Osmanlı Maliye Teşkilatı

OSMANLI MALİYESİ

Osmanlı Devleti daha beylik döneminden itibaren sistemli bir mali teşkilâta sahip olmuştur. Bu, Fatih’in daha kanunnâmesinin hemen başında yer alan “Bu kanunname atam ve dedem kanunudur ve benim dahi kanunumdur” dediği kanunnamesinde yer alan “Ve yılda bir kerte rikâb-ı Hümâyunuma defterdarlarım îrâd ve masrafım okuyala” ve “Ve hazineme dâhil ve hâriç olan akçe defterdarlarım emriyle dâhil-hâriç olsun” hükümlerinden anlaşılmaktadır.


Nitekim kaynaklarda Osmanlı Devleti'nde ilk maliye teşkilâtının I. Murad zamanında Çandarlı Kara Halil ile Karamanlı Kara Rüstem tarafından yapıldığı belirtilmektedir. Sınırların genişlemesi üzerine devletin gelir ve giderlerinde ve bunların çeşitlerinde artış görülmektedir.


Osmanlı Devleti'nde vergiler, şer’i ve örfi olarak iki kısım altında toplanmıştır. Zekât, öşür, haraç ve cizye ile bunların kısımları olarak seksene yakın vergi şer’i vergiler içerisinde yer almaktaydı.


Tekâlif-i örfiyye ise olağanüstü zamanlarda toplanan bir vergi olarak görülmektedir. Bu vergi içerisine cürm ü cinayet resmi, bâd-ı hevâ türünden vergiler v.s. girmekteydi ki, devletin savaş sırasında mâlî zoluklar içerisinde bulunduğu zaman tahsil ettiği avarız vergisi de bunların en önemlilerindendi.


Cizye fert başına alınan şahsî bir mükellefiyettir. İslâm hukukunda zimmet üzerine konulan himaye ve güvenlik vergisinin adıdır. Aynı hukuka göre müşriklerin (Allah'a eş koşanlar) öldürülmeleri caizdi. Ancak kitap ehli olanlar cizye vermek suretiyle gerek şahıslarını, gerekse mallarını himaye edebilirdi. Bunlar arasında reşit olan, bedenen ve zihnen sağlam olan erkeklerden vergi alınırdı. İlk İslâm fütuhatı zamanında cizye, fethedilen memleket üzerinden alınan vergi manasına gelmekteydi. Müslümanlar fethettikleri yerde idarî sistemi değiştirmeyip olduğu gibi bırakıp, o devletin vergi gelirlerini de, onların cizyeleri sayıyordu. Bu bakımdan yine ilk zamanlarda cizye ile haraç birlikte görülmüş, sonraları ise, haraç mülk vergisi, cizye de şahsî vergi olarak birbirinden ayrılmıştır.


İslâm hukukunda cizye cihad ile ilgilidir. Cihad, bir araya getirilen maddî ve manevî bütün kuvvetlerin yüksek bir gayeye ulaşmak için iyi niyet ile Allah yolunda kullanılması olarak telâkki edilmiştir. Kelimenin kökü Arapçada meşakkat, zahmet, takat manasına gelen cehd'dir. İslâm hukukçularınca Cihad üç devrede ele alınmıştır.


a)Birinci devre


Yüksek bir gayeye ulaşmak için bizzat Peygamber tarafından ve sahabe denilen Onun etrafındaki arkadaşlarının yardımıyla yapılan manevi cihad ki buna Cihad-ı Kebir adı verilmiştir.


b) İkinci devre


Manevî cihad ile varılan yüksek gayenin savunulması için İlk ümmet devrinde yapılan savaşların ifadesi olan Cihad-ı Sağir (Küçük cihad) 'dir. Bu da bir takım adab ve şartlar dâhilinde yürütülmüştür.


