Osmanlı Devletinin Parçalanmasına Yol Açan Önemli Siyasi ve Askeri Olaylar

  • Konbuyu başlatan Talebe
  • Başlangıç tarihi
  • Cevaplar 0
  • Görüntüleme 613

Talebe

Yönetici
Katılım
14 Şub 2021
Konular
559
Mesajlar
4,059
Tepkime puanı
10,674
Puanları
113
Meslek - Branş
Öğretmen - Tarih
Talebe Hakkında ek bir bilgi sağlanmamış.
Osmanlı Devletinin Parçalanmasına Yol Açan Önemli Siyasi ve Askeri Olaylar
İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Yönetimi
Trablusgarb Savaşı
Balkan Savaşları

İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Yönetimi
Osmanlı Devleti’nin son dönemi olarak nitelendirdiğimiz “1908-1918 Döneminde” üzerinde durulması gereken siyasal kuruluşlardan en önemlisi, daha sonra bir siyasî parti niteliği kazanacak olan “İttihat ve Terakki Cemiyeti”dir. Bu cemiyet, l908-1918 yılları arasında on yıla yakın bir süre Türk siyasi hayatını yönlendirmiş ve damgasını vurmuştur.

Sonradan “İttihat ve Terakki Cemiyeti” adını alacak olan bu cemiyet, 1889 yılının Mayıs ayında “İttihad-ı Osmanî” adıyla İstanbul’da kurulmuştur. Bu gizli cemiyetin ilk kurucuları, Askeri Tıp Okulu öğrencilerinden İbrahim Ethem (Temo), İshak Sukuti, Mehmet Reşit ve Abdullah Cevdet, ve Hüseyin Zade Ali Bey’dir.

İttihatçılar ülkede yeniden “Meşrutiyet Yönetimi” kurmak, Kanun-i Esasî’yi yürürlüğe koydurarak devleti anayasal yapıya kavuşturmak, kapatılmış olan Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nı açtırmak ve anayasa ile Osmanlı vatandaşlarına verilmiş olan hak ve hürriyetlere yeniden sahip olmak için, Osmanlı Sultanı II. Abdülhamit’e ve yönetimine karşı mücadeleyi temel amaç olarak belirlemişlerdi.

Cemiyet, ilk kuruluşunda örgütlenme modeli olarak İtalyan “Carbonari Cemiyetini” örnek almıştır.

Kuruluşundan sonra bir süre sessiz kalan cemiyet, daha sonra Askeri Tıbbiye, Harbiye, Mülkiye ve Bahriye gibi okullarda hızla örgütlenmiştir.

Subaylar arasında, askerî ve sivil yüksekokullarda, medreseler ve hatta tekkelerde taraftarlarını artıran cemiyet, üyeleri kanalıyla da çeşitli illerde örgütlenmiştir. Cemiyetin böyle hızla yayıldığı, taraftarlarını çoğalttığı günlerde II. Abdülhamit yönetimi, cemiyetin varlığından haberdar olarak, üyelerini takip ettirmiş ve tutuklatmıştır. Takip ve yakalanmaktan kurtulan bir çok cemiyet mensubu yurt dışına kaçmıştır.

Yurt dışına kaçan cemiyet üyeleri burada da kendilerinden önce Avrupa’ya gelmiş olan “Genç Türk (Jön Türk)”lerle ilişkiye girmişler ve bulundukları yerlerde örgütlenmeye çalışmışlardır. Burada ismini de “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti” olarak değiştiren cemiyetin Ülke dışındaki örgütlenmesi başlıca Üç merkezde yoğunlaşmıştır. Bunlar; a) Paris Şubesi b) Cenevre şubesi c) Kahire şubesi.

4-9 şubat l902’de yapılan büyük “Jön Türk Kongresi’nde”, ülkeye yeniden kazandırılacak olan Meşrutiyet yönetiminin uygulanması konusunda beliren görüş ayrılıkları cemiyeti ikiye bölmüştür. Prens Sebahattin Bey’in öncülüğünde bir grup üye cemiyetten ayrılarak “Teşebbüs-ü Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti”ni kurmuşlar ve Terakki Gazetesi’ni çıkarmaya başlamışlardır. Ahmet Rıza Bey başkanlığında temsil edilen diğer grup ise, kongre sonrası ilk icraat olarak “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti”nin ismini “Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti”ne dönüştürmüştür.

Diğer taraftan, Selanik’te de l906 Eylül’ünde içlerinde Bursalı Mehmet Tahir Bey, Kazım Nami Bey (Duru), Ömer Naci Bey, Talat (Paşa) gibi bilahare İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (Partisi) önde gelen isimlerinin yer aldığı “Osmanlı Hürriyet Cemiyeti” adıyla yeni bir cemiyet kurulmuştur. Bu cemiyet, yurt içinde ve yurt dışında kurulmuş olan Jön Türk cemiyetlerinin bir devamı değildir.

Aynı günlerde, 1906 Ekim’inde Şam’da “Vatan ve Hürriyet” adlı gizli bir cemiyet kurmuş olan Mustafa Kemal Selanik’e gelmiştir. Burada, kurduğu cemiyetin Selanik Şubesi’ni oluşturan Mustafa Kemal daha sonra Suriye’ye geri dönmüştür. Ancak, bir süre sonra Vatan ve Hürriyet Cemiyeti, Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’yle birleşmiştir. Böylece Vatan ve Hürriyet Cemiyeti ortadan kalkmıştır.

