkadir prensesidir.) Çukurova’daki (Adana ve Tarsus) Ramazan Türkmen Beyliği ise Memlûklere tâbi idi.”
Canik Kalesi’nin Alınması
Bir sürü Beyliğin alınışını sadece başlıklarla verdik amma, küçücük bir kalenin hikâyesini anlatacağız. Buradaki maksadımız sadece, hiçbir şeyin, biraz sonra ne olacağının, nasıl olacağının bilinemeyişine bir misal vermektir:
Eski Türk ailelerinden biri, yani, Taceddin oğullarından Alparslan oğlu Hasan Bey. Hüküm sürdüğü yer Ordu-Çarşamba civarı. Samsun Osmanoğullan tarafından alınmış. Hasan Bey’in yerlerine dokunulmamıştı. İkinci Murad Lala Yörgüç Paşa’yı bunun yerlerini almaya memur etti. Yörgüç Paşa yapmakta olduğu düğüne Hasan Bey’i davet etti. Yörgüç Paşa hileci, dessas bir adam ve Hasan Bey bunu biliyor, düğüne gelmedi; haber gönderdi:
“Eğer bu davette maksat elimdeki harap ormanlığı almaksa, emir Pâdişâhındır. Pâdişâh bana da bir yer ihsan eder” dedi.
Hasan Bey bu cevabı verdi. Fakat Paşa’nın gelmekte olduğunu da öğrendi. İnatlaşıp, Paşa’nın gazâb oklarına hedef olmamak için kendisi gitti. Yörgüç Paşa kafasına koymuş ya, Hasan Bey’i tevkif edip Padişah’a yolladı. Bursa hapishanesinde yeri ayrılmış olan (1428) Hasan Bey’in Çarşamba’daki yerleri zaptedildi. Ailesi Amasya’ya getirtildi. Hasan Bey mi fazla becerikliydi, göz mü yumuldu her neyse, hapisten kaçtı. Pâdişâh belli ki aktif insanları seviyor, hapisten kaçan Hasan Bey’e iki sene sonra Rumeli’de Gümülcine Sancağı verilerek ailesi de yanına gönderildi.
Bir Hasallik-Bir Paşa
Hacı İvaz Paşa çok muhterem bir insandır. Devlet adamı olarak gerekli meziyetlerden hiçbir noksanı yok. Sultan Murad’ın kendisine itimadı sevgisi ziyadedir. İyi takip edilince Padişahların hayatları kendi hayatları değil de bir devletin hayatıymış gibi görünüyor. Yaptıkları o kadar çok iş var ki onların verdiği elemi normal bir insanın kaldırabilmesi mümkün değil. Canından da fazla sevdiği bir canı rahatlıkla harcıyorlar. Allah kimseyi Pâdişâh etmesin, demek makbul bir dua olsa gerektir. Şimdi Hacı İvaz Paşa’nın hikâyesine bakacağız:
“Sultan Murad’ın veziri Hacı İvaz Paşa’yı Hünkâr’a yanlış anlattılar. “Kul ile ittifakı vardır. Beyliğe kast eder. Hatta Sultan’ın üstüne hurûc etmek ister ve hem divana geldikçe kaftanı içinde cebe -zırh- giyer” dediler. Andan Hünkâr bu sözden hayli müteellim, -elemli- olup, bir gün atla giderken Hünkâr arkasına el urup, cebe giydiğine muttali oldu. “Bu nedir?” dedi. “Kuldan korkarım” deyip, kendisini gammazlayanların sözünü tasdik etti. Andan Sultan Murad buyurdu. Hacı İvaz Paşa’nın gözüne mil çekip, kör ettiler.”
1425–1430
Türkiye Venedik harbi, Venedik’in her meseleye burnunu sokmasından çıktı. Türk donanması Venedik’e ait bazı yerleri yaktı. Macaristan Venedik’e yardım etmek istedi ama o da bozguna uğratıldı. Sırbistan ile Osmanlı’nın arası açıldı. Bunun sebebi; ölen Despot’un yerine geçen II. Murad’ın tanımaması idi. 1428’de Macarlarla Güvercinlik mevkiinde savaşan Vidin Sancakbeyi Sinan Bey zafer kazandı. Kral Sigismond canını kurtardığına sevindi.
Bir de önemli simaların vefatları var bu yıllar içinde. Şâir Şeyhî, Çandarlı İbrahim Paşa, Hacı Bayram Veli ve Emir Sultan Hakk’ın çağrısına boyun eğerek ebedi âleme göçtüler.
Şâir Şeyhî’nin asıl adı Yusuf Sinan olduğu halde Hacı Bayram tarafından verilen “Şeyhî” mahlası ile tanınmıştır. Adının sonunda “Germiyâni” denmekle Germiyan Türkü olduğu vurgulanmıştır. Sultan Murad’la yakın münasebette idi, ki onun emriyle “Hüsrev-ü Şirin” ünlü hikâyesinin Türkçe nazmına başlamıştı. Şeyhî’nin hayatı, başladığı eserin tamamlanmasına yetmedi. Lafı uzatmadan, onun beyitlerinden biriyle şâir yönünü anlamaya çalışalım:
Gül yüzün mecmuasından
nice kim defter düzer
Verir evrakın yele çok nüshasın
ebter düzer
Hacı Bayram-ı Veli Orhan Gazi döneminde Ankara’da doğdu. Tahmin edilen tarih 1352’dir. Âşıkpaşaoğlu Tarihi’nde Padişahlar anlatıldıktan sonra, Bab 158’de.
“Sual: Ey Derviş” diyor ve Ahmed Aşıkî kendi kendine soruyor: Bu Osmanlı Hanedanı’nın menakıbını ki ihtisar ettin, bunların zamanında Tanrı’ya yakın bilginlerden, dervişlerden, hayırlı insanlardan kimse yok mudur ki onları anmadın?”
Vardır, dedikten sonra Osman Gazi zamanından Dursun Fakı ile başlıyor, ne kadar tarife uyan simalar varsa sıralıyor, bir yere geliyor ve: “Anadolu’dan Hacı Bayram ortaya çıktı. Bunlar dahi duaları kabul ve kerametleri zahir azizlerdi.” diyor.
Eldeki bilgilere göre Hacı Bayram’ın mürşidi Bursa’daki Somuncu Baba’dır. Şeyhi’nin yanından ayrılırken “Sultanım, ne amel üzere olalım, sanat bilmem, ne işleyelim? deyince, “Ekin ek, burçak ek” cevabını almış ve Ankara’da çiftçilikle iştigal etmiş. Ne kadar çiftçi görünse de, onun başka bir insan olduğu keşfedilmiş, etrafında dervişler kümelenmeye başlamıştı. Hatta o kadar çok insan birikmiş ki etrafında, Sultan II. Murad bundan rahatsızlık duymuş.
Menkıbelerle süslenen Hacı Bayram-Sultan Murad diyaloguna da, vezir zehirlenmesine de itibar etmiyoruz. Amma, şunu gerçek kabul edenlere uyarak biz de aktarmalıyız: Hacı Bayram’a intisab edenlerin sayısı haddinden fazlaydı. Bir de, bunların vergiden muaf olmaları Ankara çevresinden devlet gelirini düşürmüştü. İkinci Murad Hacı Bayram Veli’yi Edirne’ye getirtip kaç müridi olduğunu öğrenmek istedi. İşte burada, garip olaylar zuhur etmiş gibi anlatılır, buna da asrımızın âlimleri “menkıbe” derler. Öyle ise zikrine lüzum yok.
