SULTAN ABDÜLAZİZ HAN

(25 Haziran 1861–4 Haziran 1876)

32 Sultan Abdülaziz Han.jpg


Sultan İkinci Mahmud'un Pertevniyal Sultandan 8 Şubat 1830'da dünyaya gelen oğlu Sultan Abdülaziz, günlük elbisesini giyer gibi tahta oturmuştu. Hiçbir zorluk görmeden, 15 senesini harcayacağı bu şatafatlı, güngörmüş tahta geçtiğinde 31 yaşında idi. Hayatının sonuna kadar bazı sahneleri yansıtmaya çalışacağımız padişahın geride bıraktığı hiçbir şey ölümü kadar konuşulmamıştır. Aradan bu kadar sene geçtiği halde bugün bile kati cevabını bulamayan, öldürüldü mü? Öldü mü? İntihar mı etti? Yaptığı veya yapmadığı hizmetler gündeme gelmez; ölümüyle ilgili soruların cevabı aranır... daha da aranacağa benziyor...

Bazı ruhiyatçılar ve bazı çok bilenler, onun bir dörtlüğünü inceleyerek intiharına yol bulabilirler, amma, hangi şair böyle sözlerle mısralar yapmamış ki? Bestesi de kendisine ait olan, Abdülaziz Han'ın şu güzel güftesine bir göz atalım.

Bî huzurum nâle-i mürg-i dil-i divâneden

Fark olunmaz cism-i bîmârım bozulmuş ianeden

Bunca derd ü mihnete katlandığım âyâ neden

Terk-i can etsem de kurtulsam şu mihnethâneden


Âyâ, 'acaba' demektir. Âyâ Abdülaziz Han ağabeyinin ölümüyle kederlendi mi, tahta kavuşmakla sevindi mi? Ahmed Cevdet Paşa, o günleri teferruatıyla bilmekte, birbirinden değerli kitapları -Tarihi Cevdet, Maruzat ve Tezakir- ile bizleri aydınlatmaktadır.

Abdülmecid vefat eder etmez, "sadrâzam ve serasker ve kapudan paşalar cenaze odasının kapısında Hasip Paşa'yı bırakıp üçü beraber Abdülaziz Efendi hazretlerinin dairesine gittiklerinde kapı kapalı olmağla kapıyı çalmışlar. Mehmed Ali Paşa ise kemâli telaşla "kapıyı kırmız" diyerek bir gösteriş etmiş ve sanki "aman fırsat fevt olmasın" yollu bir tavrı hareket göstermiş ve Efendi hazretlerinin cülusundan sonra ana "sadrâzam ile serasker, Murad Efendi tarafına gidecekler idi. Ben çevirdim" dediği sonradan tahkik olunmuştur. Hâlbuki kapı açıldıkta Efendi hazretleri merdiven başında ve sako (ceket) sırtında hazır bulunmağla sadrazam, "Efendim başınız sağ olsun. Biraderiniz vefat etti. Tahtı saltanat teşrifinize muntazırdır, buyurun" deyicek. "Vah birader vefat etti mi? Ne vakit etti?" deyu ağlamağa başlayıp nutku mecali kalmamış." ( Tezakir) İlk heyecan anları geçen Yeni Pâdişâh, yüreğinin bir yanma acısını bir yanına sevincini gömerek, kubbealtında hazırlanan tahta çıkar ve biat merasimi yapılır. Yukarıda isimleri geçen sadrâzam Kıbrıslı Mehmed Paşa, Kapdanı Derya Mehmed Ali Paşa ve Serasker Rıza Paşa istikbâlleri için telâşe kapılırlarken, bir kadın başka bir şey yaşıyordu. "Aman oğlumu almayınız, bana bırakınız" yalvararak oğlunu isteyen kadın Abdülmecid Han'ın hanımı, Şevkefza Kadındır. Oğlu Murad'ın hayatından endişe ettiği için, coşan yüreğine mani olamaz, "oğlum! oğlum!" diye inlemeye başlar. Ana böyle ağlar iken, oğul Topkapı sarayına getirilmiş, devlet erkânı tarafından bir odaya oturtulmuştur. "Valide hazretleri dayanamayıp geriden Topkapu Sarayı'na gelerek ve o odaya girip nûr-ı dîdesini kendi gözüyle görerek tahsîl-i itmi'nân eylemiştir." (Tezakir)