Osmanlı Hürriyet Cemiyeti kısa zamanda Rumeli’nin her tarafına yayılmıştır. Makedonya’nın bütün şehir ve kasabalarında ve özellikle Türk Alayları’nın bulunduğu yerlerde genç subaylar arasında taraftar bulmuştur. Böylece, Makedonya’da bulunan Osmanlı III. Ordusu’nun teğmen, yüzbaşı, binbaşı rütbesindeki subayları bu cemiyete katılmışlardır. Osmanlı Hürriyet Cemiyeti 27 Eylül l907’de merkezi Paris’te bulunan Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti ile resmen birleşmiştir.

Bu birleşmeden güçlenerek çıkan cemiyet, artık Sultan II. Abdülhamit yönetimine karşı yaptığı mücadeleyi siyasî olmaktan çıkararak askerî bir temele de dayandırmıştır. Abdülhamit’in baskıcı yönetimini sona erdirmek amacıyla bazı genç subaylar genel bir ayaklanma çıkarılmasını istemekteydiler. Bu amaçla Kolağası Niyazi Bey Resne’de emrindeki kuvvetlerle dağa çıkmış, daha sonra da Enver Bey Tikveş’te, Eyüb Sabri Bey Ohri’de, Selahattin ve Hasan Tosun Bey’ler Arnavutluk’ta aynı şekilde “Hürriyet Taburları” kurarak dağa çıkmışlardır.

Cemiyet, saraya telgraflar çekerek Anayasa’nın hemen yürürlüğe konulması ve Meclis-i Mebusan’ın toplantıya çağırılmasını istemiştir. Ayrıca şayet milletin bu isteklerini kabul etmeyecek olursa, tahtından indirileceği Sultan II. Abdülhamit’e bildirilmiştir. Nitekim 23 Temmuz l908’de Manastır’da ve Selanik’te Meşrutiyet resmen ilân edilmiştir. Bütün bu gelişmeler üzerine Sultan II. Abdülhamit, yayınladığı bir bildiriyle Osmanlı Devleti’nde anayasayı yeniden yürürlüğe koyduğunu ve meşrutiyeti ilân ettiğini açıklamıştır.

Artık İttihat ve Terakki ismini kullanmakta olan cemiyet için, Meşrutiyetin ilânından sonra yeni bir dönem başlamıştır.

Cemiyetin, 1911 Kongresi’nde tüzüğünde yapılan bir değişikle İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin merkezi İstanbul olan bir siyasal parti olduğu belirtilmiştir. Böylece, Türk demokrasisinde ilk siyasî parti olma özelliği İttihat ve Terakki Partisi’nin olmuştur. Bu parti, 5 Kasım 1918’deki son kongresinde kendisini feshetmiş ve Teceddüt Fırkası adıyla yeni bir kimlik kazanmıştır.

İttihat ve Terakki Cemiyeti (Partisi) bünyesinde, çok sayıda asker, sivil, fikir adamı, gazeteci, yazar ve şair isimleri barındırmıştır. Ancak, İttihat ve Terakki deyince ilk akla gelen isimler “Enver Paşa, Talat Paşa, Cemal Paşa”lardır. Aynı zamanda bunlar lider olarak da ön plâna çıkmışlardır. Ancak şunu hemen belirtmeliyiz ki; Milli Mücadele’mizin büyük önderi Mustafa Kemal Paşa başta olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarındaki bir çok önemli isim bu cemiyetin bünyesinden çıkmıştır.

İttihat ve Terakki Cemiyeti Osmanlı Devleti’nin dağılmasını önlemek için “Osmanlıcılık veya Pan-Osmanizm” düşüncesini “İttihad-ı Anasır” (Unsurların Birliği) şekliyle benimsemiş ve cemiyet-parti içinde ve devlet yönetimindeki uygulamalarında bunu gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bu nedenle; cemiyet-parti bünyesine Türklerin yanında Araplar, Arnavutlar gibi Türk olmayan Müslümanları ve Ermeniler, Rumlar, Yahudiler gibi gayri müslimleri almışlardır. Ancak gayri müslimler ile Arnavutlar ve bilahare Araplar gibi Türk olmayan Müslümanların her yönden Türk milletine ve Osmanlı Devleti’ne karşı ihanet, isyan ve ayaklanmaları üzerine bu düşüncelerini terketmişlerdir. Özellikle, Balkan Savaşları esnasında uğradığımız yenilgi ve Türk insanının uğradığı haksızlık ve zulüm devlet adamlarımızın ve aydınlarımızın savundukları “Osmanlılık” ve “İslâmcılık” fikirlerinden uzaklaşarak “Türkçülüğü” ön plana çıkarmalarına yol açmıştır. Bu nedenle İttihatçılar, Türkçülük fikrini parti programlarına almışlar ve 1913-1918 yılları arasında iç ve dış politikalarında adeta bir devlet politikası olarak uygulamışlardır.

Birinci Dünya Savaşı sonrası Türk milletinin anavatanının, yani Anadolu’nun işgal edilerek milletimizin esaret altına alınmak istenmesi karşısında, İttihat ve Terakki Cemiyeti-Partisine mensup bir çok vatansever Mustafa Kemal Paşa önderliğinde başlamış olan Milli Mücadele’ye katılmışlardır.