Hacı Bayram-ı Veli’nin doğum ve ölüm tarihleri arasında geçen senelerin tutarından fazla yaşadığı söyleniyor. Onun soyundan geldiğini savunan bir zat’a göre Pir Hazretleri 90 seneden fazla yaşamıştır. Daha az yaşamış olsa da önemi yok. Bizim amacımız Sultan Murad’la olan ilişkisini ortaya çıkarmaktı; bunu da kısmen yaptık.
Hacı Bayram Hazretleri, ittifakla kabul edilir ki zamanının önem verilen büyüklerinden biriydi. Adıyla anılan Bayramiye Tarikatı şimdi silinmiş gibiyse de, Anadolu’da önemli olduğu zamanlar Pâdişah’ı dâhi endişelendirmişti. Ölümüne yakın Ankara’nın ortasına kendi adını taşıyan bir cami yapılmıştı. Ölünce oraya defnedildi. Hacı Bayram Camii ve sonra yaptırılan türbe Ankara’nın önemli ziyaretgâhlarından sayılır.
Emir Sultan
İlgili yerde kendisinden kısaca bahsedilmişti, burada birazcık geniş tanıyacağız; Buhara’da doğduğu, Peygamber Efendimize dayanan soyu ile Seyyid olduğu söylenir. Asıl adı Şemseddin Muhammed. O adı kimse anmaz. Babası çömlekçilik yapan, meşhur mutasavvıflardan Seyyid Ali’dir.
On sekiz yaşındayken babasını kaybeden Şemseddin bir süre çömlekçilikle geçimini sağladı. Bazı dostlarıyla beraber hacca gitti. Birkaç sene sonra Bursa’ya geldi. Bursa’da, aradığı münbit toprağa düşen tohum gibi, kısa zamanda serpildi, şöhreti en yüksek mevkide bulunanların kulağına ulaştı. Emir Sultan diye anılmaya başlaması Bursa’dadır. Molla Fenari, Molla Yegân, Ali-i Rumi gibi şahışlar ilimleriyle birer yıldızdılar Bursa semalarında. Emir Sultan ay gibi doğdu.
Şöhreti onu Yıldırım Bâyezid’in sarayına kadar götürdü. Yıldırım’a enişte yaptı. Bâyezid’e Ulu Cami’nin açılışında söylediği sözleri tekrarlamıyoruz. II. Murad’ın İstanbul muhasarasında bulunan; Emir Sultan, Ulubat Suyu yakınında bacakları titreyen Pâdişâha nasıl sebat aşıladığı da geçmişti.
Sağlığında Padişahların itibar ettiği Emir Sultan ölümünden sonra da bu durumunu korudu. Halen milletimizin; manevî büyüklerinden bilinir. Bursa’da türbesi ziyaret edilir. Adıyla anılan camisi, türbesi, mahallesi Bursa’nın uhrevî zenginliği olarak yaşamakta, kadirşinas; milletimiz onun adını yaşatmaya devam etmektedir.
Selanik’in Fethi (29 Mart 1430)
Eski tarihçiler en sert geçen savaşları bile eğlenceli anlatabiliyorlar. Bu, onların üslûplarındaki özellik midir, yoksa geçmişin üzüntüsünü yaşamamak arzuları mı? Her ne ise biz Selanik’in fethedilişini anlatmaya çalışalım, görelim nice bir savaş olmuş?
“Bir gün Sultan Murad Han Gazi, vezirlerine: “Şu Selanik denen şehir ırak mıdır, yoksa yakın mıdır?” diye sordu. Vezirler; “Sultanım! Serez’den hünkâr göçü ile dört göçtür” dediler. Hünkâr: “Ya niçin durursunuz? Çabucak sefer hazırlığını görün” dedi. … Selanik ‘ hisarına doğru vardılar… Cenge başladılar. (Çok uğraşıp da netice alınamayınca) “Sultan Murad Han Gazi “Bire, bu hisar yağmadır” diye bağırdı. Hemen ki gaziler yağma haberini işittiler. Hemen hisarın etrafından dahi hücum edip yürüyüş ettiler. Ve merdivenleri hisarın surlarına dayadılar, kâfirlere göz açtırmadılar. … Sözün hülâsası kâfir memleketini İslâm memleketi ettiler. Şehir ki, alındı, her şey düzene bağlandıktan sonra mücahidiler sultanı Sultan Murad Han Gazi: “Hey gaziler! Bundan ulu nimet olmaz ki, gaziler hisarı yağma edeler, Tanrı’ya ortak koşanları zorla İslâm’a getireler. (Âşıkpaşaoğlu İslâm’a zorla adam kazanılmadığını bilirdi, heyecana kapılıp böyle yazmış olacak). Şimdi ben bu gazileri sevdim. İnşallah sizin ile ben şimdiden sonra gaza etsem gerektir” dedi.
Selânik’in alınması tabii ki bu kadar basit değil, Sultan Murad da Selânik’in nerede olduğunu bilmiyor değildi. Savaşın çıkışı da bir sebebe dayanıyordu.
Bizans İmparatoru Manuel Paleogolos 1425 senesinde 77 yaşında öldü. Yerine oğlu Yoannis geçti. Yoannis’in dört kardeşinden biri Mora Despotu, biri Selanik Valisi idi. Diğerleri herhalde önemli bir mevkide değildi. Selanik Valisi Andronikos çok gevşek tabiatlı olduğu için şehrin Türkler’e karşı savunmasında varlık gösteremeyeceği düşüncesinde olan halk memnuniyetsizdi. Türkler’e geçeceği korkusunu yaşamayı istemediklerinden, şehri Venedikliler’e sattılar. Selânik’in yerlisi Rumlar sanıyordu ki, imar yönünden gelişecek, zenginliği artacak, Venedik gibi müreffeh bir şehir olacak. Selânik’in çehresi kısa zamanda değişti. Bu değişim, beklenenin tam zıddı olarak meydana çıktı. Milletler ve mezhepler çekişmesinin merkezi haline gelen Selanik’te Latin-Rum ve Ortadoks-Katolik kavgaları halkı canından bezdirdi. Hatta Venedikliler yerli Rumlar’ı kovmaya kalkıştılar. İkinci sınıf vatandaş muamelesi görmekten bıkan halk Türklerin -bildikleri – , adaletine güvenerek, Türk taraftarlığına başladılar.
Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’daki varlığı, yapılan değişikliklerden haberdar olmasını icap ettiriyorken Selânik’in satılışı duyurulmamıştı. Habersizce bir şehrin el değiştirmesi Sultan Murad için savaş sebebi sayıldı ve harekete işte bu yüzden geçildi.
Daha önce; gerçi, Venediklilerin Sultan Murad’a gelen elçileri savaşa meydan verilmemesi için çaba sarf ettiler. Diğer küçük devletçiklerle Prensliklerle anlaşmaları yenileyen Sultan’a kendileriyle de anlaşma yenilenmesi ricasında bulundular. Fakat kabul olunmadı. Eğer Sultan Murad anlaşmayı uzatsaydı, verdiği sözü bastığı mühürü yalamazdı.
Padişah’ın sulh anlaşmasını uzatmak isteyen heyete verdiği cevap şöyleydi:
“Selanik babamdan kalma mülkümdür. Büyük babam Bâyezid bâzusunun kuvvetiyle burasını Rumlardan aldı. Eğer oranın idaresi Rumların elinde bulunsa idi, bunlara haksızlık ettiğimiz belki iddia edebilirlerdi. Siz ise İtalya’dan gelen Latinlersiniz, buralara sokulmanıza sebep ne? Arzunuzla ya oradan çekiliniz, yoksa hemen geliyorum.”
Şehirde boşanan ev o kadar çok ki, dönen esirlerin doldurması mümkün olmadı. Padişah’ın emriyle Yenice Vardar’dan aileler getirilip boş evlere yerleştirildi. Beş asır kadar sonra, bilmem kaç göbekten torunları gözyaşlarıyla Anadolu’ya gelerek bu bahtiyarlar o gün nasıl sevinmiştiler Allah bilir.