c)Üçüncü devre


Peygamberin ölümünden sonra olan cihaddır. Bu devirdeki cihad ilk zamanlardaki hamlenin hızı ile ve İslâm'ın ilk asırlarında her iki cephesi itibariyle çok yüksek bir tekâmüle ermiştir. Birinci cephesi, büyük manevî cihad adı altında Kur'an'ın emirlerine göre yavaş yavaş iftâ'(fetva verme), ictihâd (büyük din âlimlerinin Kur'an ve hadislere göre verdiği hüküm), fıkıh ve nihayet ilim unvanları altında ayrı birer şube meydana getirmiştir. İkinci yönü savaş biçiminde gelişmiş ve cihad adı altında bütün Müslümanların katılabileceği ve bir ordu halinde birleşebileceği sosyal bir ibadet halini almıştır. Gerek İslâm fütuhatında, gerek bu dini kabul etmiş Müslüman Türk fütuhatı sonunda, sınırlar genişleyince çeşitli merkezler daimi ordugâhlar kurulmuş ve böylece cihad kelimesi sadece savaş mânâsına kullanılmaya başlamıştır.


İslâm âlimlerine göre cihad ve neticeleri dolayısıyla meydana gelen hükümler beş kısımda ele alınmıştır:


1- Müslümanlara göre cihad, bedenî ve malî olmak üzere sosyal bir ibadet sayılmıştır. Saldırgan kâfirlere ve mürtetlere karşı yapılır. Müslümanların Müslümanlaşa silâh çekmesi en ağır günahlardan sayılmıştır.


Cihad ilân ve idaresi ümmeti temsil eden reislerin istişare yoluyla verecekleri karara bağlıdır. Meşru olarak ilân olunan cihad bütün müslümanlar üzerine farz-ı kifâye'dir. Bu dinî vazife tamamen ihmal edilirse bütün herkes günahkâr addolunur.


Fakîhlere göre cihaddaki iyilik, düşmanın kötülüğünü defederek Müslümanlığa yükselme vesilesi olmasından ileri gelmektedir. Bu münâsebetle farz-ı kifâye olarak telâkki edilen cihadın bazı müslümanlar tarafından yerine getirilmesi yeterlidir. Ancak düşman tehlikesi bir istilâ şeklinde görülürse, o zaman cihad istisnasız olarak, erkek veya kadın bütün müslümanlar için ayrı ayrı farz-ı ayn olur. Hattâ aceza denilen zayıflar ve kudretsizler de kendi imkânları nisbetinde müdafaaya iştirak etmek mecburiyetindedir.


Haçlılara karşı mücadelelerde Selçuklu ve Osmanlılar'ın yaptıkları savaşların hemen hepsinde, dinî ve hattâ millî bir savunma hedeflenmekle beraber, bir cihad hali görülür. Yine Osmanlı İmparatorluğu'nun son sultanlarından olan Mehmed Reşad, o devrin iktidarı tarafından iştirakine karar verilen I. Dünya Savaşı'nda bütün müslümanların katılmasını temin için 30 Ekim 1914'de cihad-ı ekber beyannamesi neşretmiştir. Ancak bu çağrıya Osmanlı Devleti'ne çok uzak olan Müslüman topluluklar katılmadığı gibi, Araplar da, batılı devletlerin söz ve vaatlerine aldanarak beyannameye ehemmiyet vermemişlerdi.


2- Savaş meydanına yaklaşıldığı veya aleyhine savaş açılan bir düşman memleketi muhasara edildiği zaman, önce düşman tevhide (Allah'ın birliği) davet edilir, kabul edilmezse itaat ve cizye teklif olunurdu. Bu şartlar yerine getirilmeden savaş yapılmazdı. Şartlar yerine getirildikten sonra işe hücuma başlanır, yakıp-yıkmak dahil, mücadeleyi kazanmak için her yola başvurulabilirdi.