Genç ve idealist bir kadroya dayanan İttihat ve Terakki Cemiyeti-Partisi, Osmanlı Devleti’ni parçalanmaktan kurtarmak amacıyla yola çıkmalarına ve iktidara hiç düşünmedikleri kadar kolay ulaşmalarına rağmen, devlet yönetimindeki tecrübesizlikleri ve dönemlerindeki iç ve dış gaileler sebebiyle bu amaçlarını gerçekleştirememişlerdir. Üstelik Trablusgarp Savaşı, Balkan Savaşları ve nihayet I. Dünya Savaşı’yla ülkeyi parçalanmanın ve yıkılmanın eşiğine getirmişlerdir.

Osmanlı Devleti’nde ikinci defa Meşrutiyeti kazandırmakla ve Türk siyasî hayatına çok partili hayatı getirmekle övünmüş olan İttihatçılar, kendi elleriyle kurdukları çok partili hayatı yine kendi elleriyle katletmişlerdir. Mutlak iktidarları döneminde siyasî rakiplerine ve diğer siyasal partilere hayat hakkı vermemişlerdir. Bu dönemde bazı siyasî partiler kapatılmış veya faaliyetleri yasaklanmış, birçok siyasî muhalifleri tutuklanmış ve sürgünlere yollanmıştır.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, I. Dünya Savaşı’ndan Osmanlı Devleti’nin mağlup olarak çıkması ve Mondros Mütarekesi’nin imzalanması üzerine İttihat ve Terakki Partisi; 5 Kasım 1918’de yaptığı son kongresinde partiyi kapatarak “Teceddüt Fırkası” adıyla kuracakları yeni parti bünyesinde siyasî faaliyetlerine devam etmelerini kararlaştırmıştı.​

Trablusgarb Savaşı
Avrupa’da 19. yüzyılın ikinci yarısında siyasî birliğini kurarak tarih sahnesine yeni isimlerle çıkan iki devlet bulunuyordu. Bunlardan birisi Almanya, diğeri ise İtalya’ydı. Her iki devlet de siyasî birliklerini kurduktan sonra, dış politikalarında sömürgeciliği temel almışlardı. Almanya’nın yayılmacı politikası daha sonraki yıllarda bir dünya savaşına yol açacaktı. İtalya ise, 20. yüzyılın hemen başında yani 1911’de Osmanlı Devleti ile bir savaşa girecekti.

İtalya’da bir çok Avrupa devleti gibi, hem gelişen sanayisine yeni hammadde kaynakları yaratmak, hem de artan üretimine yeni pazarlar bulmak istemekteydi. Ayrıca İtalya, giderek çoğalan nüfusuna yeni yerleşim yerleri istiyordu. Nitekim bu amaçla “İtalya İrredenta” yani (Büyük İtalya) hedefi takip edilmeye başlanmıştı. Büyük İtalya projesinin öncelikli hedefi Akdeniz, Kuzey Afrika ve Anadolu’nun batı ve güney kıyılarıydı.

Yirminci yüzyılın başında İtalya, öncelikle Osmanlı Devleti’nin Kuzey Afrika’daki son toprakları olan Trablusgarp vilayeti ile Bingazi müstakil (bağımsız) sancağına göz dikmişti. Buraları ele geçirmek için elverişli bir ortam bekliyordu. Zaten Osmanlı Devleti’nin Kuzey Afrika’daki diğer toprakları Fransızlar ve İngilizler tarafından işgal edilmişti.

İtalya, emeline ulaşmak için ilk etapta büyük Avrupa devletleriyle, kendisine Trablusgarp’ta hareket serbestliği tanıyacak olan gizli antlaşmalar yaptı. Bu antlaşmalarla; İngiltere’nin Mısır’daki ve Avusturya’nın Bosna-Hersek’teki varlığını tanıyor, Almanya’nın Akdeniz’deki çıkarlarını gözeteceğini kabul ediyordu. Ayrıca Fransa’nın Tunus’u ele geçirmesini kabullenebileceğini, Rusya’nın ise Boğazlar’daki çıkarlarını tanıdığını ve Rusya’nın Balkanlardaki politikalarını destekleyeceğini açıklıyordu. Bütün bu devletler de İtalya’nın Trablusgarp vilayeti ile Bingazi sancağına yönelik yayılmacı politikalarını kabulleniyorlardı.

İşgal için bütün hazırlıklarını zaten aylarca önceden yapan İtalya, 23 Eylül’de ilk defa 28 Eylül 1911’de de Bâb-ı Âli’ye (Osmanlı Hükümeti) ikinci bir nota verdi. Oldukça ağır hükümler taşıyan bu notada; Osmanlı Devleti’nin Trablusgarp ve Bingazi’nin ilerlemesi için bir şey yapmadığı, bölgenin medenileşmesinin İtalya için büyük önem taşıdığı belirtilerek, burada bulunan askerî kuvvetimizin derhal çekilmesini, gümrüklerin İtalya’ya teslim edilmesini, bölgeye atanacak vali konusunda İtalya Hükümeti’nin görüşünün alınmasını istiyor ve bütün bunlar için yirmi dört saat süre veriyordu. Notaya bir cevap verilmediği takdirde, İtalya Hükümeti’nin işgali başlatacağı bildiriliyordu.

