Osmanlı Devleti'nde Taşra Teşkilâtı

OSMANLI DEVLETİ'NDE TAŞRA TEŞKİLÂTI


1-İDARÎ TAKSİMAT


a)Eyalet Teşkilâtı



Osmanlı Devleti'nde taşra idaresi, aşağıdan yukarıya köy, nahiye, kaza, sancak ( = liva) ve eyalet şeklinde teşkilâtlanmıştı. Kendisine bağlı köylerle birlikte nahiyelerin birleşmesiyle kazalar meydana gelmişti. Kazaların birleşmesinden sancaklar, sancakların birleşmesinden ise eyaletler ortaya çıkmıştı. Ancak şurası belirtilmelidir ki, Osmanlı Devleti'nin ilk zamanlarında eyalet, vilâyet, liva, kaza ve nahiye tabirlerinin birbirinin yerine kullanıldıkları görülmektedir (Nitekim beylerbeyilik olmayan çok küçük yerler eyalet adı ile belirtildiği gibi, nahiye kelimesinin de berlerbeyilik karşılığı kullanıldığı bilinmektedir). İdarî teşkilâtta en fazla yere sahip birimler kaza ve sancaklardı. Kazalarda yönetici sınıf olarak kadı, alaybeyi ve subaşılar bulunurdu. Bunlardan kadılar askerî olmayan şer'î ve hukukî hususlardan sorumluydu. Bunlar ayrıca kazanın iaşesinin temini, belediye, adliye işleri, hükümet tarafından merkezden istenilen şeylerin temin ve tedariki ile de vazifeliydiler. Subaşılar ise kazanın asayişini sağlamakla yükümlüydü; askerî meseleler de alaybeyinin yetkisinde idi. Beylerbeyine bağlı kazalarda ise inzibat ve askerî idare timar subaşısına aitti. Kazaların birleşmesiyle teşekkül eden sancaklar (Osmanlı Devleti'nden önce Türk-İslâm geleneğinde sancak, hutbe ve sikkelerde hükümdarın adının geçmesiyle beraber bağımsız bir siyasî otorite sembolü olarak kullanılmıştır), sancakbeyi ismi verilen bir kişi tarafından kanun ve nizamlar çerçevesinde idare edilirdi. Sancak kelimesinin XIV. yüzyılda Osmanlı idarî teşkilâtında yer aldığı hakkında şüpheli bilgilere sahip bulunulmaktadır. Bununla birlikte kelime XV. yüzyılda artık yaygın biçimde kullanılmıştır. Özellikle XVI. yüzyılda idarî bir birim olarak sancağın Osmanlı kanunnamelerinde yer aldığı ve hazırlanan Tahrir Defterlerinde her birinin ayrı ayrı kanunnâmeleri bulunduğu görülmektedir.


Sancakbeyinin sancağın en büyük idarecisi olması dolayısıyla bazı yükümlülük ve hakları vardı. Meselâ, bir savaş esnasında sancağında bulunan timarlı sipahilerle birlikte bağlı bulunduğu beylerbeyinin komutası altında savaşa iştirak etmek, sancakta asayişi ve emniyeti temin etmek, kalpazanlıkla mücadele etmek, özel görev için gelen devlet memurlarına yardımcı olmak ve görevlerinde kolaylık sağlamak gibi vazifeleri vardı. Ayrıca sınır bölgesinde bulunan sancakbeyleri, yabancı devletlerle ilişkilerin anlaşmalara uygun olarak yürütülmesi ile de görevli idiler. Sancakta suçluların cezalandırılma işi de sancakbeylerine verilmişti. Buna karşılık sancakbeyleri, idarelerinde bulunan sancakta işlenen cürmlerin vergilerinin hepsini veya yarısını alırdı. Bazı sancaklarda da çift resmi (toprak vergisi) 'nden ve resm-i arûsane (evlenme vergisi)'nden payları vardı.


Sancakbeylerinin dereceleri sahip oldukları has gelirine göre tayin edilirdi. Bunlara kanunnamelerde belirtildiği üzere dörtyüzbin akçaya kadar has verilebilmekteydi. Oğullarına ise otuzbin akçelik zeamet bağlanırdı. Sancakbeyleri protokolde bütün ağaların üstünde bir yere sahiptiler. Eğer vazifeden ayrılır ve emekli olurlarsa kendisine altmış bin akçe maaş bağlanırdı.