Cihad farz-ı ayn olmadığı zaman, kadınların savaşa iştiraki, ancak kocalarının izniyle olurdu. Ayrıca düşman tarafındaki kadın, çocuk, ihtiyar, sakat v.s. gibi savaşa iktidarı olmayanlara dokunulmazdı.


3- İrtidâd(dinden dönme), aradaki ahdin bozulması demek olup, tekrar dine dön çağrısı yapılır (ihtida), kabul edilmezse, eğer kişi ise öldürülür, bir topluluk ise cihad ilân edilerek nizama sokulurdu.


4- Zimmîlerin verecekleri cizye miktarı, dinî vaziyetleri, müslümanlar ile ticaretleri, seyahatleri v.s. gibi hükümler ve prensiplerdir.


5- Aman dilemek (istîmân), anlaşmalar, bunların sebep ve şartları bu şartların ne gibi durumlarda bozulabileceği, esirlerin değiştirilmesi, ahidnamelerin nasıl yazılacağı, tazminat meselesi ve darulharbde ele geçen mallar (ganimetler) de beşinci kısmı meydana getirmiştir.


GANÂİM


Ganâim mücahit veya diğer bir deyimle, savaşçıların savaş esnasında düşmanların elinden aldıkları mallara verilen isimdir. Bunlar emlâk, arazi, esir, hayvan, silah, para, yiyecek gibi taşınır-taşınmaz şeylerdir.


Şer'î hukuk hükümlerine göre ganâim hazine mallarındandır. Çalmak suretiyle ele geçirilen mal ganimetten sayılmaz. Mutlaka bir galibiyet neticesinde alınan mala dayandığından, miktarı ne olursa olsun beşte biri (humsu) yetimlerin, ihtiyarların ve miskinlerin iaşesi için ve ayrıca cami ve mescitlerin imarına sarf edilmek için ayrılırdı. Beşte dördü ise savaşa katılan gazilere taksim olunurdu.


Batı dünyasında ortaçağ boyunca savaşta elde edilen mallar ganimet olarak sayılmış, fakat yeniçağdan zamanımıza doğru geldikçe değişikliğe uğrayarak, bir yağma ( = gâret) telakki edilip, makbul sayılmayarak kaldırılmıştır. Ancak bunun yerine müsadere (=zabt etme, el koyma) usulü benimsenmiştir. Fakat bu da zamanla kötüye kullanılan bir şekil olduğundan terk edilerek tazminat kabul edilmiştir. Tazminin lügat manası ödemek, kefil olmak demek olup, kelime anlamı daha da genişletilmiş, savaşın devamı esnasında, gerek bütün millet ve devletin, gerekse ferd ve tüccarların uğradıkları zararların telâfisi düşüncesiyle mağlubun galibe vermekle mecbur tutulduğu bir meblağ anlamına getirilmiştir.


Devlet, gerek ganimetten ve gerekse çeşitli vergilerden gelen gelirleri hazinede toplamakta ve buradan sarf etmekteydi. Osmanlılarda hazine, mirî veya dış hazine, iç hazine ve enderun hazinesi olmak üzere üç kısımdı. Bunlardan dış hazine devletin asıl hazinesi olup umumi gelir burada toplanırdı. Diğer iki hazine padişaha aitti. Padişah sefere giderken para ve mâliye defterlerini ihtiva eden ordu hazinesi ismi verilen hazine de beraber ******ürülürdü. Padişah seferdeyken başdefterdar da beraberinde bulunurdu.


Hazine iktisat dilinde bütçe ile ilgili olup, gelirlerin toplanması ve tanzim edilmesi ile alâkalı bir müessesedir. İslâm hukukunda ise Beytülmal veya Beytü'l-mâli'l-müslimîn'dir. Bütçe ve hazinenin kuruluş gayesi, kamu hizmetlerine ait işleri başarmak ve amme vazifelerini görmektir. Hazine ile ilgili devlet hizmetleri kanunnamelerde ele alınmıştır. Bu kanunnamelerin büyük kısmı devlet ile reâyâ münasebetlerini, reayanın mükellefiyetini, dolayısıyla devlet tarafından kendisine empoze edilen vergi ve resimleri açıklamaktadır.