Osmanlı Hükümeti, büyük devletlere başvurarak İtalya ile olan anlaşmazlığın çözümünde yardımcı olmalarını istedi. Ancak, büyük devletlerden beklediği yakınlığı ve desteği bulamadı. 29 Eylül l911’de İtalya Hükümeti’ne cevabi nota verildi. Bu notada İtalya’nın taleplerinin haksız olduğu belirtiliyor ve isteklerin büyük bir kısmı reddediliyordu. Bunun üzerine, aynı gün yani 29 Eylül günü İtalya’nın savaş ilânı notası Osmanlı Hükümeti’ne verildi.

O yıllarda dünyanın en büyük donanmalarından birine sahip olan İtalya, iyi donatılmış çok kalabalık bir orduya da sahipti. İtalyan donanması, Trablusgarp sahillerini önce topa tutmuş ve ciddî bir karşılık görmeden de şehri işgale başlamıştı. İtalyan ordusu birkaç hafta içinde bütün sahilleri işgal etmişti.

Savaşın kaçınılmaz olduğunu gören Osmanlı Hükümeti, öncelikle bu işgali şiddetle protesto etti. Ancak, Trablusgarp’e kısa sürede yardım göndermek imkanına sahip değildi. Çünkü merkez topraklarından çok uzak olan bu bölgeye, İtalyan Donanması’nın Akdeniz’de bulunması nedeniyle deniz yoluyla yardım gönderemezdi. Karadan yapılacak bir yardım ise;Mısır’da bulunan İngiltere ve Tunus’ta bulunan Fransa’nın , bu topraklar üzerinden bir yardım yapılmasını kabul etmeyeceklerini açıklamalarından dolayı mümkün görülmüyordu.

Osmanlı Hükümeti, bu toprakların Akdeniz’deki stratejik öneminden dolayı İtalya tarafından bir oldu bitti ile işgaline razı olmayacaktı. Bunun için bölgeye gizli yollarla Türk subayları göndererek, İtalyanlara karşı burada mücadele edilmesi esasına dayanan aslında resmi mahiyetteki bir plânı devreye soktu.

Trablusgarp’a vatan savunmasına koşan vatansever subaylar arasında; Binbaşı Enver Bey, Kolağası Mustafa Kemal, Nuri Bey (Conker), Eşref Bey (Kuşcubaşı), Ali Fethi Bey (Okyar) Halil Bey (Enver Bey’in amcası), Albay Neşet Bey gibi sonraki yıllarda Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti’nde önemli görevler üstlenecek isimler bulunuyordu. Bu vatansever Türk subayları, Trablusgarp halkının kısa zamanda güven ve sevgilerini kazanmışlar ve onları yanlarına çekmişlerdi. Böylece yerli halk Türk subaylarının emrinde İtalyan işgaline karşı direnmeye ve mücadeleye başlamıştı

Trablus’ta Albay Neşet Bey, Bingazi’de Kurmay Binbaşı Enver Bey ve Derne’de Binbaşı Mustafa Kemal kumandasındaki kuvvetler aylarca İtalyanlar’ı iç kısımlara sokmamışlardı. Bu büyük direnme karşısında İtalyanlar, kolaylıkla işgal edebileceklerini düşündükleri bu toprakların iç kısımlarına girememişler ve büyük kayıplar vermeye başlamışlardı.

Bunun üzerine, İtalyanlar Osmanlı Devleti’ni barışa zorlamak için donanmalarını Ege Denizi’ne göndermişlerdir. Niyetleri; Çanakkale Boğazı’ndan geçerek İstanbul’u tehdit etmek ve Osmanlı Hükümetini barışa razı etmekti. Ancak, Çanakkale Boğazı’nda alınan savunma önlemleri sayesinde İtalyanlar Boğazları zorlamaktan vazgeçmişlerdi. Ancak, bu arada Ege Denizi’nde bulunan “On iki Ada”ları işgal etmişlerdi.

İtalyanlarla yapılan savaş, özellikle Trablusgarp’ta her geçen gün Osmanlı Devleti’nin lehine dönmeye başlamıştı. Ancak, bu kez Osmanlı Devleti Balkanlarda yeni bir savaşın eşiğine gelmiş ve bir müddet sonra da Balkanlarda dört Balkan Devleti ile (Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ) savaşa başlamıştı. Bu gelişme üzerine Osmanlı yöneticileri, devlet malîyesinin ve ordunun her iki savaşı sürdürecek durumda olmadığı ve Trablusgarp’ta savaşan subaylarımıza acilen Balkan Cephesi’nde ihtiyaç duyulacağı gibi gerekçelerle, devam etmekte olan Türk-İtalyan Savaşı’nı sona erdirmeyi istiyorlardı.

Osmanlı Hükümeti’nin müracaatı üzerine, İtalyan Hükümeti ile İsviçre’nin Lozan şehrinde 18 Ekim 1912’de Ouchy (Uşi) antlaşması imzalandı. Bu antlaşmaya göre Osmanlı Devleti, Trablusgarp vilayeti ve Bingazi müstakil sancağı üzerindeki egemenlik haklarından İtalya’nın lehine vazgeçiyordu. Buna karşılık olarak da İtalya, savaş yıllarında işgal ettiği On İki Ada’yı Osmanlı Devleti’ne terk edecekti.