Şevkefza Hatun oğlunu sağ salim görmekle bahtiyar oldu. "Abdülaziz Efendi Hazretleri câlis-i taht-ı âli baht-ı osmânî" oldu. Sonra da "Hâkân-ı merhumun cenazesi saray avlusuna çıkarılıp serg-i musalla üzerine kondu. Huzzarın derûnu hüzn-ü elem ile doldu. "Er kişi niyyetine" sözü her cenazede örfü adet olup cümlenin me'lûf olduğu ibare ise de yirmi iki sene taht-ı saltanat ve hilâfette bulunmuş bir zât-ı azimü'ş-şan hakkında dahi sair efrad-ı nasdan hiç farkı olmaksızın..." "Abdülmecid Han'ın cenaze namazı ile ilgili sözler Cevded Paşa'nındır. Herhangi bir insan gibi onun için de, "Ey cemaat bu zâtı nasıl bilirdiniz? diyen İmâm Efendinin sualine halkın "pekâlâ biliriz" deyişini, sonra da, cenazenin adetlere uygun diğer işlerinin yapılışım anlatıyor. Tabii, artık o bir fânidir. Saltanat emanet idi, can emanet idi, fani olanlar geride kaldı. Yükler Abdülaziz Han'ın boynuna yüklendi.

İnsanları başkalarından tanımanın güçlüğü malûm. Göz önünde arzı endam eden birinin, bırakın görüntü haricini tasviri, "herkes gördüğünü anlatsın" dense bir görünüş hakkında mutlaka birden fazla tarif çıkar. Bu öyle farktır ki: Biri şişman, diğeri zayıf, biri esmer, diğeri akbeniz, diyebilir.

Sultan Abdülaziz "itinalı bir tahsil görmüştü; edebî ve millî kültürü çok kuvvetliydi. Kitabetinde bulunmuş olan Memduh Paşa onu "Sâhibül-cemâl, melihûl-mekaal, fenni meânîde serîül intikal, azametiyle beraber etvâr-ı güftân nazik bir şehriyân mekânım hisâl idi" diye tanıtır.

İyi yetişmiş, güzel yüzlü, şirin, fen ilimlerini çabuk kavrar, davranışı nazik ve iyi ahlaklı bir pâdişâh olduğuna şahitlik eden kâtipliğini yapan Memduh Paşa'dır. Arapça ve Farsça biliyordu. Arap edebiyatına dair bir risalesi olduğu söylenir. Millî mu******ize bağlı idi. Mûsiki aletlerininn hepsine aşinalığı olduğu halde, Mevlâna'ya olan sevgisi onu ney üflemeye sevketmiştir. İbnülemin Atıf Bey'in hatıratından Ziya Nur İbnülemin'den biz de Ziya Nur'dan aktarıyoruz: "Her söze âşinâ iseler de tarikat-ı mevlevîye muhabbetlerinden nâşi, ney üflemeye meraklan ziyade idi; yaz geceleri harem-i hümâyunda yatak odalarından pencereleri açık olmağla, bazen ney ile hazin hazin taksim eylediklerini dinleyenlerin ruhu avâlim-i ulvîyeye pervâz edecek hale gelir idi; bu hâli herkes bilir. Mükeyyefat (keyif verici içki vb.) ile asla âlûde olmadılar. Hatta müskirat (içki) aleyhine bir makale-i hakimâneleri vardır."

Sultan Aziz'in bir başka gözle görünüşünü de aşağıya alıyorum; çok kısa: "Çocukluğu sarayda kadınlar ve haram ağalan arasında geçmişti. Veliahtlığı sırasında kafes hayatı yaşamaya mecbur edilmemişti. Bununla beraber, sıkı bir nezaret altında bulundurulmuştu. Eğitimi ile ciddî bir şekilde meşgul olunmamıştı. O da kendisini tabii meyillerine terkederek yaşamıştı."

İki tarifin aynı kişi için yapıldığı, birbirine pek benzemediği ortada; bunun sebebi, (okuyucunun da bildiği gibi) kişiler, yaşayış ve duyuş olarak kendilerine yakın olanların her hususta iyi olduğunu görmeye ve göstermeye çalışıyorlar; böyle değilse, bunun yerine zıddı kâim oluyor. Avrupai fikir ve yaşayışa meraklı olanların Sultan Mecid'e gösterdikleri sevgi, biraz daha millî sayılan Sultan Aziz'den esirgenmektedir. Bunu yaşadığı zaman da kendisi gördü; sonunun nerelere vardığı da malûm: Biz de herkes gibi, tarafsız olduğumuzu söyleyip, Sultan Aziz devrini görmeye ve anlamaya çalışacağız.