Osmanlı idarî teşkilâtında sancakların birleşmesiyle Eyâletler (Beylerbeyilik) teşekkül ederdi (XV. yüzyılda beylerbeyi görev bölgesi olarak beylerbeyilik veya vilâyet kullanılırken, XVI. yüzyıl sonlarında eyalet kelimesi kullanılmaya başlanmıştır). Eyaletler beylerbeyiler veya buna eşit değerde mîr-i mîranlar (Mir-i miran kelimesi “Emir-i Emîrân”ın elifleri kaldırılarak hafifletilmiş şeklidir) tarafından idare edilirdi. XIV. yüzyıl boyunca beylerbeyi, taşra kuvvetlerinin kumandanı ve çeşitli sancaklara dağılmış beylerin âmiri durumundaydı. Bu dönemde beylerbeyiler belli bir bölgenin idarecisi olmak yerine bütün ordu işlerinden sorumlu bir kimse hüviyetindeydi. Beylerbeyi, fetihlerin Rumeli'de devam ettiği zamanlarda ve hükümdarın Anadolu'da bulunduğu esnada Rumeli beylerinin âmiri durumuna geçerek Rumeli Beylerbeyi haline gelmişti. Nitekim Orhan Bey'in ordu kumandanı oğlu Süleyman Paşa bir beylerbeyi idi. Ondan sonra ise bu vazife Lala Şahin Paşa'ya verilmişti. Ancak Rumeli'de fethedilen yerlerin artmasıyla Anadolu ve Rumeli'nin tek kumandan ile idaresi mahzurlu görülerek beylerbeyilik Anadolu ve Rumeli beylerbeyiliği olarak ikiye çıkarıldı. XV. yüzyılda bu iki beylerbeyiliğe Rum (Sivas-Amasya) ve Karaman beylerbeyilikleri de eklendi böylece beylerbeyilik dörde çıktı.


Beylerbeyiler kendi bölgesinde bütün “umur-ı siyâsette” hükümdarın temsilcisi olmak, beylerbeyi divanında askerî hususlara dair meseleleri halletmek, bölgesinde güvenliği sağlamak, timar tevcihi ve terakkilerini yürütmek gibi vazifeyle mükellefti. Beylerbeyiler ayrıca kendi bölgelerindeki sancakbeyleriyle tımarlı sipahileri maiyetine alarak emredilen yerde orduya katılmak zorundaydı. Beylerbeyi sefere memur olduğu zaman yerine vekil olarak mütesellim denilen bir kişi bırakırdı. XVI. yüzyıldaki yetkileri, her ne kadar bütün sancakbeyleri, kadılar ve diğer görevlilerle halk nazarında “hâkim ve vali” olarak tayin edilmişse de, özellikle sancakbeyleri üzerinde sadece bir teftişten öte gitmemiştir. Eyalet içerisinde yalnız kendi sancağının idaresinden mesul tutulmuştur.


Beylerbeyiler vilâyet merkezinde otururlardı. Anadolu beylerbeyiliğinin merkezi Kütahya, Rumeli beylerbeyiliğininki ise Manastır şehri idi. Beylerbeyilerin kalabalık bir maiyetleri vardı. Adlî ve hukukî işler vilâyet merkezindeki kadı tarafından görülürdü. Vilâyetle ilgili işler kendi başkanlığında toplanan bir divanda görüşülürdü. Hazineye ait işler mal defterdarınca, zeamet işleri timar kethüdası, timar işleri timar defterdarınca yerine getirildi. Derece itibariyle en büyük beylerbeyi Rumeli beylerbeyi idi. Ondan sonra Anadolu beylerbeyi gelirdi. Mal defterdarları, beğlik ile nişancı olanlar, beş yüz akçalık kadılar ve dörtyüzbin akça hassı olan sancakbeyleri beylerbeyi olabilirdi. Yine kanunnâmede beylerbeyilere en az sekizyüzbin akçe, en fazla birmilyonikiyüzbin akçe has verileceği eğer emekli olurlarsa yüz bin akçe ile emekli olacakları kaydedilmiştir. Beylerbeyilerden Rumeli beylerbeyi terfi ederse küçük vezir, yani Dîvân-ı hümûyun'da sonuncu vezir olurdu. Anadolu beylerbeyi ise terfi ettiği takdirde Rumeli beylerbeyiliğine getirilirdi. Daha sonraları eyaletlerin sayısı arttıkça beylerbeyi adedi de çoğalmıştır.


XVI. yüzyıl ortalarına doğru istikrarlı bir şekil alan Osmanlı eyâletleri sâlyânesiz (=yıllıksız) ve sâlyâneli (—yıllıklı) olmak üzere iki kısma ayrılmıştır.