Yanya’nın Teslim Alınışı (1431)
Osmanlı’da her karış toprak millet adına padişahındı. Öyle olduğu için fetihler birbiri peşine geliyor ve alınan yerler muhafaza edilebiliyor. Avrupa öyle mi? Az önce Selânik’i gördük. Şimdi Yanya’yı görüyoruz.
“…Epir havalisine İtalyanlar’ın Tocca ailesi hâkimdi: Bu aileden Birinci Carla Tacco 1430 tarihinde ölünce yerine yeğeni İkinci Carlo Tacco Epir despotu olmuş…” Bundan sonra gayrimeşru oğulları ile yaşanan veraset kavgaları halkı canından bezdirmişti.
Böyle yaşamayı zillet sayan halk Osmanlı hâkimiyetine girmeyi canına minnet bilip, hürriyetlerine dokunulmamak kaydıyla şehrin anahtarlarını teslim etmişlerdir. Karaca Paşa Yanya’yı teslim aldıktan sonra buraya da Türkler iskân edildi. Böylece, Balkanlar’ın Türkleşmesi siyasetinde bir merhale daha kaydedilmiş oldu. Bundan sonra Eflak ve Sırplar’ın Macarlarla aralarını açmak için çalışılacakdı.
Selanik’te Tasvir-i Bâtül Kilisesi gibi mühim mabetlerle Sen Jan Bartist gibi birkaç manastır camiye tahvil olunmuştur. İkinci Murad’ın Balkanlar siyaseti oldukça iyi işliyordu. Eflak ve Sırp meselesi de ilk anda neticesini vermiş göründü. Eflak Voyvodası Wlad Drakul -namı diğer Kazıklı Voyvoda- Sultan Murad’ı görüp, ona sadakatini arz etmek için Bursa’ya kadar geldi. Yanında getirdiği iki oğlunu rehin bırakan Voyvoda güvenilir bir adam değil, bunu Sultan Murad biliyor, bilmez görünüyor, yani siyasi hareket ediyordu. Ne kadar istifade edilirse kârdır düşüncesiyle Wlad’ın yanına bir miktar asker katıp Transilvanya’ya akına gönderdi. Bu sayede Macarlar iyi bir darbe yedi. Voyvoda Wlad şimdilik vazifesini yapmış sayıldı.
Kalleş Mirce’nin oğlu Drakul’a aslında babasından farklı değil. Hiçbir sözüne güven olmaz. Ona karşı devamlı müteyakkız bulunmak şart.
Sırbistan, üstü küllenmiş köz gibi, Osmanlı için hiçbir zaman ateşi sönmez. Ne zaman hafif bir yel değse parlar. Yakamasa bile rahatsız eder. Şimdi Macaristan’la dostluğu Osmanlı aleyhine ilerleten Sırp Despotu Brankoviç ikiyüzlü hareket ederek işi götürmeye çalışıyordu. Üsküp Sancakbeyi İshak Bey durumdan haberdar olup padişahı bilgilendirdi. Sultan Murad İshak Bey’i serbest bırakınca, Sırbistan içlerine yapılan bir akın Brankoviç’i korkuttu. “Macarlarla münasebetini kesmek ve kızı Marya’yı Osmanlı hükümdarına zevce olarak vermek şartıyla felâketi durdurabildi. Sanca Paşa, despota sadakat yemini ettirmek ve kızı getirmek üzere Semendire’ye gönderildi. Sadakat yemini yapıldı, fakat kız henüz küçük olduğundan düğün ve padişahın sarayına gelmesi geri bırakıldı.”
Sırp-Macar ve Karamanoğlu İttifakı (1435)
İleride göreceğiz. Uzun Hasan Fatih’in ordusuyla savaşacaktır. Fakat ordunun ihtişamını görünce, kendisini bu savaşa kışkırtan Karamanoğlu’na şöyle diyecek: “Bre kahpe Karamanoğlu; benim Osmanoğlu’yla ne alıp veremediğim vardı da beni bu işe soktun.” Ne hikmetse hepsi aynı bu Karamanoğlu’nun. Şimdiki, aynı soydan İbrahim Bey’dir ve Sultan Murad’ın eniştesidir. Kendisi, bulunduğu makama Osmanlı’nın yardımıyla gelmişti. Sırp ve Macarla Osmanlı aleyhine ittifak kuruyor enişte Karamanoğlu İbrahim Bey. Sultan Murad önce Rumeli Beylerbeyi Sinanpaşa’yla, Macarları dağıttı. Hatta Sinan Paşa’nın savaşı, bir başka Sinan’ın yiğitliğiyle kazanıldığı için (evet Vidin Sancakbeyi Sinan’dır. Bu ikinci Sinan) bu savaştan sonra bu Bey (Vidin Sinanı) diye anılarak diğer Sinanlardan ayrıldı. “Macarlar mağlûp olup bir kısmı Tuna Nehri’nde boğuldu ve Macar Kralı kaçmaya muvaffak oldu”
Karaman savaşı da tabii, İbrahim Bey’in yenilgisiyle bitti. Karamanoğlu, araya büyük âlimlerden Mevlâna Hamzayı sokarak padişahın öfkesini dindirdi. Macarlar’ın doğru durmadıklarına dair haber alan Sultan Murad Karamanoğlu’nu bağışladı. Sadece işgal ettiği Osmanlı toprağından çıktı İbrahim Bey, başka bir ceza görmedi…
Sıra Sırplara gelmişti. Hazırlıklar yapıldı. Sırbistan istila edilecek, belki de Sırbistan, hayatının en ağır dayağını yiyecekti. Küçük nişanlı imdada yetişti. Sırp despotu Osmanlı ordusunun kendisini mahvetmeye geldiğini öğrenince, hemen “gelinin çeyizi tamamlandı gelin, alın” diye padişaha haber gönderdi. Bundan maksat bellidir, ama padişah mademki nişanlı durumdadır çaresine bakıla.
Sultan Murad’ın Sırp Despotunun kızıyla yaptığı evlilik siyaseten idi. Gelini Edirne’de fazla tutmayıp Bursa’ya gönderdi, Bursa’daki Hatice Sultan’ı Edirne’ye getirtti. Neşri İsfendiyar’ın kızı dese de Hatice Sultan torundu.
Semendire’nin Fethi (1439)
Sultan Murad 17-18 yaşında devlet yükünü sırtına almıştı. (1421) Saltanata başladığında, sürmüş olduğu ömür kadar zamandır işbaşında bulunuyordu.
Bu günlere gelişi nefes nefese mücadelelerle dolu. En çok uğraştıran insanların başında gelen Eflak Prensi’dir. Bir önceki bir sonraki fark etmiyor. Önceki nasılsa sonraki de öyle çıkıyor. Sırp Kralları nasıl ki? Aynı iklimin şekillendirdiği karakterler olarak al birini vur öbürüne. Zayıf zamanlarında Türk tâbiyetine giren yukarıdaki kahramanlar hiçbir zaman, arkadan kuyu kazmayı bırakmıyorlar.
Macarlarla araları açılmış olmasına rağmen, Osmanlı düşmanlığında birleşmeyi ihmal etmiyorlar. Sırp Kralı Brankoviç, Eflak Prensi Wlad Drakul ve Macaristan’ın Sigismond’dan sonraki Kralı İkinci Albert Türkler’e karşı birleştiler. Öyle, her isteyen istediğini serbestçe yapamıyordu. İttifakları duyulunca Firuz Bey’in oğlu İshak Bey, Sultan Murad’a haber ulaştırdı. Padişah Brankoviç’ten, başkenti olan Semerdire’nin anahtarını istedi. Brankoviç kesinlikle reddetti. Hak kılıçlarındır, noktasına gelinince kılıçlar çekildi.