Osmanlı Devleti'nde bu işleri düzenleyen müesseseye Defterdarlık adı verilmekteydi.


a)Defterdarlık (Bâb-ı Defteri)


Osmanlı Devleti'nde defterdarlık tabirinin hangi devirden itibaren kullanıldığı bilinmemektedir. Bununla beraber I. Murat döneminden itibaren bütçe tanzimine başlandığına ve hazine kavramının yine bu dönemde teşekkül ettiğine göre defterdar ve defterdarlığın da bu sıralarda kullanıldığı tahmin edilebilir. Ancak açık olarak defterdar tabirine II. Murat zamanında rastlanmaktadır. Fatih kanunnâmesi'nde ise defterdar padişahın malının mutlak vekili olarak ifade edilmektedir. Ayrıca bu kanunnâmede başdefterdar ve defterdar tabiri geçmesi, devletin genişlemesiyle bağlantılı olarak sayılarının arttırıldığı ve iş bölümüne gidildiğini göstermektedir. Başdefterdarlığa XV. yüzyılın son yarısında mal defterdarları, defter emini, şehremini ve üçyüz akçe alan kadılar tayin olunmuştur. Kanunnâmeye göre reisülküttab da defterdar olabilmekteydi. Başdefterdarın derecesi ise Rumeli Beylerbeyi derecesindeydi.


Defterdarlığa ait kayıtlar, defterler, senetler, gelir ve gider cetvelleri maliye hazinesinde saklanmaktaydı. Maliye hazinesi önceleri Divân-ı hümâyun'un yanında iken daha sonra Bâb-ı hümâyunun sağ tarafına nakledilmiştir. Eyâletlerden gelen hesaplar da sıra ile ve ayrı ayrı dolaplara konarak burada muhafaza edilirdi. Fâtih Kanunnâmesi'nde Defterhâne'nin idaresinin defterdarlara verildiği beyan edilmektedir. Hazineye para gireceği zaman da bunların kalp olup olmadıkları “vezzan” denilen memurlar tarafından kontrol edilirdi.


Defterdar kanunnamede belirtildiğine göre Dîvân-ı hümâyun'da veziriazamın sofrasında yemek yemek, hazine ile alâkalı işler için hüküm yazmak, hizmet eden kimselere çavuşluk, sipahilik, kâtiplik ve hattâ sancak ve zeamet arzetmek, hükümdara sormadan iki akçaya kadar zam yapabilmek, sefer esnasında hükümdara yanaşıp konuşabilmek gibi imtiyazlara sahip idi. Aynı kanunnâmede defterdara has verilecek olursa 600.000 akçalık ve hazineden maaş verilecekse 150.000'den 240.000'e kadar verilmesi hükmü yer almaktadır. Ayrıca defterdarlar, mâliyece iltizam veya emânet suretiyle ihale edilen haslar kaç yük ise, her yük başına imza hakkı olarak bin akça, hazineye para tesliminde ise bin akçada yirmi akça “kesr-i munzam” ismiyle aidat alırlardı. Padişaha her nereden pişkeş gelse, vezirlerle beraber defterdarlar da hisse aldıkları gibi, haraç ve âdet-i ağnamdan da pay alırlardı. Bayram tebriklerinde padişah vezirlerde olduğu gibi defterdarlara da ayağa kalkardı.