Sâlyânesiz eyâletler daha çok olup, Rumeli, Budin, Anadolu, Karaman, Dulkadir, Sivas, Erzurum, Diyarbekir, Halep, Şam, Trablusşam eyaletleri bu kabildendi. Bunların, mahsulâtı has, zeamet ve timara ayrılmış olup, hazineden ve defterhâneden idare edilmekteydiler.


Sâlyâneli eyâletler ise Mısır, Habeş, Bağdad, Basra, Yemen ve Kaptanpaşa eyaletlerindeki bazı sancaklar ile Trablusgarp, Tunus ve Cezayir eyaletleri idi. Bunların mahsulâtı has, zeamet ve timara ayrılmayarak doğrudan hazine tarafından yıllık olarak beylerbeyi, sancakbeyi, asker vesairesin maaşları ayrıldıktan sonra tahsil edilirdi.


Bunlardan başka serbest mîr-i mîranlıklar ve Yurtluk-Ocaklık sancaklar da bulunup, mîr-i mîranlıklar, Osmanlı Devleti tarafından mülkiyetleri sahiplerine ait olarak kabul edilmiş olan ve buna karşılık devletin yüksek hâkimiyetini tanıyan sancaklardı. Bunlar her sene belirli bir vergi verirler ve gerektiğinde askerleriyle savaşa katılırlardı. Büyük-küçük bazı yerler ise yerli beylere sancak itibariyle verilmiş olup, bu sancaklar, boş kalınca dışarıdan kimseye verilmeyerek o sancakbeyinin oğullarına, kardeşlerine v.s.ye verilmekteydi ki bunlara Yurtluk-ocaklık sancaklar denirdi. Bu sancakbeyleri hangi eyalete tabi iseler o eyaletin beylerbeyileri ile savaşa giderlerdi.


İmtiyazlı Hükümetler


Osmanlı İmparatorluğu idarî teşkilâtında eyâlet teşkilâtı dışında kalan bir bakıma iç işlerinde serbest sayılan, ancak devletin yüksek hâkimiyetini kabul etmiş özel statülü hükümetler de bulunmaktaydı. Bunların kralları veya beyleri kendi asilzadeleri arasından Osmanlı Devleti tarafından seçilmekteydi. Bu hükümetler, gördükleri himayeye karşılık belirli miktarda vergi vermekteydiler. Ancak Kırım Hanlığı ile Mekke-i Mükerreme Emirliği bu statü dışında tutulmuştur.


Bunlardan Kırım Hanlığı Osmanlı himayesini kabul ettikten sonra iç işlerinde serbest bırakılmış, hutbelerde önce padişahın daha sonra da hanın adı okunmuştur. Buna mukabil hanlar kendi adlarına para bastırmıştır. Kırım hanları XVII. asra kadar mirzalar tarafından seçilmiş, bu dönemden itibaren ise tayin ve azilleri Osmanlı hükümetince yapılmıştır. Hükümet merkezi Bahçesaray olan Kırım Hanlığı savaş zamanında bütün kuvvetiyle orduya katılırdı.


Mekke-i Mükerreme emirliği ise Yavuz Sultan Selim'in Mısır'da bulunduğu sırada Osmanlı hâkimiyetini kabul etmiştir. Osmanlı Devleti bu emirliğin inzibat ve asayişini sağlamak üzere her sene değiştirilmek suretiyle askerî kuvvet göndermiştir. Mekke emirlerinin gerek Mısır hazinesinden ve gerekse Cidde gümrüğü gelirinden tahsisatı vardı. Mısır'dan gönderilen paraya atiyye-i hümâyûn denirdi, ayrıca surre-i hümâyûn ile de altın yollanırdı.


Bunlardan başka Rumeli'de voyvodaları Osmanlı Devleti tarafından tayin edilmek üzere iç işlerinde serbest olan, muayyen bir vergi verdikten başka savaşta Osmanlılar yanında yer alan Erdel, Eflak ve Boğdan voyvodalarıyla Raguza ve Sakız cumhuriyetleri de bu gibi imtiyazlı hükümetlerdendi.
 