Sultan Abdülaziz'in en büyük sıkıntısı hazinedir. Ağabeyini verem eden saraylıların ve konaklıların israfı hazineyi müflis esnafların kasasına çevirmiş idi. Bu israf meselesini, canlı şahit Cevdet Paşa kadar güzel anlatan olamaz. ".... Elhasıl bu isrâfâta vükelâ ve me'mûrîn mebde olup sonra saraylılar dahî bu yola sülük ile azıttılar ve pek ileri gittiler. Sonraları Hakanı merhumun vücûduna za'f geldiği gibi ahlâkına dahî za'f ve efkârına fütur gelerek artık saraylıların israfatına asla sedd-i mümana'at olamayıp seccadenin dört ucunu salıverdi. Hâzine tahammül olunamaz mertebe borcu girdi. Vükelâ dahi ne yapacağım şaşırdı. Bununla beraber yekdiğerine galebe için sikak-u nifaktan hâli değiller idi.

Abdülaziz mi, Murat mı pâdişâh olsun tartışmaları, Sultan Abdülaziz'in tahta oturmasıyla son buldu. Yeni pâdişâh devlet erkânı ve halktan kendisini istemeyenlerin olduğunu biliyordu. Herkesin sevgisini ve saygısını kazanmak için çalışacaktı. Bir Hatt-ı Hümâyun yayınlayarak nelerin yapılmasına çalışacağını anlattı.

"Devlet-i aliyyemizin bimennihi te'âlâ ikmâl-i sa'âdet-hâl ve bilâ istisna bilcümle teba'ai saltanat-ı seniyyemizin istihsal-i refah ve rahatlan âzami amalimiz olduğunu ve bu emniyye-i hayriyyenin hüsûli ve kâffei sekene-i Memaliki mahrûsamızın temin-i can ve ırz-u malları zımmında te'sis olunmuş olan kaffe-i kavanin-i esâsiyye-i adliye tarafımızdan tamamen te'kid ve te'yid kılındığını cümleye ilân ederim." (Lütfi Tarihi)

Harcamaların kısılacağı, yapılan anlaşmalara uyulacağı, ordu ve donanmaya önem verileceği, teba'nın refahından başka fikir ve emel güdülmediği anlatılıyordu.

Abdülmecid Han da en halis niyetlerle çalışmış ama, bazı meselelerle başa çıkamamıştı. Talihli pâdişâhlar devri kapanalı çok olmuştu. Her yanından sıhhat fışkıran bir delikanlıyı her doktor daha da gürbüzleştirebilir de, yatalak hasta durumundaki bir ihtiyarın tedavisi hangi doktorun harcıdır?

Abdülaziz Han nasıl bir hastaya doktorluk yapacağım biliyordu! Kendisinden öncekinin hatalarını da biliyordu. Serasker Rıza Paşa'ya "Ben birader gibi kan ve oğlanla eğlenemem. Beni işe alıştırın. Ben mühimmat ile ve gemi teçhîziyle ve asker tertibiyle meşgul olmak isterim" diye haber veriyor, ondan müspet cevap alamıyordu. "Abdülaziz güçlü kuvvetli, pehlivanlığa, ciride, ava ve ata meraklı, kahraman yapılı, gösterişli ve heybetli bir şahsiyet olduğu için." Yerinde duramıyordu. Taht ile harem arasında ömür geçirecek padişahlardan değildi. İş görmek istiyordu. Devlet erkânını da iş yaparken görmek istiyordu. Bu yüzden bazılarının rahatının kaçacağı muhakkaktı.

Padişahın donanmaya verdiği önem herkesçe malumdu. Devletin mâli durumu ise, galiba pâdişâhın pek malûmu değil. Saltanatının onbirinci gününde Vezir-i Âzam Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa'yı sıkıştırdı. Donanmanın takviyesi için tahsisatın artırılmasını istedi. Eskiden olduğu gibi değil; düzen değişti, şartlar değişti. Bilhassa Fransız İhtilali'yle başlayan, sonra da durmak bilmeyen yenilikler devam edip gidiyor: Pâdişâh, "Kullarım!" diyemiyor. Pâdişâhın bu hitabını imtiyaz madalyası yapıp göğsüne takacak insan da kalmadı. Artık insanlar sadece Allah'a kul olduklarım anladılar ama yazık ki pâdişâhın tabir olarak kullanıldığı kulluktan çıkanlar Allah'a da eskisi kadar kulluk yapamıyorlardı. Bu konu ayrıca incelenebilir; biz şimdi vezir-i azama dönüyoruz: Pâdişâha dedi ki:

"Efendimiz, bugün devletimiz kabuksuz bir yumurta halindedir. Bir taraftan bir diken dokunacak olursa, maazallah akıp gidecektir. Evvela ahvali mâliyemizi ıslâh edelim, ba'dehu asker tanzimine ve donanma tehyiesine çalışalım" demiş. Vezir-i âzam'ın bu mülâhazası yerini Ali Paşa'ya kaptırmasına sebep oldu.