İlk zamanlarda bir defterdar varken, memleketin genişlemesi üzerine sayılan artmıştır. Rumeli'de havass-ı hümâyûna ait olan malî işlere bakan kimseye Rumeli Defterdarı (=Şıkk-i evvel defterdarı) veya Başdefterdar denilmiştir. Nitekim Fâtih Kanunnâmesi'nde başdefterdar ve defterdarlar tabiri geçmektedir. Başdefterdardan sonra Anadolu malî işlerini görmek üzere Anadolu defterdarlığı ihdas edilmiştir. Bu şekil Kanunî zamanında da aynen korunmuştur. Ancak Yavuz Sultan Selim'in Doğu Anadolu ile Suriye'yi alması üzerine oraların malî işlerine bakmak için bir defterdarlık daha kuruldu. Bu defterdar Haleb'de otururdu. XVI. yüzyıl ortalarında da Rumeli ve Anadolu defterdarlıklarına ait yalılar (= kıyılar) ayrılarak İstanbul mukataaları ile birlikte şıkk-ı sânî unvanı ile bir defterdarlık daha teşkil edildi. Bu suretle merkezde derece sırasıyla başdef terdar, Anadolu defterdarı ve şıkk-ı sânî defterdarı isimleriyle işlerinde müstakil üç defterdarlık vücuda getirilmiştir. Yine XVI. asrın sonlarında III. Mehmet zamanında Tuna sahillerindeki haslar için senelik 120.000 akçe maaşlı şıkk-i sâlis ismi verilen dördüncü bir defterdarlık daha kurulmuş ise de çabucak kaldırılmıştır.


Yavuz Sultan Selim zamanında kurulup merkezi Halep olan Arap ve Acem defterdarlıkları XVI. yüzyıl sonlarında beş bölüme ayrılmış (Diyarbekir, Şam, Erzurum, Trablusşam ve Halep) 1584'de de Anadolu defterdarlığından Sivas ve Karaman eyaletleri ayrılarak ayrı birer defterdarlık haline teşkilatlandırılmıştır. İşte bu şekilde ayrılıp yeni teşkilâtlanan defterdarlıklara “Kenar defterdarlıklar” veya timar defterdarlıklarından ayırmak için “Hazine defterdarlıkları” adı verilmiştir.


Defterdarlar mâlî işlerdeki şikâyetler için Defterdarkapısı'nda divan kurarlar ve lüzumu halinde tuğralı ahkâm verirlerdi. Bunun dışında defterdarlar divan günleri divana katılır, salı günleri malî konularda padişaha izahatta bulunurlardı.


XVIII. yüzyıl başlarından itibaren Rumeli defterdarına şıkk-ı evvel, Anadolu defterdarına şıkk-ı sânî ve üçüncü defterdara da şıkk-ı sâlis ismi verilmiştir. III. Selim zamanında Nizâm-ı cedîd'in kurulmasından sonra bu teşkilâta ayrılan vergileri toplamak ve sarfetmek üzere şıkk-ı râbi' ismiyle dördüncü bir defterdarlık daha teşkil edilmiş, ancak Nizâm-ı cedid'in kaldırılması ile birlikte o da kaldırılmıştır.


Başdefterdarın icraat ve tahsilâtta maiyetinde beş memuru bulunmaktaydı.


Bunlardan ilki “Baş-Bâkikulu” denilen devlet gelirlerinin birinci tahsil memuru idi. Defterdarlıkta bunun bir dairesi olup Bakikulu ismiyle altmış kadar mübaşiri vardı. Bunlar hazineye borcu olup da vermeyenleri takip eder, hapis veya tehdid yoluyla tahsilât yaparlardı. Bundan dolayı maliyeye borcu olanlar baş-bâkikulu hapishanesinde tutulurlardı. Borçlular Bakaya defterlerine kaydedilirlerdi.


Maliyenin ikinci icra memuru Cizye Baş-Bâkikulu idi. Bu da cizye borcu olanları takip ve iltizama verilen cizyelerin mültezimlerinden borcunu yatırmamış olanlarını da tesbit ederdi.


Defterdarın üçüncü memuru tahsilât ve te'diyâta nezaret eden Veznedarbaşı'dır. Bunun emrinde dört veznedar bulunmaktaydı. Vazifeleri paranın ayarını muayene etmek altın ve gümüşleri tartmaktı.