II — TOPRAK İDARESİ
Arazi Taksimatı

Arazi ile ilgili, İslâm hukukunda ve siyaset kitaplarında çeşitli tanımlar, türlü taksim ve tasnifler yapılmıştır. İslâm hukukuna göre arazi üç kısma ayrılmıştır. Bunlardan birincisi arz-ı öşrî veya arazi-i öşriyye, ikincisi arz-ı haracı veya arazi-i haraciyye, üçüncüsü de arz-ı taz'if veya arz-ı emiriyye yani mîriyye'dir. Toprağın bu şekilde ayrılması yeri veya ürünleri bakımından olmayıp, sahipleri bakımındandır. Nitekim toprak sahipleri bu ayrıma bağlı olarak üçe ayrılmıştır. Birinciler müslim, ikinciler zimmî, üçüncüler tagallubî, yani fetihle ele geçirilerek idare edilen toprakların sahipleridir.
Osmanlı Devleti de gelişip fethettikleri topraklar artınca, kendilerinden önceki Büyük Selçuklular, Anadolu Selçukluları ve Beylikler gibi toprağı taksim ve idare etmişlerdir. Bu sebeple Anadolu beyliklerinden aldıkları yerlerde nizamı aynen bırakırlarken, Rumeli'de fethettikleri toprakları devlete bağlı arazi olarak tapulamışlar, sadece kilise, manastır ve dinî vakıfları serbest bırakmışlardı. Bunun yanı sıra bazı yerleri de sahipleri üzerinde bırakarak mülk topraklar statüsüne koymuşlardır ki bu tür topraklar Mülk Timar olarak adlandırılmıştır
Osmanlı kanunnamelerinde toprak beş kısım olarak ele alınmıştır.
1-Arâzi-i Memlûke
Bu tür toprakların tasarruf hakkı bütünüyle sahiplerine ait idi. Diğer bütün malları ve eşyaları gibi miras bırakabilirler, satabilirler, hibe edebilirler, rehin bırakabilirler veya vakfedebilirlerdi.
Arazi-i memlûke toprakları dört kısma ayrılırdı:
a)Köy ve kasabalar içinde veya kenarlarında kısmen iskân bölgesi sayılan yarım dönüm büyüklüğünde bulunan yerler,
b)Aslen arazi-i emiriyyeden iken sonradan arazi-i memlûkeye dâhil olan yerler,
c)Arazi-i öşriye,
d)Arazi-i haraciyye.
Bunlardan öşrî topraklar ya fethedildiği zaman müslümanlara verilmiş veya daha önce müslümanların elinde bulunan topraklardı. Bu topraklar sahiplerinin mülkü olup, yaptıkları ziraate karşılık elde ettikleri ürünün onda birinden (öşrü) beşte birine kadar vergi olarak devlete vermekle yükümlü idiler. Haracî topraklar ise hristiyanların elinde mülkleri olan topraklardı. Bunlar da öşrî toprak sahipleri gibi elde ettikleri ürünün onda birinden beşte birine kadar harac-ı mukaseme adıyla öşür ve bundan ayrı olarak harac-ı muvazzafa adıyla çift akçası (arazi vergisi) vermekle mükelleftiler. Gerek müslümanlar, gerekse gayr-ı müslimlerin üşür vergilerinin onda birden beşte bire kadar değişik oranlarda alınması, doğrudan toprağın sulanmasına veya sulanmamasına, dolayısiyle verimine bağlı bir husus idi. Zira Osmanlı kanunnamelerinde bu verginin değişik sancaklarda farklı oranlarda alındığı görülüyor. Meselâ 1518 tarihli Mardin livası kanununda şehirli ve köylünün bağ, bostan ve pamuk mahsullerinden yedide bir, ziraatlarından beşte bir öşür alınacağı kaydedilmektedir
Yine Çemişkezek kanununda bu oran müslüman ve gayr-ı müslimlerin ziraatlerinden beşte bir, müslümanların pamuk, yağ ve meyvelerinden yedide bir gayr-ı müslimlerin aynı mallarından beşde bir olarak belirtilmiştir.
2-Arâzi-i Mevkûfe
Vakıf arazilerdir. Bu gibi toprakların vergileri dinî, ilmî ve sosyal müesseselere tahsis edilmişti. Vakıf reayası, arazisi hangi vakfa bağlanmışsa, öşür ve resmini o vakfın mütevellisine verir ve o da vakıfnamesi gereğince bunu gerekli yerlere sarfederdi.
3- Arâzi-i Metruke
Terkedilmiş topraklardı. Mîrî arazi içinde mütalaa edilmektedir.
4-Arâzi-i Mevat