Tanzimatın en önemli simalarından Ali Paşa'nın bu dördüncü sadaretidir. Fakat; üç buçuk ay ancak durabilir, o da Keçecizâde Mehmed Fuad Paşa ile takas olunur. Hariciye nazırlığı ve vezir-i âzamlık ikisi arasında değişilir. Tabii ki pâdişâh onayıyla.

Sultan Abdülaziz'in vezirlerle uyum sağlaması kolay olacağa benzemiyor. Ab-dülmecid zamanı vezirleri şimdi de iş başında olduğu için, alışkanlıklarını yaşamakta zorlanacaklar, çünkü iki pâdişâh arasında muazzam fark var. Önceki kendini içkiye ve kadına vermiş, devlet işleri daha çok vezirler aracılığıyla yürütülürken, şimdiki her şeye hâkim olmak istiyor. Cevded Paşa'nın kaydına göre, diyor Ziya Nur: Sultan Aziz İslâmî emirlere uygun davranışıyla, muhafazakâr halk kiltlelerince ilk Osmanlı padişahlarına benzetildi. "Sultan Abdülaziz Han Hazretleri'nin cülusu, âmmeyi mûcib-i memnuniyet oldu, validesi Sultan Efendi Hazretlerinin dahi kemâl-i salâh ve iffeti başkaca bâdi-i tesiyet oldu."

Yine Ziya Nur'a göre: Zevku safaya dalan grup Sultan Aziz'in gelişinden üzüntü duydu; anlamın istediği şehzade Murat idi. Rumlarla Ermenilerin de şöyle dediğini okuyoruz aynı yerde: "Bizim Pâdişâhımız Abdülmecid idi, bu, Müslümanların pâdişâhıdır."

Tanzimat'tan evvel gevşemeye, Tanzimat'la beraber Batılılık Batıcılık adına unutulmaya başlayan bazı özelliklerin yeni pâdişâhla diriltilme ihtimali, o hayata alışanları tedirgin ediyor. Kendi açılarından haklılar.

İlk bozulmanın fakirlikle başladığı, güçsüzlükle kuvvetlendiği aşikâr. İnsanların kendinden üstün olana benzeme temayülü inkâr edilebilir mi? İşte Abdülaziz, eğer doğruysa, büyük ataları gibi olmaya hevesli, gemiyi beraber yürüteceği insanlar arasında bu konuda birlik fikri yok. Daha önce görülmüştü, paşalarımız bizzat kendileri olmayı saydıkları -yahut saymak zorunda oldukları- için, Rusçu, İngilizci, Fransızcı olmuştular. Yarın bir başka devlet ön plana çıksa mutlaka o da, bizden yâren bulabilir. Gelelim Âli Paşa'nın azline:

Âli Paşa'nın sadâreti bu kadar kısa sürede terketmek zorunda kalışı için çeşitli sebepler ileri sürülür. Bunlardan birisi de Şair Ziya Paşa'nın bu değişiklikte parmağı olduğudur.

Pâdişâh Ziya Bey'e (paşalığı sonradan) ne derece önem verirdi bilinmez, amma Ali Paşa ile ilgili onun bir şeyler yaptığı söylenirmiş. Başmabeynci Hafız Mehmed Bey'den naklediyor, doğru olabilir. Aslında Ziya Paşa-Ati Paşa meselesi roman mevzuudur. Yazılsa heyecanla okunur. Kısaca söyleyelim, Ziya Paşa da, Ali ve Fuad Paşalarla dosttur. Bir süre sonra düşman olurlar. Ziya Paşa sarayda görevli iken Reşit Paşa ölüp Ali Paşa sadrazam olunca işler değişir. Ziya Paşa saraydan gönderilir. Değişik yerlerde değişik vazifelerde bulunur. Amma onda değişmeyen bir şey vardır. Ali Paşa'ya düşmanlık! "Zafername"yi yazar. Ziya Paşa: "Madem ki Ali Paşa devrin sadrâzamıdır, elbette onun da övülecek pek çok yönleri vardır. Ama bu kasidedeki övgüler öylesine ince, öylesine sanatlı olmalıdır ki, büyük düşmanı Ali Paşa göklere çıkacağına, yerin dibine batmalıdır." Ali Paşa için Ziya Paşa'nın beslediği duyguların bir damlası, aşağıda:

Bir hasmı bîmürüvvete dûş etti kim beni

Kalbi haşini bilmez idi rahm ü şefkati

İtfaya bezl-i himmet ederdi hased ile

Her kimde görse füruğ u liyâkati

Yalvardım itiraz ü tazarrular eyledim

Asla tagayyür etmedi kinü husûmeti


(Zafername'den)

Belgrat Vakası

Fuat Paşa'nın sadrazamlığı döneminde Belgrad vakası zuhur etti. Osmanlı Devleti'nin Rumeli ile temasından beri uyumsuzlukları ile gündemden düşmeyen Sırplar, 29 Ağustos 1830'da aldıkları muhtariyeti Rusların teşvikiyle Türkler aleyhine kullanmaya başladılar. Anlaşma gereği Belgrad'da bir Türk mahallesi bulunmaktadır. Fakat Sırplar bunu içlerine sindiremezler; devamlı olay çıkarırlar. "Bu vakaların en mühimi, bir çeşme başında çıkmıştır: Rivayete nazaran, bir Türk askeri kendisinden evvel su alnak isteyen bir Sırpı öldürmüş, bunun üzerine Suplar ayaklanıp şehirdeki Türk karakollarını basmaktan başka müslüman mahallesiyle kaleye bile hücuma kalkışmışlar... Muhafız Aşir Paşa derhâl şehri topa tutmuştur." (15 Haziran) 8 Eyülde İstanbul'da aktedilen konferans neticesi Türkiye mevcut haklarının birçoğundan vazgeçmek zorunda kalmıştır. Konferansın muhatapları Türkiye, İngitere, Fransa, İtalya, Prusya, Rusya. Artık her anlaşmanın mağlubu Türkler olmaktadır.

Sultan Aziz mâlî buhran içerisinde oturduğu tahtta ağabeyinin yaşadığı sıkıntıları devralmış, İkinci Mahmud devrinde, zaruretten dolayı çıkarılan kağıt paralar kullanımda idi. İhtiyaçların gereği Abdülmecid'in son aylarında basılan bir milyar ikiyüz milyon kuruşluk kaime onsekiz senede azar azar piyasadan çekilmesi şartıyla tedavüle çıkarılmış idi. Hiçbir karşılığı olmadığı için devamlı kıymetten düşüyordu. Cevdet Paşa'nın mâruzâtından; o günleri, paranın ve pâdişâhın durumunu öğrenmeye bakalım: "Ka'ime ile yüzlük altun bir günde üçyüz guruşa kadar çıktı. Ferdası üçyüzü geçdi. Müteâkıb dörtyüze varır varmaz kaime hiç geçmez oldu. Hâlbuki nâsın ellerinde hep kaime olduğundan pek çok âdemler aç kaldı."

Sadrâzam Fuad Paşa halkın çektiği sıkıntıları padişahtan daha iyi görmekte, çareler düşünmektedir. İnsanlar ekmek alamaz hale gelip, ellerinde, işe yaramaz bir yığın kağıtla ortada kalmışlar. Esnafın kâğıt paraları gerçek değerine almaları; aksine hareket edenlerin cezalandırılacağı camilerde herkese duyuruldu ise de faide etmedi.

Bu işin çözümü ancak altınla olabilirdi. Mehmet Ali Paşa, Âli Paşa ve Fuad Paşa çareler üretmeye çalışırken, pâdişâha acı reçeteyi sunmaya Fuad Paşa'dan başkası yanaşmıyordu.

"Fuad Paşa açıkdan açığa işi meydana koyup hakayıkı ahvâli pek serbest olarak arzu beyan eyledi ve hatıra gelen her dürlü esbaba teşebbüs etdi."

Hatta altın ve gümüş kullanımını yasaklamak ve herkesin elinde bulunanı toplayıp sikke kestirmek için fetvayı şerife dahi aldı. "Sultan Abdülaziz Han Hazretleri buna dair Fuad Paşa ile bahsederken: "Bu iş nasıl olur. Sultanların evanisi nasıl alınır. Meselâ onların seyir yerlerinde su içtikleri gümüş tasları var. Bunlar alınır mı?" dedikte, Fuad Paşa, "Hayhay Efendim, anları da alırız. Allah göstermesin, Devlet-i aliyye'ye bir fenalık gelüp de Efendimiz Konya'ya doğru giderken bizler dahi rikâbmıza düşüp gidecek olduğumuz vakit, Sultan efendiler bu taslarla ayrılık çeşmesinden su mu içecekler!" dedikten başka: "Efendimiz varis-i saltanatsınız. Lâkin bir medyun Türkiye'ye varis oldunuz."