Başdefterdarın maiyetindeki memurlardan dördüncüsü sergi nâzırı beşincisi ise sergi halifesi olup her ikisi de hazine muamelelerinin defterini tutardı.


b)Osmanlı Bütçeleri


Osmanlı Devleti'nde malî teşkilâtın I. Murat zamanında yapılmaya başlanması, bu tarihlerden itibaren bütçe tanzim edildiği fikrini akla getirmektedir. Bununla beraber bugünkü mânâda bir devlet bütçesinin mevcut olduğu da söylenemez. Bununla beraber Başbakanlık Osmanlı Arşivi'ndeki Masraf defterleri ile gelirlere ait kayıtlardan Osmanlı maliyesiyle ilgili oldukça bilgi edinilmektedir. Nitekim bunlardan 933-934 hicrî yılında ait (miladî 1526-1527) bütçe ile 954-955 hicrî (milâdî 1547-1548) yılına ait bütçe Ö. Lütfi Barkan tarafından yayınlanmıştır).


Osmanlıların Kanunî'ye kadar olan dönemlerinde bütçe gelir ve gider yönünden oldukça istikrarlı bir durumda idi. Her ne kadar I. Selim'in cülusunda ihtiyaç olan para tüccardan borç olarak alınmışsa da, daha sonra devletin gelirleri düzene girmiştir. Nitekim Hammer, Selim'in İstanbul'a en az bin deve yükü altın ve gümüşten meydana gelen bir ganimetle döndüğünü ifade etmektedir. Kanunî zamanında ise hazinenin geliri ile gideri arasında fazla fark bulunmamakla beraber gider biraz fazlalık göstermekte idi. Nitekim 1564 yılında nakit olarak hazinenin geliri 1830 yük (4), yani 183.000.000 akçe, giderleri ise 1896 yük, yani 189.600.000 akçe idi. Bütçe açığı da 6.600.000 akçe dolaylarında bulunuyordu. Buna karşılık 1592'de gelir 2934 yük, gider ise 3600 yüke, 1597'de gelir 3000 yüke, gider de 9000 yüke ulaşmış, böylece bütçe açığı büyük boyutlara ulaşmıştır.


1652 yılında Veziriazamlığa getirilen Tarhuncu Ahmet Paşa'nın bir takım malî ıslahatta bulunması, Osmanlı hazinesinin oldukça rahatlamasına yol açmıştır. Bununla beraber onun zamanında bile bütçe 1543 yük açıkla kapanmıştır. Aynı şekilde Köprülü Mehmed Paşa zamanında da bütçede iyileşme görülmüş, 1660 yılında gelir 5812 yük, gider de 5936 yükle bağlanmıştır.


Bütçenin bu derecede açık vermesinin sebebi, uzun ve sık yapılan savaşlar ve bu savaşlar dolayısıyla halkın yerlerini terk ederek ziraat sahalarını boş bırakmaları, eldeki bazı toprakların yavaş yavaş elden çıkması gibi sebeplerdir.


Osmanlı Devleti'nde gelirler Süleyman Sudî'nin Defter-i Muktesid adlı eserinde belirtildiği üzere 6 kısımda mütalaa edilmektedir. Buna göre:


1 -
Tekâlif-i bilâ vâsıta: Yani vasıtasız vergiler ki, bunlar arasında arazi, emlâk v.s. vergiler yer almaktadır.


2 - Vasıtalı vergiler: Bunlar resim adı altında anılmıştır. Bu tür vergiler içinde hayvanlardan alınan vergiler, ziraatle ilgili resimler (öşür), gümrük ve damga resimleri v.s. bulunmaktadır.


3 - İnhisarlar (Tekel): Yed-i vahid denilen vergiler içinde tuz, tütün, barut vergileri başta gelmektedir.


4 - Emlâk-i Emiriyye: Devlet mülkleridir. Bunlar çiftlikler, meralar (otlaklar), madenler, pazar ve panayırlar, liman ve iskeleler, yollar varsa fabrikalardır.