Semendire Kalesi pek muhkem olduğu, savunması da iyi yapıldığı için üç ay uğraşıldı. İshak Bey kumandanlığı üzerine aldıktan sonra birkaç gün içinde zaptı gerçekleştirdi. Kaleyi müdafaa eden, Brankoviç’in oğlu “Edirne’ye yollandı ve orada bulunan despotun diğer oğluyla beraber gözlerine mil çekilerek Tokat Kalesi’ne gönderildiler.”
Eflak Prensi Drakula da düşman tarafında bulunuyordu. Önsezisi Sultan Murad’ın ordusuyla başa çıkılmayacağını ihtar edince gelip özür dilemiş ve Gelibolu hapishanesine gönderilmekle hayatını kurtarmıştı. Bir müddet sonra oğlunu rehine veren Drakula kendisini serbest bıraktırmayı da başarmıştır.
Kral Albert’in Mağlubiyeti
Semendire Türkler tarafından fethedildi. Sonra, İshak Bey ile Timurtaş oğlu Osman Çelebi Niğbolu üzerine yürümeye hazırlandılar. Bir Macar ordusunun yaklaştığı haberi gelince onu karşılamaya gittiler. Çok kanlı bir savaş oldu Macarlarla ve Türk tarafı bu savaştan o kadar çok esir aldı ki. Bu savaşın sonunu Aşıkpaşaoğlu’ndan dinleyelim: “Fakir dahi bir gün Hünkâra gittim. Ben fakire esir verilmesini buyurdu. Buyurduktan sonra dedim ki: ‘Devletli Sultanım! Bu esiri götürmeye at gerektir ve bu yolda harçlık dahi gerektir.’ Beş bin akçe ve iki at verdi. O sefer dokuz baş esir ile Edirne’ye geldim. ”
Sultan Murad’ın askerleri Avrupa’da kaleden kaleye, şehirden şehire zaferler kazanarak dolaşıyorlardı. Adlarını fazla anmadığımız akıncılar Avrupa’da, Sultan Murad’ın itibarını devamlı yükseltiyorlardı, ama o henüz dedesi Yıldırını Bâyezid Han’ın mevkiine erişememişti. Hâlâ Timurlulara karşı küçük kardeş gibi davranıyor, onlar da büyük ağabey rolü oynuyorlardı.
Büyük Türk hakanı sıfatını kullanan Timuroğlu Sultan Şahruh’un Anadolu’ya gelmesi, Sultan Murad’ı sevmeyen bütün beylikleri ve Avrupa devletlerini sevince boğmuştu. “II. Murad Memlûkler ve Karakoyunlular gibi Timurlulara kafa tutmayı hiçbir zaman düşünmedi. Timur hadisesinden ders almıştı, dedesi Yıldırım gibi Timurluları küçümsemek hatasında bulunmadı.”
Sultan Murad akıllı olmaya mecburdu ve maceraya hakkı yoktu. Dünyanın bir numaralı devletini incitmeden yol almak istiyordu. Hatta Şahruh’un da Memlûklerinde dostu olmak, ikisinin de gazabından uzak durmak, onların dostluğundan istifâde etmek, akıllı olmanın şartıydı. Murad Han bunun için çalışıyordu. Eğer bazı şeyleri gurur meselesi yapsa, Şahruh’a yan baksa, belki de devletinin yirmi sene geriye gitmesine sebep olurdu.
Sultan Şahruh Büyük Türk Hakanı olarak iddia sahibi olamadığı yerde bir başka sıfat kullanıyordu. Kâhire’ye gönderdiği elçiyle, mukaddes makamlar üzerindeki haklarının tanınmasını isterken, kendisini “En büyük İslâm hükümdarı” olarak takdim ediyordu. Dolayısıyla Şahruh Türk-İslâm dünyasının tek hâkimliği davasını beyan ediyordu. Sultan Murad vaziyeti haysiyet zedelenmesine asla sapmadan idare edip, Şahruh’la uğraşmak durumuna düşmedi. Zaten, onun asıl uğraşı alanı Avrupa idi. Durmadan kaynayan, karışan şu Rumeli-Balkanlar işini bir hale yola koymalıydı. Bu zamanlar Türk adının bile korkulu bir efsâne gibi anlatıldığı zamandır. Macarlar Türkleri daha uzaktan görünce “Kurt geliyor” diye haykırmaya başlıyorlardı. Bu alarm sesleri zaten Kolomon zamanından beri bilinmekte idi ise de, genel korku o nidayı Türklerin her yaklaşmasında tekrar ettiriyordu.”
Macaristan’a Can Katan Adam Hunyadi Yanoş ve Sultan Murad’ın Hüsranı (1442)
Türk adı böyle korku dağıtır yüreklere, kurt geliyor çığlığı attırır titrek dillere lâkin onu da uğraştıracak, kan kusturacak bir baş belası yetiştirir Macar ovaları. Bu kişi hakkında üstat tarihçiden kısa bir malumat alıp, sonra savaşlara dönmek, bu kişiyle yapılan ve çoğu bizim canımızı yakan sahneleri seyretmek istiyoruz:
“Macaristan’ın küçük bir asilzade ailesine mensup sayılan ‘Hunyadi Janos’ Osmanlı kaynaklarında “Yanko Hunyad” ismiyle meşhurdur. …Macarların milli kahramanı olan bu büyük askerin aslıyla nesebinde ihtilaf vardır. Meselâ, bir rivayete göre aslen Eflâklı bir Ulah’dır. Soyadı Hunyadi olmakla beraber gayr-i meşru olarak Bizans’ın Paleologos Hanedanı’na mensup olduğu veyahut eski Macar Kralı Sigismond’un gizli oğlu olduğu hakkında da birtakım rivayetler vardır.”
Hunyadi Yanoş’un şöhreti, taşıdığı farzedilen kanda değil, kazandığı savaşlardaki başarılarındadır. Sultan Murad Hunyadi Yanoş’u ilk defa savaş meydanında görecek, nâmı bundan sonra yayılacak Yanoş’un. Sultan Murad kardeşi küçük şehzade Mustafa’nın öldürülmesine çok üzülmüş, öldürenin Mezid Bey oluğu zannıyla da ona çok diş bilemişti. Mezid Bey’i sevdiği için ölümüne razı olamıyordu. Sonunda Mezid Bey o konuda temiz olduğuna padişahı inandırmış, ikisi de huzura kavuşmuştu. İşte bu Mezid Bey’i Pâdişâh Hunyadi’ye karşı vazifelendirdi. Bu namlı Hunyadi Transilvanya’da meydana çıktı. Kendisine ve askerine güvenen Mezid Bey, Hunyadi’nin üzerine yürüdü. Sipahiler and içmişler; Hunyadi’yi ölü veya diri, mutlaka ele geçireceklerdir. Hunyadi’yle ilgili bilgileri var; onun atını ve silahlarını tanıyorlar, nerede görseler, bu “Hunyadi”dir diye üzerine çullanacaklar. Fakat Hunyadi, boşa Hunyadi olmamıştır, bunca nâmı boşuna kazanmamıştır. Hakkında yapılan istihbaratı öğrenmiş, tertibatını almıştır. Silahlarını ve atını bir başkasına vermiş, onun silah ve atını alıp savaşa öyle başlamıştır. Hunyadi diye peşine düşülen asker, Simon de Kemeni’dir. Talihsiz Kemeni belki büyük bir askerin yerinde görünmekten hoşlanır amma, Türk askerlerinin kılıcı ile doğranmak hiç de hoşuna gitmemiştir. Hem de yanında üç bin arkadaşı ile beraber can vermiştir Simon de Kemeni.