Osmanlı Devleti, İtalyanların vermeyi kabul ettikleri bu On İki Ada’yı Yunanlılara karşı koruyacak güçte olmadığı için, Balkan Savaşı’nın sonuna kadar geçici kaydıyla İtalya’ya bıraktı. Ancak bu adalar bir daha elimize geçmedi. Çünkü Osmanlı Devleti, Balkan Savaşı’nı kaybedince Ege Denizi’ndeki bir çok adayı Yunanistan ele geçirmişti. Bunun üzerine İtalya, On İki Adaları topraklarına kattığını ilân etmişti. I. Dünya Savaşı’ndan mağlup olarak çıkmamız sebebiyle, adalar üzerinde hak iddia edemedik. On İki Ada’lar, II. Dünya Savaşı sonunda savaşın galip devletleri tarafında savaşan Yunanistan’a verilecektir.

Bu savaşın sonuçları söyle özetlenebilir:

1. Osmanlı Devleti, Trablusgarp ve Bingazi’yi kaybetmekle Kuzey Afrikada’ki varlığını sona erdiriyordu.

2. İngiltere ve Fransa gibi büyük devletler, bu savaşla birlikte Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü koruma politikalarını terk etmişlerdi. Böylece Osmanlı Devleti Avrupa diplomasisinde siyasal yalnızlığa itiliyordu.

3. Bu savaş esnasındaki askerî, malî ve ekonomik sıkıntılar, ordunun büyük noksanlarının oluşu Balkanlı devletlere ümit ve cesaret vermiş, Osmanlı Devleti’ne karşı savaş açmışlardır.

4. Ege Denizi’ndeki stratejik öneme sahip Oniki Ada’lar bu savaşla elimizden çıkmış ve bilahare de devletimizin ve milletimizin can düşmanı olan Yunanistan’ın eline geçmiştir.​

Balkan Savaşları
I. Balkan Savaşı

Balkan Savaşı’na gelinceye kadar; İngiltere, Fransa, Avusturya-Macaristan, Almanya ve Rusya gibi büyük devletlerin uzun yıllar tahrik, himaye ve destekleme politikaları ve özellikle Çarlık Rusya’nın bu bölgede takip ettiği “Panslavist” (Slav Birliği) politikasının sonunda Balkanlarda, Osmanlı Devleti’nden bağımsızlığını kazanmış dört Balkan devleti kurulmuştu. Bunlar Yunanistan, Sırbistan, Karadağ ve Bulgaristan devletleridir.

Osmanlı Devleti’nden bağımsızlığını kazanan bu dört Balkan devleti, bu kez de topraklarını Osmanlı Devleti aleyhine genişletmek politikasını takip ediyorlar, fakat aralarındaki siyasî, dinî ve diğer bazı nedenlerden kaynaklanan anlaşmazlıklarından dolayı bir araya gelerek bir ittifak oluşturamıyorlardı.

Balkan Savaşı’nın hemen öncesinde, dönemin İttihat ve Terakki iktidarı, bölgede asayişin ve sükunun sağlanması amacıyla başta “kilise meselesi” (Bulgaristan’la Yunanistan arasında büyük bir anlaşmazlığa yol açan “kilise imtiyazı” meselesini dönemin İttihatçı Hükümeti çıkardığı “kiliseler ve okullar kanunu” ile ortadan kaldırmıştı) olmak üzere Balkan devletlerinin aralarındaki bir çok anlaşmazlık konularının çözülmesini sağlamıştı. Bunun sonucudur ki bir süre sonra Bulgarlar, Sırplar ve Yunanlılar Osmanlılar aleyhine birleşeceklerdir. Uzak Doğu’da 1905’de Japonlara yenilen Rusya’nın yeniden dış politikasını Balkanlar’a çevirmesi ve Balkan devletleri arasında Osmanlı Devleti aleyhine bir ittifak oluşturma çabalarına girmesi, Balkan devletleri arasında kısa bir süre sonra bir ittifakın oluşmasını sağlamıştı.

Nitekim, Balkan devletleri arasındaki anlaşmaların ilki Bulgaristan’la Sırbistan arasında gerçekleşti. Makedonya’nın tamamını tek başına ele geçiremeyeceğini gören Bulgaristan, Sırbistan’la anlaşarak bu meseleyi çözmek istemişti. Rusya’nın da hem Bulgaristan’ı hem de Sırbistan’ı bir ittifak oluşturmaları konusunda tahrik etmesi ve yol göstermesi sonucunda; 13 Mart 1912’de yaptıkları bir antlaşmayla bu iki devlet, Osmanlı Devleti’ne karşı birlikte hareket etmeyi kararlaştırdılar. Bulgaristan, Yunanistan’la da 29 Mayıs 1912’de Bulgaristan-Yunanistan ittifak antlaşmasını imzaladı. Karadağ ise, anlaşmazlık içerisinde olduğu Sırbistan’a karşı Bulgaristan’ın desteğini almak ve Arnavutluk’u ele geçirmek amacıyla Ağustos l912’de Bulgaristan’la, 6 Ekim 1912’de de Sırbistan’la birer ittifak antlaşması imzaladı.

Görüldüğü gibi; Osmanlı Devleti’ne saldırarak Makedonya topraklarını ele geçirmek ve aralarında paylaşmak esası üzerine Bulgaristan, Sırbistan, Yunanistan ve Karadağ arasında bir ittifak oluşmuştu. Balkan İttifakı’nın oluşmasında; Balkan devletlerini birleştirerek, Türkleri Avrupa’dan atmak ve Rus hakimiyetini Balkanlar’a yaymak isteyen Rusya’nın Panslavizm idealinin büyük rolü vardı.