Hiçbir işe yaramayan arazilerdir. Bu da mîrî topraklar içinde telâkki olunmaktadır.
5-Arâzi-i Emiriyye
Bu tür toprakların mülkiyeti devlete ait bulunmakta idi. Bunlar vergisinin büyüklüğüne ve hizmete göre çeşitli parçalara bölünmüştü. Bu gibi topraklar üzerinde yaşayan kişilere ait olmayıp, bunlar bir kiracı durumundaydılar. Toprak fethedildikten sonra ekilmek, boş bırakılmamak şartlarıyla eski sahipleri üzerinde bırakılmış ve yaptıkları ziraat karşılığı ödemekle mükellef tutuldukları vergilerini hazine yerine, o yerin geliri hizmet karşılığı kime bağlanmışsa ona vermişlerdir. Kendileri öldükleri zaman ise toprakları ekip-biçmek şartıyla çocuklarına bırakılmıştır. Genel olarak Rumeli toprakları mîrî topraklardan sayılmıştır.
Mîrî arazi yirmi beş kısma ayrılmıştır. Bunlardan padişaha gelir olarak ayrılana havass-ı hümâyûn denirdi. Bunlar mukataa ve iltizam (toprağın idaresini kendi adına birinin üzerine verme) suretiyle idare olunurdu. İkinci bir kısmı, derecelerine göre gelirleri vezirlere, beylerbeyilerine, sancakbeylerine v.s. büyük devlet memurlarına ait olan has ismi verilen topraklardı. Üçüncüsü, padişah kızlarına ve ailelerine bağlanmış yerlerdi ki paşmaklık olarak adlandırılmıştır. Dördüncüsü, devlet adamlarına hizmetleri dolayısıyla mülk olarak verilen topraklardır; bunlara da malikâne denmiştir. Bir kısım topraklar ise fetih esnasında bazı kumandanlara hizmetlerine mukabil verilen, ölümlerinde evlatlarına ve akrabalarına intikal eden yurtluk-ocaklık yerlerdir. Ayrıca müsellem, yörük, yaya, çingene müsellemi gibi geri hizmet erbabıyla, akıncı beyleri ve akıncıların çeribaşı olan toycalara da mîrî toprak tahsis edilirdi. Bunlardan başka saray hizmetinde ve yolların emniyeti için derbentlerde bulunanlara da bir kısım toprak verilmiştir.
Mîrî toprakların en önemli bölümü savaşlarda yararlığı görülen kişilere verilen zeamet ve timarlardır. Dirlik ismi verilen ve Osmanlı arazi teşkilâtında umumi adıyla timar olarak bilinen bu tür topraklar çoktan aza doğru üç gurup altında toplanmıştır:
a)Has
Senelik geliri yüz bin ve daha fazla olan toprağa denirdi. Kelime manası geçim yolu, geçim vasıtası demek olup, padişaha verilenler havass-ı hümâyûn adını taşırdı. Buna timarda ve zeamette olduğu gibi sâhib-i arz yerine padişah dirliği de denirdi. Haslar padişahtan başka hanedana mensup kişilere, sultanlara, vezirlere, beylerbeyilerine, sancakbeylerine v.s. verilirdi. Padişah ve hanedana mensup kişilere verilen haslar dışındakiler, vazifede bulundukları süre içinde kendilerine aitti. Azillerinde veya ölümleri halinde bu dirliği kaybederlerdi.
Devlet ricali içinde en fazla senelik geliri olan veziriazam hassı idi ki kanunnamede belirtildiğine göre bir milyon ikiyüzbin akça idi. Beylerbeyilere ise bir milyon ilâ birmilyonikiyüzbin akça arasında has verileceği belirtilmiştir. Bunlarda en düşük has sekizyüzbin olarak sınırlandırılmıştır. Kanunnamede, eğer defterdarlara has verilecek olursa altıyüzbin akçelik has verilmesi gerektiği yer almaktadır.
Haslar voyvoda denilen kimseler vasıtasıyla idare edilirdi. Has olarak verilen yerin öşür ve diğer resimleri has sahibine ait olup, köylü ziraat yapmazsa toprak elinden alınarak bir başkasına verilirdi. Has sahibi gelirlerinin her beşbin akçası için, devlete bir cebelû adı verilen silahlı ve zırhlı bir asker beslemek zorundaydı. Nitekim XV. yüzyılda Anadolu Eyaleti’nde başta padişah hasları olmak üzere, diğer bazı devlet adamlarına ait hasların geliri toplam 41.052.010 akça idi ki, 8210 cebelu beslenmekteydi. Aynı şekilde Rum Eyaleti’ndeki haslardan da 1125 cebelu çıkmaktaydı.