Acı gerçeklerin itirafı pâdişâha tesir etmiş; Fuad Paşa'nın tekliflerini kabule mecbur olmuştu. "Bunun üzerine ittihâz olunan tasarruf ve idare mesleği enzâr-ı yâr u ağyarda makbul olarak itibâr-ı mâli, oldukça avdet eylemekle Avrupa'da teşebbüs olunmuş olan istikraz işi fi'le geldi ve devlet biraz nefes aldı ve hemen kavâ'imin ilgasına karar verildi."

Maddî sıkıntıların aşılmasında herkes fedakârlık yapmak mecburiyetinde idi. Bunun ilk örneğini Sultan Aziz'de görürüz: "Hazine-i Hassa'nın ayda beşbin, senede altmış bin keselik munzam tahsisatını devlet hazinesine terkettikten başka, hanedan tahsisatlarıyla diğer saray masraflarını da tenkîhat yapmıştır..."

Bugün bizim alışık olduğumuz (kemer sıkma) politikasını o günlerde başlatan Abdülaziz sayesinde hazine nefes almış; sıkıntılar aşılmıştır.

Pâdişâhın, o günlerde adet olmadığı halde; İngiltere veliahdı için verilen bir ziyafette, paşalarıyla beraber bir sofraya oturması da, artık işlerin değiştiğinin bir işareti sayılabilir.

En keskin tedbirlerle mâlî sıkıntıların aşılmasına çare aranırken Karadağ'da isyan patladı. Rusya küçük prens'likten çıkıp, büyük devlet sınıfına girmeye başladığından beri, aleyhimize gelişen her meselenin ya başlatıcısı, yahud devam ettirmeye çalışanı olmuştu. Yine, bu isyanda da Rusya görünüyor. Serdâr-ı ekrem Ömer Paşa Karadağ'ın payitahtına kadar ilerledi; araya giren Avrupa devletlerinin ısrarıyla İşkodra'da bir sulh anlaşması imzalandı. Bu antlaşma ile Karadağlıların bir mânâda eli ayağı bağlanmış ise de, pek çok defa olduğu gibi bunun hükmü de uzun süre geçerli olamamıştır.

Sırbistan'daki Türk Kaleleri

Kırım Harbi'ne beraber girdiğimiz Fransa, askeriyle askerimizin omuz omuza çarpıştığı Fransa, o dostluğun üstüne menfaat şalım örttü. Gerçi, Kırım Harbi de bir başka türlü menfaatin tezahürüydü ya! Belgrad vak'asında Rusya ile beraber Fransa da Sırbistan lehine Türkiye aleyhine kullanmak istedi. Bunun için, İstanbul'da bir sefirler konferansı toplanmasına -İtalya'nın yardımını da alarak- ön ayak oldu. Fransa'nın böyle bir toplantı yapmak isteyişinin sebebi 1856 Paris Anlaşması'nın 28'inci maddesinden dolayı Osmanlı hâkimiyetinde bulunan Sırp Prensliğinin Rus himâyesi yerine o anlaşmada imzalan bulunan devletlerin müşterek kefaletleri altına alınmış olmasıdır. Aslında o madde Türkiye aleyhine devamlı ihlâl edilmiştir. Paris anlaşması, Türkiye lehine olan hiçbir maddesinin işlerliği kalmadığı, aleyhine olanların yeri geldikçe kullanıldığı bir anlaşma haline gelmişti.

İstanbul'da toplanan konferansa Türkiye'nin dışında İngiltere, Fransa, İtalya, Prusya ve Rusya katıldı. Burada Fransa sefiri Belgrat Kalesi'nin Sırplara bırakılması için çok gayret sarfetti am, İngiltere ile Avusturya'nın muhalefeti buna mani oldu. 8 Eylül 1862'de toplanan konferansta alınan kararla protokole geçen maddeler şöyle:

1. Türk hâkimiyetinde bulunan Sırp kalelerinden Sakad, Ujitza: Eskice Sırbistana terkedilecekti.

2. Belgrad, Böğürdelen, Semendire ve Feth-ül İslâm Türkiye'ye kalacak.

3. Müslümanlar şehirlerde değil, sadece kalelerde oturabilecek.

4. Belgrad şehrindeki Türk karakolları kapatılacak.

5. Belgrad şehri gibi varoşları da Sırplara bırakılacak.

6. Karma bir komisyonun askerlik bakımından göreceği lüzum üzerine Belgrad Kalesi tamir edilebilecek ve Sırplılarla anlaşmak şartıyla arazi istimlâk edilebilecek.