Balkan devletleri, uzun zamandır çıkacak bir savaş için askerî hazırlıklarını tamamlamışlardı. 8 Ekim 1912’de Karadağ Osmanlı Devleti’ne savaş ilân etti. Diğer Balkan devletleri de 13 Ekim 1912’de Makedonya’ya özerklik verilerek yeni reformların yapılmasını öngören bir nota verdiler. Makedonya’nın paylaşılması ve iç işlerine müdahale olarak gördüğü bu notaya karşılık Osmanlı Devleti Balkan devletlerine savaş ilân etti.

Osmanlı Devleti Balkan Savaşı’na çok kötü şartlar altında girmiştir. Savaş ilânı üzerine İstanbul’da yapılan toplantıda, bir çok devlet adamı ve ordu kumandanı “Ordunun bir çok noksanı olduğunu askerin talim ve eğitimi ile teşkilat, teçhizat ve iaşenin yetersiz olduğunu, isyan ederler diye askerlere silahsız eğitim yaptırıldığını, bir çok askerin mekanizma ve tapa çevirmesini dahi bilmediğini” söylemişler ve savaştan kaçınılmasını ısrarla belirtmişlerdi. Buna rağmen; savaşı iktidara gelmek için bir fırsat olarak değerlendiren İttihatçı devlet adamları ve subaylar savaş yanlısı olmuşlardı.

Savaş öncesi Osmanlı yöneticileri, Rusya’nın Balkanlar’da bir savaş çıkmasına müsaade edilmeyeceği şeklindeki vaadine inanarak, Rumeli’de bulunan yetişmiş ve eğitimli olan 120 tabur askeri terhis etmek veya izne göndermek gibi inanılmaz bir hata ve gaflete düşmüşlerdi. Yine, savaş öncesi Sırbistan’ın Almanya’dan aldığı top ve ağır silahların bizim topraklarımızdan geçirilerek Sırbistan’a götürülmesine izin vermek suretiyle, kısa bir süre sonra bize karşı savaşa girecek olan Sırp ordusunun güçlenmesine imkan verilmişti. Ayrıca, düzenli savaş planlarımız bile yoktu. Savaşta ordunun kullanacağı silah, cephane ve diğer teçhizat zamanında ilgili yerlere sevkedilememişti.

Bütün bu olumsuzlukların yanında; ordu subayları arasında siyaset ve particilik başlamış, İttihatçı olan subaylar ile karşıtları arasında savaş öncesinden var olan çekişme ve sen ben davası had safhaya çıkmıştı.

Balkan Savaşı’nda Osmanlı Orduları iki cephede dört Balkan devletinin ordularıyla savaş yapmıştır. Bu cepheler “Doğu Cephesi” ve “Batı cephesi”dir. Doğu cephesinde Bulgarlarla, Batı cephesinde ise öncelikle Sırplarla savaşılmıştır.

Her yönden büyük sıkıntılar ve imkansızlıklar içerisinde savaşa başlayan Osmanlı orduları, özellikle cephede siyasî çekişme ve particilik kavgası yapan subayların savaşı ihmal etmelerinin de bir sonucu olarak, bütün cephelerde kısa zamanda bozguna uğradılar. Bulgar ordularını Babaeski-Lüleburgaz hattında durduramayan Doğu ordusu, Çatalca’ya kadar çekildi ve burada bir savunma hattı oluşturdu. Bulgar ordusu, Gelibolu Yarımadası hariç Edirne ve Trakya‘yı ele geçirdi. Komonava’da Sırp ordusuna yenilen Türk ordusu Batı cephesinde de bozguna uğradı. Özellikle Bulgarlar ve diğer Balkanlı devletlerin orduları, ele geçirdikleri şehirlerde, kasaba ve köylerde eşi benzeri görülmemiş vahşet, katliam ve barbarlık yaptılar. Edirne, Yanya ve İşkodra kaleleri kendilerini umutsuzca savundular. Diğer taraftan Yunanlılar ciddi bir direnme görmeden Selanik’i ve Ege Denizi’ndeki adaları ellerine geçirdiler.

Bu arada, savaş öncesi Osmanlı Devleti’ne isyan etmiş olan Arnavutlar 28 Kasım 1912’de bağımsızlıklarını ilân ettiler. Sırbistan’ın kısa sürede geniş bir alanı işgal ederek genişlemesi ve Adriyatik kıyılarına erişmesi İtalya ve Avusturya’yı endişeye sevketmiş; yine Bulgar ordularının Çatalca hattına kadar ilerlemeleri ve İstanbul’a oldukça yaklaşmaları üzerine İngiltere ve Fransa telaşlanmışlar ve İstanbul’a donanmalarını göndererek şehre asker çıkarmışlardır. Almanya da; savaşın yayılarak, bir dünya savaşı çıkmasına yol açabileceği endişesiyle tavır koymaya başladı. Rusya da, Bulgaristan’ın Meriç Nehrini geçerek İstanbul’a ve Boğazlara ulaşabileceğini düşünerek tedirgin olmakta ve gerekirse İstanbul’a donanmasını gönderebileceğini belirtmekteydi. Yine Rusya, Yunanistan’ın Ege’deki bir çok adayı ele geçirmesinden de tedirgin olmaktaydı.