b)Zeamet
Senelik geliri yirmibin akçadan yüz bin akçaya kadar olan dirliğe denirdi. Zeametler eyalet merkezlerinde bulunan hazine ve timar defterdarlarına, zeamet kethüdalarına, sancaklardaki alay beylerine, kale dizdarlarına, kapucubaşılarına, divan kâtiplerine, defterhane ve hazine-i amire kâtiplerine verilirdi. Ayrıca timar sahipleri terakki (zam) alarak zeamet sahibi olabilirdi. Pek büyük bir suç işlemedikçe zeametleri alınmazdı, yani hayatta bulundukları müddetçe tasarruf ederlerdi. Zaîm adı verilen zeamet sahipleri de tıpkı haslarda olduğu gibi ilk beşbin akçası hariç sonraki her beşbin akça için bir cebelu beslemek mecburiyetindeydiler. Zeametlerin ellibin akçadan yukarı olanlarına ağır zeamet adı verilirdi.
Bir kişiye verilen zeamet o kişi öldüğü zaman yani zeamet boş kaldığı zaman, tekrar başka bir kişiye zeamet olarak verilir ve o yer bölünmezdi. Meselâ 25.000 akçalık bir zeamet yine aynı miktarda olmak üzere başkasına verilirdi. Bu tür zeametlere tezkereli zeamet adı verilirdi. Bunun dışında, aslında timarken alınan terakkilerle zeamet olan yerler, sahibi olduğu zaman başkalarına toprak geliri bölünerek timar olarak verilirdi. Osmanlı İmparatorluğu'nda 1520–1535 tarihleri arasında Anadolu eyaletinde 195, Rumeli eyaletinde ise 384 zeamet vardı.
Zeamet sahipleri zeametlerindeki vergileri bütünüyle kendileri alır, sancakbeyi ve subaşılar müdahale edemezlerdi. Savaş zamanlarında cebelûleriyle birlikte sancak beylerinin kumandası altında sefere iştirak ederlerdi. Savaş olmadığı anda ise kimseye bağlı olmazlar, hatta toprakları içindeki suçluları kendileri yakalarlar, başkaları karışamazdı.
Zeamet bazen müşterek olarak verilebilirdi. Bu tür tevcihlerde iki hususiyet göze çarpmaktadır. Bunlardan ilki, bazan bir köyün iki kişiye birden “ber-vech-i iştirak” yani eşit olarak verilmesi şekli idi. İkinci bir hususiyet ise bir bölgenin gelirinin taraflardan birine az diğerine daha fazla hisse kaydedilmesi şeklidir.
c)Tımar
Senelik geliri bin akçadan başlayarak 19.999 akçaya kadar olan dirliğe timar ismi verilmiştir. Kuruluş devrinde, kuvvetli bir merkeziyetçi idarenin kurulması ve bazı siyasî şartların ortaya çıkardığı Osmanlı timar sistemi, memleketin askerî gücünü olduğu gibi, iktisadî ve sosyal durumunu da doğrudan etkilemiştir. İmparatorlukta geçimlerini veya hizmetlerine mukabil masraflarını karşılamak için bir kısım asker ve memurlara çeşitli bölgelerin gelirinin tahsis edildiği timar sistemi, devletin en kudretli süvari kuvvetini meydana getirmiştir.
Osmanlı timar sistemi çeşitli kaynaklarda ve araştırmalarda belirtildiğine göre, Halifeler devri, Büyük Selçuklu, Anadolu Selçukluları, İlhanlılar ve daha sonra kurulan Türk beyliklerinin ikta sisteminin bir devamı şeklindedir. Buna ek olarak Bizanslılar'ın pronoia ismi verilen timar tarzındaki toprak usûlünden de alındığı iddia edilmektedir. Bununla birlikte, şurası muhakkak ki, Osmanlı Devleti daha başlangıçtan itibaren, tıpkı Anadolu Beyliklerinde olduğu gibi, yeni fethedilen yerleri bir kısım asker ve kumandanlara mülk olarak tahsis etmiştir. Bu ise zamanla timar şekline dönüşmüştür. Nitekim tımarla ilgili ilk kayda I. Murat devrinde rastlamaktayız. Kaynaklarda belirtildiğine göre Gelibolu'nun fethini müteakip (1376–1377) timar tevcihleri yapılmıştır. Daha sonraki padişahlardan gerek I. Bayezid, gerekse Çelebi Mehmed ve II. Murad dönemlerinde de, timar tevcihleri yapıldığı görülüyor. Nitekim 1431 yılında Arnavutluk'ta mevcut 335 adet timardan yüz kadarı Saruhan'dan, Canik'den, Bolu'dan ve Engürü'den sürülüp getirilmiş Türklere verilmişti. Yine 1454'te Tasalya'da Tırhala sancağında bulunan 182 timardan 146'sı müslümanlara, 36'sı gayr-ı müslimlere tevcih edilmişti.