Türkiye kaybettiğine, Sırplar az kazandığına üzüldüğü için bu protokol iki tarafı da memnun edemedi. Bu meseleye ileride tekrar dönülecek, bizim için acı olan sahneler seyredilecek.

Fuat Paşa'nın İstifası

Fuat Paşa getirdiği tedbirlerle hazineyi iflastan kurtarmış idi. Herhalde bundan dolayı olacak, pâdişâhın askerî masraflar için fazla ödenek ayırmasına bile karşı çıkar; pâdişâh dinlemeyince de sadrazamlıktan istifa eder. Yerine Yusuf Kâmil Paşa geçer. (5 Ocak 1863)

Sultan Abdülaziz'in Mısır Seyahati (3 Nisan 1863)

Fuat Paşa'nın istifasıyla sadrâzam olan Yusuf Kâmil Paşa meşhur Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa'nın damadıdır. Kayınbabasının ahvadının hüküm sürdüğü Mısır'a gitmeye, pâdişâhı teşvik eder. Mısır seyahatine çıkan Sultan Abdülaziz Serasker Fuat Paşa'yı da yanına alarak, ona yaveri ekremlik ünvânı dahi verir. "Yavuz Sultan Selim'den beri Padişâhân-ı Âli Osman'dan hiç biri Mısır'a gitmeyip, bir vakitten beri Mehmed Ali Paşa hanedanının kazanmış olduğu imtiyâzât dahi Mısır ülkesini bir kıta-i müfreze hükmüne koymuş idi."

Sultan Aziz, Mehmed Ali Paşa isyanıyla ne olduğunu unutan Mısır'a gitmekle ne olmadığını hatırlattı. Ayrı bir devlet halini almaya başlamış fakat olamamıştı. Ne devlet gibiydi ne vilâyet (eyâlet) Mısır halkı bir pâdişâhları olduğunu görüp hatırlamakla sevince boğuldu. Amaç, Mısır'ın Türkiye ile olan bağını kuvvetlendirmekti, görüntü olarak amaca ulaşıldı. Vali İsmail Paşa'nın tertiplediği karşılama merasimi çok muhteşemdi. Pâdişâh pek memnun kaldı. Vali daha sonraki eğlencelerle de pâdişâhı hoşnud etti. Onun ilerisi için tasarısı vardı; pâdişâha doğru atılan her adım tasarısının yanına yaklaştırıyordu. İsmail Paşa işi profesyonelce yapmaya, yarın isteyeceği imtiyazın bir bacağından yakalamaya gayret etti. Baş taraflarda Abdülmecid'e benzerliği olmadığını, onun gibi sefahata meyletmediğini söylediğimiz pâdişâh, burada baştan çıkmış gibi görünüyor. İsmail Hami Danişmend'in uzunca bir cümlesiyle, bu hususu şöyle, ihtiyatla naklediyoruz: "Bu seyahat esnasında Mısır Valisi İsmail Paşa'nın pâdişâhı eğlendirip gözüne girmek için tertip ettiği fevkalâde muhteşem eğlence âlemlerinin Sultan Aziz'i sefahat meylettiren âmillerin en mühimlerinden olduğu hakkında bir rivayet vardır."

Pâdişâh Mısır'da karşılanışından, ayrılana kadar gördüğü sevgi, ilgi, hürmet karşısında duyduğu memnuniyeti gizleyemedi. Seyahat dönüşü İzmir'de muhtelif milletlerden kadınlar, kızlar diz çökerek "Vivele sultan" yani, yaşasın pâdişâh diye çağrıştılar.

"Zat-ı şahane bu alkışlardan memun olup hattâ "Mısır ve İzmir'de gördüğümüz eser-i meylü muhabbet-i İstanbul sekenesinden görmedik" deyu buyurmuşlar." Pâdişâhın İstanbul'da karşılanışı da çok muhteşem olup, dükkân sahipleri dükkânlarını gelin odası gibi donatmışlar, bütün esnaf, biraz da Mısır'la yapılacak alışverişlerin getireceği bolluğun sevinciyle bayram yapmış idi. Pâdişâhın Mısır'dan dönüşü İstanbul'da üç gün kutlanır, geçtiği çarşılarda atının ayaklarının altına pullar serpilir. Fener alaylarında yarış o kadar geniş kitlelere sirayet eder ki fener ve kandil sıkıntısı yaşanır. (3 Nisan 1863)

Bu seyahatte kendisini pâdişâha haddinden fazla sevdiren Fuad Paşa Yaver-i ekremlik unvanı almış iken, seraskerliği, sonra da sadrazamlığı dahi haketmiş. Yusuf Kâmil Paşa eski vazifesi olan meclisi vâlâ reisliğine tekrar tayin edilmiş. Böylece, pek çok kişi gibi Fuad Paşa da İkinci sadâret dönemine başlamıştır. (1 Haziran 1843)

Bâb-ı Âli'de sıkça görülen makam-mevki değişikliği herhalde dünya siyasetini takipte zorluklar getiriyordu. Balkanlarda yaşanan değişiklikler Bâb-ı Âli'yi Avrupa devletleriyle devamlı karşı karşıya getiriyor, hemen hemen her seferinde ayrı bir muhatapla karşılaşan Avrupalılar da şaşılıyorlardı.