İngiltere ve Fransa, savaşın bu boyutlara gelmesinden kendi menfaatleri açısından kaygı duyuyorlardı. Bu nedenle savaşa müdahale ederek Londra’da bir konferansın toplanmasını kararlaştırdılar. Zaten Osmanlı Devleti de Yunanistan dışındaki diğer Balkan devletleriyle ateşkes imzalamak zorunda kalmıştı.

Londra Konferansı’na İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya, Avusturya ve İtalya gibi büyük devletlerin yanı sıra, Balkan Savaşı’na katılan Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan ve Karadağ devletleriyle Osmanlı Devleti katılmıştır.

Osmanlı Hükümeti’nin Ege Adaları ile Edirne’yi Balkanlı devletlere bırakmamak konusundaki tutumu nedeniyle Londra Konferansı uzamış; ancak yapılacak başka bir şey olmadığı için, Kamil Paşa başkanlığındaki Osmanlı Hükümeti, şartları kabul etmeyi kararlaştırdığı günlerde İstanbul’da “Bâb-ı Âli Baskını” diye anılacak olan ve hükümet değişikliğiyle sonuçlanan darbe olmuştur. İttihat ve Terakki Partisi’nin başta Enver Paşa olmak üzere bir grup subay, fedai takımı ve halktan oluşan taraftarları, Balkan Savaşı’ndaki başarısızlıktan mevcut hükümeti sorumlu tutmuş ve hükümet binasına yaptıkları bir baskınla Kamil Paşa Hükümeti’ni istifa ettirmişlerdir. Bâb-ı Âli Baskını olarak siyasî tarihimize geçen bu olayla İttihat ve Terakki Partisi, iktidarı tam anlamıyla ele geçirmiş ve kendi mutlak otorite ve hakimiyetlerini kurdukları İttihat ve Terakki Partisi Dönemi başlamıştır.

Mahmut Şevket Paşa başkanlığında kurulan yeni Osmanlı Hükümetinin, Edirne’yi düşmana bırakmamak amacıyla Londra Konferansı kararlarının kabul edilmeyeceğini muhatap taraflara bildirmesi üzerine cephelerde savaş tekrar başladı. Ancak, bu kez de Osmanlı orduları yenilmiş ve daha fazla toprak kaybına uğranılmıştı. Hatta sekiz ay boyunca Bulgar kuşatmasına dayanan Edirne bile düşman eline geçti. Bunun üzerine Osmanlı Hükümeti Londra Konferansı kararlarını kabul edeceğini bildirdi. 30 Mayıs l912’de Londra Antlaşması imzalandı ve cephelerde savaş sona erdi.

Bu antlaşmayla, Edirne dahil olmak üzere Midye-Enez hattının batısında kalan bütün Rumeli toprakları Bulgaristan’a verildi. Makedonya’nın diğer bölgeleri Yunanistan ve Sırbistan arasında paylaşılıyordu. Ege Adaları ve Arnavutluk’un geleceğine büyük devletler karar vereceklerdi. Balkan savaşı sonunda Osmanlı Devleti sadece Bulgaristan’la sınır komşusu oluyordu.

Osmanlı Devleti, bu büyük felaketin şokunu üzerinden uzun yıllar atamayacaktır. Bilhassa Edirne’nin kaybı ülkede büyük bir üzüntü yaratmıştır. Savaşın, devlet ve toplum hayatımızdaki acılarını sarmaya çalıştığımız günlerde Balkanlarda savaş yeniden başladı.

II. Balkan Savaşı

Osmanlı Devleti’nin Rumeli’deki bütün toprakları diyebileceğimiz kadar geniş bir araziyi kolaylıkla ele geçiren Balkan devletleri, bu kez ele geçirdikleri toprakların paylaşımı nedeniyle birbirleriyle anlaşmazlıklara düştüler. Aralarındaki ittifaklar dağıldı. Özellikle Londra Konferansı’nın Bulgaristan’a geniş bir arazi vermesi, savaşa katılan diğer Balkan devletlerinin tepkisine yol açtı. Büyük devletlerin arabulucu girişimleri, bu devletlerin aralarındaki anlaşmazlıkları ortadan kaldırmamıştı. Bunun üzerine Sırbistan, Yunanistan ve Karadağ devletleri Bulgaristan’a karşı birleştiler ve savaşa girdiler. Ayrıca Bulgaristan’ın büyümesini menfaatlerine aykırı gören Romanya’da Bulgaristan’a savaş ilân ederek Balkanlar’da yeniden başlayan savaşa katıldı. Bir çok cephede savaşmak durumunda kalan Bulgar orduları Sırplara ve Yunanlılara yenildiler. Biz de bu durumdan istifade ederek, hiç olmazsa Edirne’yi tekrar alabilmek için Bulgaristan’a savaş ilân ederek İkinci Balkan savaşına katıldık.

Türk orduları, Edirne başta olmak üzere bazı şehir ve kasabaları ele geçirdi. Büyük devletlerin müdahalesi ve tepkisiyle karşılaşan Osmanlı Devleti ordularını daha ilerilere gönderememişti. Mevcut kazançları kafi görmek durumunda kalan Osmanlı Devleti Bulgaristan’la 29 Eylül 1913’de İstanbul Antlaşmasını yaparak ve savaşa son verdi. Bu antlaşmayla, Meriç’in iki devlet arasında sınır olmasını kabul ediyorduk. Edirne, Kırklareli ve Dimetoka Osmanlı Devleti’nde kalıyordu.