Timar tevcihi çeşitli usullerle kanunlarla belirlenmişti. Meselâ veziriazamlar 5.999 akçaya kadar olan timarları kimseye danışmadan verebilirdi. Ayrıca küçük timarların dağıtılmasında beylerbeyilerin yetkileri büyüktü. Belli bir miktara kadar beylerbeyiler timarlı sipahilere kendi tuğralarını taşıyan beratlarla doğrudan doğruya timar verebiliyordu. Bu tür timarlara “Tezkeresiz Timar” adı verilmekteydi. Daha büyük timarlarda ise beylerbeyiler timara hak kazanmış kişinin eline bir tezkere vererek tayinini merkeze teklif eder ve tayin beratı İstanbul'dan verilirdi. Bu tür timarlara da “Tezkereli Timar” denirdi .
Osmanlılar'da timar, hukukî ve mâlî bakımdan da kısımlara ayrılmıştır. Bunlardan padişah hasları ve vezir vakıfları, vezir, beylerbeyi, sancakbeyi, nişancı, defterdar, divan kâtipleri, çavuşlar, çeribaşılar, subaşılar, dizdarlar gibi yüksek devlet memurlarının sahip oldukları has ve zeametler, idarî ve mâlî bir takım imtiyazlara sahip oldukları için Serbest tımarlar olarak adlandırılmıştır. Bu tür timarlarda rusûm-ı serbestiye denilen niyabet ve bâd-ı hevâ gibi örfî vergiler tamamıyla timar sahibine bırakılmıştır. Buna karşılık benzeri vergileri bağlı bulundukları sancakbeyi ve subaşısı ile paylaşmak durumunda kalan timarlar Serbest olmayan timarlar olarak telâkki edilmiştir. Bunlar bulundukları sancağın özelliğine göre bâd-ı hevâ türünden cürm ü cinayet, gerdek, otlak ve kışlak resimleri ile tapu bedeli gibi vergileri sancakbeyi veya subaşı ile paylaşırlardı.
Timarlar verildikleri kişilerin hizmetlerine göre de isimlendirilmişlerdir. Bunlardan birincisi Hizmet tımarı adıyla anılan ve bazı camilerin imamet ve hitabetleriyle saray hizmetlilerinde bulunanlara mahsustu. Bu tür timarlar bazı araştırmacılar tarafından “Sivil Timar” olarak da vasıflandırılmıştır. Nitekim bunlar içerisinde Asesbaşı, mirahur, muhtesib, kadı, imam, hatip gibi askerî olmayan kimseler yer almaktaydı. İkinci gurup timar Müstahfız tımarı denen ve mensup oldukları kaleyi korumaları karşılığı kendilerine tahsis edilen timara denirdi. Aslında askerî olmakla birlikte bu tür timarlar kale komutanlarına ve kalede görevli askerlerle her türlü hizmetlilere verilirdi. Üçüncü tür timar ise Eşkinci tımarı olup, en fazla timar bu türdendi. Timarlı sipahi olarak adlandırılan timar sahipleri, alaybeylerinin kumandası altında sefere giderlerdi.
Timar sahihlerine Osmanlı tarih terminolojisinde Sâhib-i Arz adı verilmekteydi. Sâhib-i arz öldüğü veya timarı herhangi bir sebeple boş kaldığı takdirde, timarı bir başkasına veya eli silah tutabilecek oğlu varsa ona verilirdi. Timar sahibi kendisine verilen yeri herhangi bir sebeple hiç kimseye bırakamazdı. Bu hususta kanunnamelere kesin hükümler konmuştur.