İşin bu tarafı, her şeye rağmen, Türkler için iyidir. Üç bin düşman ölüsü bırakılmıştır savaş meydanına. Ya öbür tarafı? İşte Hunyadi, burada yaptığı kurnazlığa karşılık, orada, ait olduğu tarafa kahramanlık göstermiştir ki, Türk tarafına verdirdiği zayiat çok korkunçtur. Mezid Bey ve iki oğlu ile beraber, tam 20000 şehid vermişiz ve sayısız esir… Sonra esirlerin vahşice öldürülüşü…
Sultan Murad, bu savaşın neticesiyle perişan olur. Bunca Türk evlâdının hunharca öldürülüşü, Hunyadi’nin ele geçirilemeyişi hazmedilecek işlerden değildir! Öc almak lâzım gelir, başka yolu yok bu işin. İkinci Murad’ın güvendiği bir asker olan Şehabeddin Kula Şahin Paşa’nın maiyetine 80000 asker verilir, Macaistan’a gönderilir. Hammer, belki de Hıristiyanlık gayretiyle, diyor ki:
“Bu Paşa, yiğit bir adamdır. Hunyad’ın da, askerlerinin de sarığını görünce kaçacağını sanıyordu.” Ne yazık ki öyle olmadı. Varsag Meydan Muharebesi’nde Hunyadi Yanoş’a Şehabeddin Kula Şahin Paşa da mağlub oldu. 5000 asker şehit ve daha fazlası esir düştü, kalan askerler de bozgun halinde Türkiye’ye döndüler. Şehitlerin arasında 15 sancak beyinin bulunması işin vahametini göstermeye kâfidir. Esirlerden biri, meşhur Timurtaşoğlu Osman Bey idi. Şehabeddin Paşa bu mağlubiyetten sonra yerinde duramazdı. Devlet, askerin güvenini kaybeden komutanı iş başında tutamaz, dolayısıyla Paşa azledilir, yerine Kasım Paşa Rumeli beylerbeyi olarak atanır.
Hunyadi Yanoş başarılarına devam eder. Papa Dördüncü Ojen Haçlı Birliği’ni toplar. Macarlar, Leh’ler, Ulahlar, Sırplar, Almanlar, Fransa, Belçika, Arnavutlar ve bir de Türk Karamanoğlu bu ittifakın içindedir. Bu kalabalık ordunun başında Polonya ve Macaristan Kralı Ladislas ile Hunyadi Yanoş var. Hedefleri Morava… Haçlıların yıldızlan parlıyor; Türkler karanlık bir tünelden etrafı görmeden geçiyor sanki. Nereye çarpacağım bilemeden devamlı sert taşlara vuruluyor çıplak başları, mağlubiyetler devam ediyor. Morava nehrinin kenarından ikibin Türk şehidinin kan nehir suyuna sızarken, dört bin eğilmez baş da, kan içici Hunyad’ın zevkle öldürmesi için esir edilmiştir.
İzladi Derbendi Bozgunu (24 Aralık 1443)
Kasım Paşa komutasındaki ordu Hunyad’a yenilip, iki bin şehit, dört bin esir verilince, Karamanlılar’dan II. İbrahim duyar. Duyar ki, Avrupa’da Osmanoğlu’nun başı derttedir. Ankara’ya yürür; ordusuyla yürür ki zayıf zamanında bir şeyler kopara…
II. Murad siyasi davranmak, İbrahim’i susturmak zorundadır. Bir anlaşma yapar, onu Karaman diyarına gönderir, kendisi Edirne’ye gelir. Haçlıların ilerlemekte olduğunu öğrenir. Haçlıların işi de pek kolay değildir, şiddetli kış yüzünden yollar geçilmez, buzludur. İzladi Derbendi daha münasiptir onlar için ve o yola düşerler…
Sultan Murad mağlubiyetlerden bıkmıştır. Paşalarını, komutanlarını toplar, istişare ederler, ne yapacaklarını tartışırlar ve savaşa karar verirler. Başka da hiçbir çare yoktur ki!
Önce, iki tarafın öncüleri karşılaşır. Türkler mağlup. Tekrar Filibe ovasında karşılaşılır, yine Türkler mağlup. Haçlılar kışın şiddetine dayanamayıp dönerler, Türk kuvvetleri takibe başlar. Hunyadi’nin yaman bir savaşçı olduğu bizim kumandanların aklından çıkmıştır. Hunyadi’nin sahte geri çekilişine aldanıp onu takibe çıkan Türk kuvvetleri pusuya düşürülür ve bir kısmı esir edilir. Vezir-i Âzam Halil Paşa’nın kardeşi Çandarlızâde Mahmud Bey de esirler arasındadır. Mahmud Bey padişahın eniştesi oluyordu. Çarpışmadan pek küçük bir kuvvet, gönülleri kırgın ve bitkin, güzel Allah’ın yardımını rehber edinip, selâmete çıkabilmişti. Yere batasıca kafir ise, İslama indirdikleri darbe ile, çoğunu esir etmekle öğünecek bir sevinçle İzladi derbendinde zırladıklarını unutmuş görünüyordu.”
Bu muvaffakiyetsizliğe sebep olarak akıncı kumandanı Turahan Bey’in kayıtsızlığı gösterilir ve “Kasım Paşa’nın şikayeti üzerine Turahan Bey Tokad Kalesi’ne gönderilerek hapsedilir.” Turahan Bey istişarede “geri çekilip fırsat bulunca taarruz edilmesini” teklif etmiş ama dikkate alınmamıştı. Yenilginin suçlusu olarak seçilmesine mânâ veremeyen İ.H. Uzunçaşılı kitabına aldığı dipnotla devam ediyor. “Bizim de, üzerinde durduğumuz, bu zatın ileride tekrar sahneye çıkarılacağı içindir.”
“Turahan Bey güya kumandasındaki akıncılara sizler kefere ile rıfk üzerine cenk edin; zira küffar mağlup olursa bâdemâ size ihtiyaç kalmaz reaya olursunuz demesi üzerine bunlar takibi gevşek tuttukları için bu mağlubiyete sebebiyet vermiş imiş”.
Yine Karamanoğlu
Bu sıralarda yine, Anadolu’da Karamanoğlu İbrahim Bey tahribata başlamıştır. Sultan Murad dört mezhep ulemasından fetva alarak, onun işini bitirmeye teşebbüs etti.
“Osmanlı hududunu geçen Karamanoğlu’nun kumandanı, Bolvadin, Beypazarı, Ankara, Seyitgazi ve Kütahya’ya kadar olan yerleri yağma, namusa tecavüz ve çok kati yaparak Akşehir ile Beyşehir’i işgal eyledi.” Padişah büyük oğlu Alâüddin Bey’i gönderip, arkasından kendisi de askeriyle gitti. Her zaman olduğu gibi Karamanoğlu yine kaçtı, yine özür diledi ve yine af olundu. Bu seferden sonra, sancak beyi olduğu Amasya’ya dönen 18 yaşındaki Şehzade Alaüddin Bey vefat etti. Sultan Murad’ı çok üzen bu ölüm, 12 yaşındaki Mehmed’in önünü açtı, Osmanlı tahtının varisi olarak o kalmıştı.
Anadolu’da Karamanoğlu’nun, Avupa’da Haçlı ittifakının hiç durmadan tuzaklar kurması, son savaşlarda görülen devamlı yenilgiler, bunların üstüne bir de sevgili şehzadesinin ölümü, Sultan Murad’ı perişan bir hale düşürmüştü. Böyle zayıf düşülen durumlar düşman tarafından çabuk haber alınır ve hemen çullanılırdı. En iyisi, şerefli bir sulh ile birkaç sene rahat nefes almanın yolunu bulmaktır.