Osmanlı Devleti, 14 Kasım l913’te de Yunanistan’la Atina antlaşmasını imzaladı. Bu antlaşmayla, Girit üzerinde hak iddia etmekten vazgeçildiği gibi; Ege adaları konusunda Londra Antlaşması’nın hükümlerini kabul ediyorduk. Buna göre Taşoz, İmroz ve Meis Adaları bize veriliyor, diğer adalar ise Yunanlılara terk ediliyordu. Ayrıca Balkan Savaşı’nın başında geçici olarak İtalyanlara bıraktığımız On İki Ada’nın İtalya ‘ya verilmesini kabul ediyorduk

Bunun dışında; savaşın sonunda ortak sınırımız kalmayan Sırbistan, Karadağ ve Romanya ile yapılan ikili antlaşmalarla daha çok buralarda kalan Müslüman Türk halkının hak ve hukukunun korunması ve vakıflarla ilgili konular belirli esaslara bağlanmıştı.

Balkan Savaşları’nda Deniz Savaşları

Sultan Abdülaziz zamanında kudret itibarıyla dünyada ikinciliği alan bir donanmaya sahip olan Osmanlı Devleti, Sultan II. Abdülhamit’in, Avrupa’nın sanayi ve teknik alanda büyük ilerleme ve gelişme kaydettiği bir devirde bu donanmayı “yoketme” siyasetine tabii tutarak Haliç’te ve 1897 Türk-Yunan Savaşı’ndan sonra da Çanakkale’de çürütmüştü. Bu nedenle, Balkan Savaşı esnasında deniz savaşlarında bir varlık gösterememiş, burnumuzun dibindeki Ege Adaları’nın Yunanlılar tarafından ele geçirilmesine mani olamamıştık. Hatta Yunanlılar, Çanakkale Boğazı’nı ablukaya aldığından donanmamız savaş boyunca çoğu zaman Boğazlardan bile çıkamamıştı. Buna rağmen, zaman zaman Rauf Bey’in kumandanı olduğu “Hamidiye Kruvazörü” boğazlardan çıkarak Yunan savaş gemileriyle savaşmış ve büyük başarılar elde etmişti. Ancak, yukarıda da belirttiğimiz gibi, savaş boyunca denizlerdeki üstünlük Yunanistan’da olmuştu. Nitekim, Yunanlılar Balkan savaşı yıllarında Taşoz, Limni, Sakız, Midilli ve On İki ada hariç bütün adaları ele geçirmişlerdi.

Savaşın Sonuçları

Türk Milletinin yakın dönem siyasî tarihinde uğradığı en büyük felaketlerden birisi ve belki de en büyüğü Balkan Savaşları’dır. Özellikle Birinci Balkan Savaşı, siyasî, askerî, ekonomik ve toplumsal sonuçlarıyla etkilerini uzun yıllar, devletimizin ve milletimizin üzerinde taşıdığı bir felaket olmuştur. Bu savaşın sonuçlarını şöyle değerlendirebiliriz:

1. Balkan Savaşları sonucunda, artık Osmanlı Devleti’nin paylaşılması, büyük devletlerin üzerinde uzlaştıkları bir konu olmuştur. İngiltere ve Fransa zaman zaman uyguladıkları “Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünün korunması” politikasını Balkan Savaşı’yla birlikte terketmişlerdir.

2. Balkan Savaşı’nın sonunda Osmanlı Devleti’nin çok büyük bir toprak kaybı olmuş; Meriç’in doğusunda kalan Doğu Trakya’nın dışındaki bütün Rumeli topraklarımız elimizden çıkmıştır. Rumelide yüzlerce yıl elimizde ve idaremiz altında kalarak adeta Türkleşmiş olan bir çok şehir ve kasabalar kaybedilmiştir.

3. Savaşın en olumsuz sonuçlarından birisi de; savaş esnasında ve sonunda Bulgarlar başta olmak üzere Yunanlılar ve Sırpların zulmü ve katliamları karşısında can ve namuslarını korumak amacıyla Rumeli’den büyük göç dalgaları başlamıştı. Yüz binlerce Rumeli Türk’ü aç, perişan, büyük acılar ve yokluklar içerisinde Trakya’ya ve Anadolu’ya gelmişti. Bunların ekonomik ve malî sıkıntılarını karşılamak, yaralarını sarmak, Osmanlı Devleti’nin zaten sınırlı olan imkânlarını tamamen tüketmiştir.

4. Balkan Savaşı’yla birlikte Osmanlı Devleti Avrupa diplomasisinde yalnızlığa terkedilmiştir. Bunu, toprak bütünlüğü açısından oldukça tehlikeli gören yöneticiler I. Dünya Savaşı öncesi Avrupa’da oluşan “bloklaşmalara” katılmak isteyeceklerdir.

5. Balkan Savaşı ile Ege Denizi’ndeki stratejik adaların tamamına yakını Yunanlılar tarafından ele geçirilmiş ve Ege Denizindeki hakimiyetimiz kaybolmuştur.

6. Balkan Savaşı’nın başında geçici olarak İtalya’ya terk ettiğimiz On İki Ada’lar, savaştaki yenilgimiz üzerine İtalyanlar tarafından bize verilmemiş ve bu adaları İtalya kendi topraklarına kattığını açıklamıştır.

 

Bu konuyu görüntüleyen kullanıcılar

Geri
Üst Alt