Herhangi bir sebeple toprağını terk eden köylü, timar sahibi tarafından yakalanır ve eski yerine yerleştirilirdi. Bu husus iskân kanununda kesin şekilde hükme bağlanmıştır. Sipahi yerini terk eden reayadan on yılı geçirmemiş olanlarını yerleştikleri yerden kaldırarak eski yerlerine iskân ederdi. Buna karşılık arazilerini boş bıraktıkları için kendilerinden Çiftbozan (Çiftini bozmak) ismiyle bir vergi alırdı. Buna benzer olmak üzere, büyük bir ihtimalle daha önce de var olduğu tahmin edilen Kanunî dönemine ait Niğbolu kanunnamesinde, başka bir timar toprağına giden reâyânın gittiği timar sahibi tarafından eski yerine bildirilmesi, bildirmediği takdirde azledileceği hususu yer almaktadır. Bununla beraber sipahi ile köylü arasındaki münasebetler sadece sipahi lehine değildi, ancak kanunlar çerçevesinde hareket edebilirlerdi. Meselâ Bozok kanunnâmesi'nde haksız yere sipahiye el kaldıran raiyyetden on altın alınması, buna karşılık raiyyeti inciten sipahi dövülürse reayadan ceza alınmaması ve bir sipahinin emir almadan köylüden ulak beygiri isteyerek davar boğazlatması sonucu dövülmesi halinde dövenin suçlu sayılmaması gibi hükümlerin yer alması, aradaki ilişkileri göstermektedir.
Timar sahipleri kendilerine tahsis edilen timarın gelirine göre savaşa asker ******ürürlerdi. Hasıllarının ilk üçbin akçası Kılıç tabir olunur ve bu miktar kendilerinin ihtiyaçlarına ayrılırdı. Bundan sonraki her üçbin akça için ise bir cebelü beslerlerdi. Meselâ, 9000 akçalık geliri olan bir timar sahibi ilk 3000 akçayı kendisi için ayırır, kalan 5000 akça için iki cebelüyü savaşa ******ürürdü. Bir savaş esnasında o memleketteki bütün eşkinci, zuemâ ve erbâb-ı timarı bağlı oldukları seraskerin maiyetine girerek savaş katılırlardı. Ancak işleri yürütmek ve bölgeyi korumak için onda biri yerlerinde kalırdı.
Timar sistemi devletin diğer müesseselerinde olduğu gibi XVI. yüzyılın sonlarından itibaren bozulmaya başlamış ve eski hüviyetini yitirmiştir. Zira timar dağıtımında uyulması gereken nizam ve kanunların aksine timar ehli kişilere verilmeyerek, rüşvetle askerlikle ilgisi olmayan haksız kimselere verilmiş, bu durum teşkilâtın bozulmasına yol açmıştır. Nitekim XVII. yüzyılın başlarında, 22 sancaktan meydana gelen Rumeli Eyâleti'nde cebelüleriyle beraber 33.000 timarlı sipahi çıkarılırken, bu sayı ikibinin altına düşmüş, aynı şekilde 18.700 askeri bulunan Anadolu Eyâleti'nde de timarlı sipahi adedi bine inmiştir. Keza Kitâb-ı Müstetâb'da ikiyüzbin olan timarlı sipahi sayısının onda bire indiği belirtilmektedir. Bu sebeple Koçi Bey başta olmak üzere pek çok Osmanlı müellifi eser ve risalelerinde timar teşkilâtının bozulma nedenlerini açıklarlarken, ıslahı için de çeşitli yollar teklif etmişlerdir. Meselâ bunlardan müellifi bilinmeyen bir eser olan Kitâb-ı Müstetâb'da teşkilâtın, devlet ileri gelenlerinin kanunlar hilâfına rüşvetle timar sahiplerini rastgele tayin etmeleri ve timarlarını ellerinden almaları sebebiyle bozulduğunu ve bu bozulmanın III. Murad devrinde başladığı bildirilmektedir. Koçi Bey de, eski usûl ve nizamların terk edilerek, dirliklerin nüfuzlu devlet adamlarının hizmetkâr ve köleleri ile iş adamlarının eline geçtiğini, rüşvetin bu hususta büyük rol oynadığını yazmaktadır. Timarın bu şekilde bozulması ve eski fonksiyonunu kaybetmesi, devletin her fırsatta timar gelirini hazineye aktarmasına yol açmıştır. Buna rağmen I. Abdülhamit ve III. Selim zamanında yapılan bazı ıslah teşebbüslerinin yetersiz kalması dolayısiyle bu teşkilât, 1844 yılından itibaren zaptiye (jandarma) ve başka hizmetlerde kullanılmak suretiyle eski fonksiyonunu kaybetmiş ve sessiz sedasız yavaş yavaş ortadan kalkmıştır.
 

Bu konuyu görüntüleyen kullanıcılar

Geri
Üst Alt