Segedin Sulhu (12 Temmuz 1444)
Sultan Murad’ın teklifi üzerine Macaristan ve Lehistan Kralı Ladislas Edirne’ye elçiler gönderdi; memnuniyetle karşıladığı sulhun müzakeresine başlandı. 12 Temmuz’da da Sultan Murad ile Ladislas Segedin’de bir araya geldiler, biraz Türkiye aleyhine şartlar ihtiva eden antlaşmaya, Ladislas İncil’e, II. Murad Kur’an-ı Kerim’e el basarak yemin ettiler.
Segedin Sulhu her ne kadar mecburiyetten yapılmış, Macarlara biraz taviz verilmiş ise de, Sultan Murad rahatlamış, esir olarak bulunan Çandarlızâde Mahmud Bey -ki pâdişâh eniştesidir- 70000 Duka karşılığında serbest bırakılmış, iki Sırp Prensi de karşılıksız, Osmanlı tarafından salıverilmiştir. Burada rahatsız olan iki kişi görünür; biri Hunyadi Yanoş, diğeri de Karamanoğlu.
Hunyadi, güçlü iken Murad’ı ezmedikleri için, Karamanoğlu da on sene Rumeli’den el çekecek Sultan Murad’dan çekecekleri için huzursuzdur.
İkinci Murad’ın Saltanattan Çekilmesi (1444)
Son senelerin ağır yenilgileri ile yıpranan Sultan Murad, hazır sulh yapmış iken, yerini oğluna bırakıp Manisa’ya yerleşmeye karar verdi. Bu, belki bir inzivadır; belki yeni hesapların yapılması için dinlenme, düşünme devresi. Henüz, Sultan Murad 41 yaşındadır; belki de “elim tutarken Veliahd oğlum biraz pişsin” diye düşünmüştür. On üç yaşının içindeki Veliaht Şehzade Mehmed Manisa’dan Edirne’ye getirilip, taht ona teslim edildi. Sultan Murad’ın Bursa’ya gittiğini yazan da var, Manisa’ya çekildiğini yazan da.
Onüç yaşındaki yeni pâdişâha tecrübeli bir Lala, umur görmüş devlet adamları lâzımdı. Zağanos Paşa Lala, Çandarlızâde Halil Paşa Veziri Âzam, Molla Hüsrev Kazasker olarak II. Mehmed’in yanındalar. Lala Zağanos Paşa’nın küçük sultana akıl hocalığı yapması, devlet işlerine Vezir-i Âzam’dan fazla karışması Çandarlı’yı rahatsız etmeye başlar. Halil Paşa otoritesinin sarsılmasına katlanmak istemez.
Huzursuz olan sadece Çandarlı Halil Paşa değil, Edirne halkı da, baş gösterecek bir Hıristiyan saldırısında küçücük padişahın tesirli olamayacağı endişesine kapılır, hatta hali vakti yerinde olanlar şehri terk eder.
Haçlı İttifakı
Endişelerden biri gerçekleşti. Tahtın sahibi tecrübesizdir diye ümitlere kapılan sulhçular imzalarını yalamak yansına girdiler. Türk devletini çökertmenin tam zamanı olduğu zannına kapılan Bizans İmparatoru, Papa, Hunyadi Yanoş yeni bir Haçlı İttifakı meydana getirdiler. Karamanoğlu İbrahim Bey’in de dahli bulunan bu ittifakta kimler yok ki? Macaristan, Eflak, Sırbistan, Ulah’lar, Almanlar, İtalyanlar…
Durumdan haberdar olan Edirne hemen saltanat şûrasını topladı. Şûra, Sultan Murad’ın tekrar tahta geçmesine karar verdi. Kararın İkinci Mehmed’e tebliği vazifesi Çandarlızade’nindir. Bu vazife ileride Çandarlı ile Fatih’in arasının biraz gergin gitmesinin temeli olarak anlatılacaktır. Tarihi Ebul Feth’den Y. Öztuna II. Mehmed’e Çandarlı’nın şu sözleri söylediğini yazıyor:
“Düşmana cevâbı mukavemet imkânı yok. Meğer baban Sultan, yerine geçmekle mümkün ola. Beylerin dahi ittifakı bunun üzerinedir, maslahat bunu görürler. Düşmana karşı onları gönderesiz, siz sefanızda olasız. Bu vaka defolduktan sonra, yine saltanat sizindir.”
II. Mehmed’e pek ağır gelmiş bu teklif, gururunu incitmiş ama “evet” demeye de mecbur kalmış. Manisa’da olduğu söylenen baba padişaha yazılan mektubu da Solakzâde Tarihi’nden alıyoruz. “Sultan Murad Han dergâhına haber salıp, düşmanın nefir-i âm ettiklerini bildirdiler. Hemen gelip yetişmesi için fazlaca ısrarda bulundular.
Mektubun vusûlunda gelmeye müsaade etmeyip, böylesine cevap vermişti. “Biz oğlumuz Mehmed Han’a hilafet umurunu ve saltanat tahtını bunun için bıraktık ki, bundan böyle asayiş ve huzur içinde olalım. Kendisi bu pak nesilden olup hariçten gelme değildir, padişahlık kendisine lazımsa din ve devleti korusun.’ (Hilafet henüz yoksa da, tarihçi öyle diyor).
Sultan Murad, birinci davete böyle cevap gönderince, oğlu II. Mehmed’in çok meşhur olan mektubu gitmiştir ki, o mektupta şöyle diyordu evlat babaya: “Eğer padişah biz isek, size emrediyoruz gelin ordunuzun başına. Yok, padişah siz iseniz, gelip devletinizi müdafaa edin.”
Bu emir üzerine Sultan Murad 40000 kişiyle Balkanları aşıp kısa zamanda Tura’ya yaklaşır.
Varna Zaferi
Tarih 10 Kasım 1444. Yer Varna limanı yakınları. İki ordu karşı karşıyadır. İki taraf da çok can alma arzusundadır. Önce Hunyadi hücum eder ve sayı olarak fazla zayiat görünmese de sağ kanat kumandanı Karaca Paşa ile yeniçeri sekbanbaşısı Yazıcı Doğan Ağa şehid düşerler. Sağ cenah dağılır.
Hunyadi derhal sol cenaha saldırır. Sultan Murad Yüce Allah’a münâcaat etmeye başlar… Akıbetleri uğur alan gazileri din düşmanlarının savaş eli ile perişan hale getirme. İslâm güruhunu “müminlere yardım etmek ise üstümüzde bir haktır. (Kur’an, XXX, 47)” va’dine yaklaşmak ile büyük inayetinle İslâm dininin bayrağını yükselterek:
Virme ruhsat kiralı geç bîne
Tu’me kıl anı hançeri kine
Bu vech ile Hazreti Bâri’ye teveccüh eyledi. Tazarru ve niyaza başladığında, duası kabul hedefine yaklaştı.
Düşmanın çılgınca saldırışını gören kumandanlardan bazıları Sultan Murad’a geri çekilmeyi tavsiye ederler. Sultan cevapsız bırakır, yerinden oynamaz. Ordunun sağ-sol kanatları bozulmuştur. Kaçanlar olmuştur. Kral Ladislas heyecana kapılır, merkeze, padişahın üzerine hücum etmek ister. Hunyadi mani olmaya çalışır ama olamaz.