5 - Çeşitli vergiler olarak her türlü harçlar, ruhsatiyeler, kayıt ücretleri v.s.dir.


6 - Maktu vergilerle gelir fazlası olarak hazineye alınan paralar bu gurubu meydana getirmektedir.


Bunlar haricinde Tanzimat'a kadar fevkalâde hallerde ve bilhassa savaş masraflarını karşılamak üzere hükümdarın emriyle halkın doğrudan doğruya vermeğe mecbur olduğu ve her türlü hizmet, eşya ve para şeklinde bir örfî vergi olarak alınan Tekâlif-i divaniyye veya Avarız-ı divaniyye veyahut sadece Avarız vergisi de bulunmaktaydı.


Bütçenin gelirleri arasında yer alan yukarıda adı geçen öşür, sevâim (koyun, keçi, sığır, deve v.s.) gümrük resimleri, haraç, cizye, hums-ı ganâim gibi vergilerden elde edilen gelir ise yine aynı müellifin eserinde belirtildiğine göre şu yerlere sarf edilmekteydi.


a-
Fukara ve mesâkîn denilen yoksullara verilen paralar


b-Askerler, memurlar, kadılar, gazi ve malûller, garib ve çaresizler için yapılan harcamalar


c-Müftüler, muallimler, müteallim denilen medrese talebeleri, sınır boylarındaki ve geçit yerlerindeki muhafızlar, sosyal tesisler, bayındırlık hizmetleri, yollar ve benzerleri için yapılan harcamalar


d- Hastaneler, hasta ve muhtaç kimselerin ilaçları, kimsesiz kadınların nafakaları ve genel olarak, modern devletlerde işsizlere verilen ücret karşılığı herhangi bir geliri bulunmayanların (kâr u kisbden mahrum olanlar) iaşelerini temin için sarfedilmekteydi.


İşte bütün bu hususlar Defterdarlık bünyesinde çeşitli daireler vasıtasıyla yürütülmüştür.


c)Osmanlı Maliyesi Daireleri


Osmanlı maliyesi daireleri (Bâb-ı defterî veya Defterdar-kapısı) teşkilâtı Mâliye Nezareti'nin kurulmasına kadar çeşitli düzeltmeler ve safhalardan geçmiştir. Erken döneme ait tespit edilebilen maliye daireleri XVI. asır ortalarına aittir. Buna göre:


1 - Ruznamçe-i evvel ve sanî kalemleri


Bu kalem mukataalar, mevkufat ve cizye gelirlerini hergün deftere kaydetmekle mükellefti. Müteferrikalar, çaşnigirler ve erbâb-ı kalem denilen ulûfeli kâtiplerin maaşları rûznâmeciler tarafından verilirdi. Hazineye giren para, kumaş ve hazineden çıkan altın, gümüş, kürk, kumaş v.s. mutlaka ruznamçecilerin onayından geçerdi. Bunların kalem müdürlerine Rûznâmce-i Evvel (Birinci rûznâmeci) ve Rûznâmçe-i sânî (ikinci rûznâmeci) denirdi. Bunlardan ikinci rûznâmeciye küçük rûznâmeci de denirdi.


2 - Rumeli Muhasebesi Kalemi


Bu kalem, İstanbul ve Rumeli'de olan padişah ve vezir evkafı mütevellilerinin hesaplarını ve bütün cizye defterlerini tetkik ve kaydeder, bunları daha önceki hesaplarla karşılaştırarak, gerekli kayıtları yaptıktan sonra ruzname kalemine gönderirdi. Kalemin müdürüne Rumeli muhasebecisi denirdi.


3 - Anadolu Muhasebesi Kalemi


Rumeli Muhasebe Kalemi'nin aksine Anadolu'da padişah ve vezirlere ait bulunan vakıf hesaplarını tetkik ederdi. Tımar tezkerelerini araştırır, Anadolu kalelerinin maaş ve beratları bu muhasebede görülürdü. Kalemin müdürüne Anadolu muhasebecisi denirdi.