Padişahın askerleri açılır, Kral araya girer, sonra Türk askerinin kavuşmasıyla Kral ortada kalır. Bu sırada yeniçerilerden Timurtaş adlı bir yiğit kralın atının ayağına baltayla vurarak atı düşürür, kral da atla beraber yere düşünce Koca Hızır adlı bir yeniçeri komutanı kralın başım keser, bir mızrağın ucuna takar ve yüksek sesle bağırarak etrafa duyurur. Bundan sonra düşman ordusunu orada tutmaya Hunyadi Yanoş’un da gücü yetmez. Tamamen bozulup kaçan orduyu görünce Hunyadi de kaçmaya başlar. İki gün iki gece Davud Paşa’nın takibi ile düşman ordusunun ancak birkaç yüzü ölümden kurtulmuş olur, diğerleri cansız vücutları ile o sahraları doldururlar.
Varna Zaferi Türkler açısından var olmak manası taşıyordu. Eğer bu zafer kazanılmasaydı, belki dokuz yıl sonraki fetih gerçekleşemezdi, belki Edirne de elden gider. Türk devleti Anadolu’ya hapsedilirdi. Sultan Murat için muazzam bir huzur havası getirmiş bu zafer ve af duygularını canlandırmış. Düşmanın ilk hücumunda kaçan askerlere ceza vermek isterdi. Zaferi tebrik için gelenlere, “Andan Sultan Murat buyurdu:”
“— Ol kaçan Beylere avret donun geydirip, tahkir edin.”
Yine Beyler derilip, dilek edip, eyittiler:
“Devletli Sultanım, bunun gibi hal ‘aceb olmaz. Bihamdillah ve’l minne ki, mansur ve muzaffer oldunuz. Anlara kendi yüzleri karası yeter.”
Padişah; arkadaşlarının ricasıyla firarileri affeder. Savaş meydanında düşman ölülerini seyre çıkar, yanında Azeb Bey var, Sultan, ölülere bakar, bakar da, hayretle: “Azeb bu ne aceptir ki, bunca kâfir ölüsü arasında bir aksakallısı yok. Hepsi taze delikanlı” deyince Azeb: “İçlerinde bir aksakallı bulunsa idi, başlarına bu iş gelmezdi” diye karşılık verir. Bu Azeb Bey’in Bursa’da yaptırdığı kendi adını taşıyan bir camii vardır. Padişahta zafer sevinci devam ederken, cömertliği, af etmesi de bitmiyordu.
Vezirlerin ricacı olmaları üzerine, Tokat zindanında yatmakta olan Turahan Bey’in de kurtulduğu söylenmektedir. Padişah, zaten onun suçlu olduğuna inanmış değildi ki Varna Zaferi sevinci bütün Osmanlı’ya, İslâm ülkelerine yayılır… Uzun uzun anlatılan şenliklerle kutlanır.
İkinci Murat büyük bir zafer kazanmıştır amma, hâlâ tahtın sahibi, oğlu Mehmed’dir. Bundan sonraki bir süre için muhtelif rivayetler var ise de Halil İnalcık’a göre: Murat Han oğlu İkinci Mehmed’in durumunu sarsmak istemediğinden “Edirne’de kısa bir müddet kaldıktan sonra Manisa’ya döndü.”
İkinci Murad’ın Tekrar Dönüşü (1445)
Meydanda görünen cesetlerin gençliğine hayret eden Padişah’ın, o cesetlerden daha genç birisim tahta oturtması ne derece mantıklıdır acaba?
Yeniçerilerin, maaşlarını az bularak isyana kalkışmaları, maaşlarına yarımşar akçe zam yapılarak durdurulmuştur. Osmanlı Tarihi’nde, yeniçeri isyanlarının ilki olan bu hadise, “Buçuk Tepe Vakası” diye tarihe geçmiştir.
Çocuk denecek yaşta bir padişahın tahtta bulunması yeniçerileri de vezirleri de huzursuz eder olunca II. Murad’ı tekrar tahtına oturtmak için çareler aranmaya başlanmış. Neticede Çandarlı Halil Paşa’nın daha çok ısrarlı olduğu mesele II. Mehmed’i kızdıracak biçimde gelişmiş. Kaynakların anlattığına göre, II. Mehmed babasını tahta davete hazırlanmış ama babasının kabul edeceğine ihtimal vermiyormuş. Nezaketen yapması gerekeni yapıp: “Hâlâ siz hayatta iken bize padişah olmak münasip değildir. Önceleri emrinize imtisâlen kabul şekli gösterilmiş idi.” Demek zorunda kılmıştır II. Mehmed. Sultan Murad dahi ısrarlı çağırışlara ısrarla “hayır” diyemediği için, gelip tahtına oturmuştur. İstikbalin fatihi Valilik yaptığı Manisa’ya giderken, içine -istemeden- ekilen kin tohumunu yeşertiyordu. Yolda, beraberindeki Molla Hüsrev’e birazcık içini açmadan yapamadı: “Şu herif bana ne aceb mekreyledi” dedi.
Onüç yaşında çocuk, ne denli yetişirse yetişsin koskoca adamlar gibi değildi. Gururu o kadar incinmiştir ki Çandarlıı Halil Paşa’nın adına, âdeta yasak koymuştu. “Şu herif” Halil Paşa’ydı tabi. Molla Hüsrev’in teselli verici sözleri işe yaramadı. Gün ola harman olaydı ve devamlı derinleşecek bu duygularla büyünecekti, başka çare yok!
Saltanat değişikliği 1445 sonrası başlarında vukuu bulmuştu. 1446’ya gelindi. Arada bir tahttan çekilme, tekrar geçme ile Sultan Murad’ın bu son tahta çıkışı. Üçüncü defa padişahlığı, diye anlatılır. Sultan İkinci Murad Üçüncü defa geçtiği tahtta, bozulan işleri yoluna koyacak, oğlunu devlet idaresine iyice alıştıracaktı. Dünyada hangi iş bitmiş ki, devlet işi bitsin…
Mora Seferi (1446)
Evlâtlar, akrabalar devamlı paylaşıyor; bu yüzden Avrupa’da büyük bir devlet kalmıyordu. Mora bir despotluktur ve elden ele geçmektedir. Şimdi, Mora iki prensin elinde bulunuyor ve birçok Türk şehri vardı Mora’da. Osmanlı Padişahı yoğun meşgaleler yaşarken, sanki hiç sükûnet gelmeyecekmiş, Sultan Murad Mora’ya dönemeyecekmiş gibi hareket ettiler. Despot Konstantinos Türk şehirlerini zaptedip, Yunanistan’a doğru fütuhata başladı.
İki despot kardeş Sultan Murad korkusunu tatmamış olacak ki bir zamanlar Sultan tarafından yıktırılan Gürdüs Seddi’ni yeniden inşaya kalkıştılar. Mora’nın kapısı sayılan Gürdüs Geçidi’nin kapanması Türk akınlarının o cenaha yapılamayacağı manasına gelirdi. Çünkü o dar geçit bir demir kapıydı âdeta. Bu, kale yahut set için küçük bir alıntı yapacağız. Tarifi, tekrar tarife uğraşmamak için.
“Konstantin kuzeyden gelecek bir Türk hücumuna karşı Gürdüs ile Korent denilen ve karadan Mora’nın kapısı sayılan berzahı (dar geçidi) baştanbaşa tahkim etmişti. Osmanlı tarihlerinde Germehisar denilen ve iki deniz arasında bulunan beşhisar, Mora’ya girmek isteyenlere büyük bir set teşkil etmekte ve bunun önünde de mühim bir hendek bulunmakta idi.”
Paşa Yiğit oğlu Turahan Bey Yiğit Akıncı Beyi’dir, Sultan Murad önce onu vazifelendirir. Beş kalenin birden vurulması gereklidir ve develerle nakledilip top dökülür. Sultan Murad daha sonra gelir, aylarca süren mücadeleden yıpranan kaleler Hızır beklemektedir. Hızır onlar tarafından beklense de bir yeniçeriydi bu Hızır ve ilk açılan gedikten içeri girdi. Osmanlı için zahmetli olan fetih, karşı taraf için ağır bir balyoz sayılır. Yapılan setler yaptıranlara yıktırıldı. “Bu akınlarda 60 bin esir alındı.”
Mora Seferi’nin neticesi Sultan Murad’ın yüzünü güldürdü. Despot, yeniden haraca bağlandı.
İskender Bey İsyanı (1447)
Adını önceki bahislerde gördüğümüz İskender Bey İsmail Hami Danişmend’e göre bir Arnavud sergerci’sidir. Arnavudluk’un kuzeyine hâkim olan Kostriyat ailesinden Chion Kostriyot’un oğludur. 24 sene evvel Osmanlı Sarayı’na rehine olarak gelmiş, hatta din değiştirip Müslüman olmuştur. Osmanlı Ordusu’nda istihdam edilirken kaçıp Arnavudluğa gitmiş, orada bir isyan başlatmıştır. Maceraları Osmanlı için birçok acı hatıralarla dolu olan bu macerapereste 3 karşı sefere çıkan Sultan Murad, yanında oğlu II. Mehmed olduğu halde savaşmış fakat İskender Bey öldürücü darbeyi yemeden kurtulmuştur.
İkinci Kosova Savaşı (1448)
Sultan Murad biraz âsûde yaşamak istiyordu, bunun için dünyanın dönmemesi mi gerekti ne? Oturmasına fırsat verilmiyordu. Asya’nın ortalarından kopup gelen, dişiyle tırnağıyla Küçük Asya (Anadolu)’da yurt tutan Osmanoğlu’nu kimse istemiyordu; ancak bileğinin gücü ile barınabilirdi. Arnavutluk savaşı sürer gider. Sultan Murad’ın kan davalısı zalim Hunyadi yine dikilir karşısına. Yanında kalabalık bir orduyla.
Sultan Murad, Hunyadi’nin, büyük ordusuyla Tura’yı geçmek üzere olduğunu öğrenince, Sofya’ya gelip oturdu. Hunyadi Kosova’ya Ekim ayında geldi. Muharebe başladı, herkes elinden geleni yaptıysa da, galip de mağlup da belli değildi. İkinci gün de vuruşmalarla ama neticesiz geçti. Üçüncü gün iki taraf da maharetini gösterecektir. İkinci Murad, çok darbesini yediği Hunyadi’ye Kosova’yı dar getirmek için varını yoğunu ortaya koyacaktı; başka çaresi kalmamıştı. Haçlı ittifakı darbe almalıydı ki, Türk tarafı gülsün. Hunyadi Yanoş da böyle düşünüyor, Sultan Murad’ı Avrupa’dan atmak gerektiğine inanıyordu. Bu yüzden, bu Haçlı Seferi’ni hazırlamıştı. Büyük küçük bir yığın devletin askeri savaş meydanında, ölüyor öldürüyordu. Almanya, Macaristan, Lehistan, Sicilya, Eflâk, Boğdan vs. başlarında kral naibi Hunyadi Yanoş, Avrupa’nın, Haçlıların son yıllardaki medarı iftiharı olan bu adam gerçekten iyi savaşçıydı. Savaşın üçüncü günü çok kanlı geçiyordu. Bu savaşta Karamanoğlu İbrahim Bey’in gönderdiği Karaman alayları bile var. Sultan Murad’ın başkumandanlığında, sağ kanatta Sanca Paşa, sol kanatta Dayı Karaca Paşa… Meşhur Akıncı Beyleri Mihâloğlu Hızır Bey, Turahan Bey, İshakzâde İsâ Bey… Bunca namlı kumandanlar bir araya geldiyse, Kosava’da düşmana yenilmek olmazdı. Düşmanın mukavemet edemediği üçüncü gün meşhur Hunyadi canını kaçarak kurtaranlar arasındaydı. Bu zaferin gelişini bir paragrafla Âşıkpaşaoğlu’yla bitireceğiz: “Bu Sultan Murad Han Gâzi’nin gazâları çok olmuştur. Zamanında olan gazasını ve fiilini ben ihtisar ettim. Sanki ambardan bir avuç çeşni verdim. Onun için ki hepsini anlatmakta akıllar hayran kalır. Bu kadar dahi söylediğime sebep onların ruhlarına hayır dua olsun diyedir. Allah ona rahmet etsin ki bu Osmanlı Hanedanı menakıbını okuya yahut dinleye. Onların ruhuna dua eyleye. Hak Teâlâ o kişiden razı ve hoşnut olsun. Peygamber Hazreti dahi mahşerde ona şefaatçi olsun. Ve onun her duası ve ihtiyacı Allah Hazretinde makbul olsun.”
İkinci Mehmed’in Düğünü (1449)
Kosova Zaferi padişahı ziyade hoşnut eylemişti. Oğlu Mehmed’i ikinci defa evlendirmeyi arzu etti. Bunun için münasip görülen gelin Dulkadir Hükümdarı Süleyman Bey’in kızı Sitti Mukerreme Hatun’dur. Düğünleri Edirne’de olağanüstü şenliklerle yapılmıştır. “Dulkadirogullan’ndan ilk kız alan Birinci Mehmed’tir ve İkinci Murad o izdivaçtan dünyaya gelmiştir.”
Ebedi Seferden Önceki Son Sefer (1450)
Biraz, çok erken yaşta başlamış olması, biraz da mizacı etkili olabilir; belki de rahatına düşkündü! O kaç defa kaçtı yine getirildi, düşmanlar yine durmadı. Bu defa da Arnavut İskender Bey’in yaramazlığı Sultan Murad’ı savaş meydanına çekti. İyi bir çeteci olan İskender yakayı ele vermedi. Neticesiz yorgunluktan başka, iki taraf içinde faydası görülmeyen bu sefer, Sultan Murad’ın gördüğü son seyahat oldu.
İkinci Murad’ın Ölümü (1451)
1403’te Dulkadirli hükümdarı Süli Bey’in kızı Emine Hatun’dan dünyaya gelmişti. Babası Çelebi Mehmed ölünce 1421 senesinde, onsekiz yaşında iken tahta geçmiş, devletin, milletin bütün yükünü omuzlarına almıştı. Zaman zaman yorulup bu yükü üzerinden atmaya çalışması fazla işe yaramamış, çözümü zor işler başa gelince, o da tekrar iş başına getirilmişti. Takatinin bitmek üzere olduğunu kendisi hissediyormuş ki, arada bir istirahata çekilmeyi istiyordu. Üç Şubat 1451’e gelince hiç kimsenin arzusu, isteği sorulmadan, sahibi emanetini aldı. Devlete kazandırdığı zaferler hayırla yâd edilmesine vesiledir. Cenazesi İkinci Mehmed Manisa’dan gelene kadar saklandıktan sonra, Bursa’ya götürülüp, orada defnedildi. Bursa’nın gördüğü son padişah cenazesi Sultan Murad’ındır: Allah rahmet eyleye…
Hayır eserleri: Edirne’de Muradiye adını taşıyan cami ile medreseyi yaptırmıştı.Ayrıca medrese, darülhadis ve üç şerefeli olarak anılan cami Sultan Murad’ın eseridir. Muradiye Camii adı Bursa’yı da süsleyen bir abideye verilmiştir. Yine Bursa’da imaret, medrese, köprü, Selanik’te, İpsala’da cami Sultan Murad’ın bıraktığı belli başlı eserlerdir.
Son olarak, onun şanına yakışır iki mısra ile şairlik yönünü de anarak mevzuu kapatacağız:
Gercikim haddim değildir
buseni kılmak dilek
Arif olan çün bilür ânı
ne lâzım söylemek.