4 - Mukabele Kalemi


Kapıkulu efradının, matbah-ı âmire, hasahîr v.s.nin maaş defterlerini hazırlar, bunu hazinedeki esas defterle karşılaştırarak hazineden ulufe için çıkacak akçe miktarını tespit ederdi. Hazırladığı defter suretini rüznâmecilere verirdi.


5 - Mukataacı-i Evvel Kalemi


Başdefterdara bağlı kalemlerdendi. Bu kalem İbrail, Isakçı, Tulça, Maçin, Ahyolu ve bütün Tuna nehri kenarındaki iskelelerin işlerine ve gümrük muamelelerine bakardı. Rumeli defterinde kayıtlı eminlerin v.s. hizmet sahiplerinin beratları, hükümleri ve tezkereleri buradaki ahkâm kâtipleri tarafından yazılırdı.


6 - Mukataacı-i Sâni Kalemi


Bu kalemde madenlere ait işlere bakılırdı. Bunlarla ilgili berat ve hükümler buradan çıkardı.


Bunların haricinde ayrıca Tezkireci, Mevkuf atçı, Varidatçı, Kıla tezkirecisi, Mevcudatçı, Teslimatçı ve Divitdar gibi memuriyetler ve kalemleri vardı. XVIII. asırda mâliye kalemleri daha da gelişerek çoğalmıştır . Bu kalemlerden her birinin kendi dairesine ait defterleri bulunurdu.





D)MALİYE NEZARETİ'NİN TEŞKİLİ


II. Sultan Mahmut zamanında Yeniçeri Ocağı kaldırıldıktan sonra bir dizi halinde yapılan ıslahat zinciri arasında maliye teşkilâtı da bulunmakta idi. Nitekim şıkk-ı evvel defterdarının idaresinde olmak üzere Hazine-i âmire ve ayrı bir defterdarlık idaresinde Asâkir-i mansure masraflarına karşılık Mansûre hazinesi ve bir nazır idaresinde Darphâne hazinesi olarak dış hazine üç ayrı guruba ayrılmıştır. Ayrı ayrı idare edilen bu üç hazineden Hazine-i Âmire defterdarı ile Darphâne Nâzırı arasında devamlı ihtilâf çıkmıştır. Bu bakımdan 1835'de Hazine-i Âmire defterdarlığı kaldırılarak (Bu arada şıkk-ı sâni ve şıkk-ı sâlis de kaldırılmıştır) Darphâne nezareti ile birlikte Darphâne-i Âmire Defterdarlığı adıyla yeni bir nazırlık kurulmuş ve ilk nazır olarak da Ali Rıza Bey tayin olmuştur. Bununla beraber istenilen neticenin elde edilememesi yüzünden 1838 yılında Mansure defterdarlığı ile de birleştirilerek bütün mâlî işlerin tek elden yürütülmesi kararı alındı. Kurulan bu teşkilâta Mâliye Nezâreti ismi verildi; ilk maliye nazırlığına ise Mansure defterdarı Nafiz Efendi tayin edildi. Bununla birlikte 1839'da Abdülmecid'in cülusunda nazırlık kaldırılmışsa da (- ki Hazine-i âmire defterdarlığı ve hazine mukataat defterdarlığı olarak ikiye ayrılmıştı) kısa bir müddet sonra (1841) tekrar ihdas edildi. 1867 de mülkiye teşkilâtının yapılması esnasında eyaletler vilâyet, sancaklar ve kaymakamlıklar mutasarrıflık olurken, vilâyet muhasebecilikleri de defterdarlık ismini almış ve bugünkü teşkilâtın temelleri atılmıştır.
 

Bu konuyu görüntüleyen kullanıcılar

Geri
Üst Alt