Memleketeyn Birliği

Eflâk ve Boğdan olarak iki ayrı memleket sayılan Romanya Osmanlı devletinin kurduğu düzenden çıkmış, tek memleket olarak anılmaya başlamış, orada pâdişâhın fazla selâhiyeti kalmamıştı. Fransa'nın baskısı ile, anılan yerlerin tek prenslik yapılması, bunun bir protokola bağlanması ve kendi kaderini tayinde bağımsız hareket etmeye başlaması bazı paşalarımızı isyan ettiriyordu. Bu işin buralara kadar gelmesinin suçunu Hariciye nazırı bulunan Âli Paşa'ya yükleyen Ziya Paşa bir şiir yazarak:

"Etti bir yüzbaşıyı memleketeyn üzre kral" diyor, fakat bu da hiçbir şey ifâde etmiyordu.

Osmanlı Devleti'nin Avrupa'daki şehirleri, memleketleri birer birer bağımsızlığına kavuşup gidiyor. Gitmeyenler de gün sayıyor. Eflâk ve Boğdan İkinci Murat devrinde haraca bağlanmış (1423), Fatih 1476'da Boğdan'ı tamamen fethetmişti. Bir kere ele geçen yerin devamlı kalması çoğu kere mümkün olmadığı gibi Boğdan da elden çıkmış, ikinci Bâyezid'le fetih hareketlerine devam etmiş, Eflâk-Boğdan çokça Türk kanı içmişti. Asırların gücünü emdiği Türk milleti, şimdi oraların kaderini belirleme hakkını başkalarına vermek zorundaydı. Memleketeyn -Eflâk-Boğdan- birliği protokolü İstanbul'da imzalandı. Avusturya, Fransa, İngiltere, İtalya, Prusya ve Rusya'nın iştirakiyle yapılan anlaşma metninde yer alan maddelere göre yine:

1. Birleşik Eflâk ve Boğdan Beyliği bundan sonra da Osmanlı Devleti hâkimiyetinde kalacak.

2. Osmanlı Devleti'nin yaptığı anlaşmalar Memleketeyn'i de bağlayacak.

3. Eflâk ve Boğdan bir prens, bir millî meclis ve bir ayan meclisi tarafından idare edilecek.

Burası karışık bir yer. Yapılan anlaşmalar kâğıt üzerinde kalmaya mahkumdur. Bir kere, efendi zayıflamış, köle kuvvetlenmiştir, gerisi boş... Mısır gibi!

Mısır'ın Veraset Meselesi

Osmanlı Devleti'nin gücünün eridiğini herkes görür de, hiç Mısır valisi görmez mi? Balkanlarda yaşanan değişiklikler Mısır valisinin iştahını kabartmaz mı?

"... bir taraftan Memleketeyn = Romanya, Sırbistan ve hatta Karadağ beylikleri Avrupa devletlerinin mütemadi himayeleri sayesinde muhtariyetten istiklâle doğru giderken, bir taraftan da Mehmed Ali sülâlesinden gelen Mısır valilerinin beşincisi olan İsmail Paşa İstanbul'a yağdırdığı altın külçeleriyle muhteşem ve giranbahâ hediyeler sayesinde irsî valiliklerden hükümdarlığa doğru tedricen istihalesini temin edebilecek imtiyazlar koparmakla meşguldür."

Pâdişâhı bile altınlarla avladığı iddia edilen İsmail Paşa'nın yardımcısı Ali Paşa'dır, ama çok da düşman kazanmış Ali Paşa.

Mısır 1841'den beri irsî valilikle idare ediliyor, baştaki ölünce, yerine ailenin en yaşlı erkeği geçiyordu. Buna göre, İsmail Paşa'dan sonra sıra Mustafa Fazıl Paşa'daydı. Bu paşa Türkiye'de maliye nazırıdır. Pâdişâh bir fermanla kuralı değiştirir. Bundan böyle ölen veya herhangi bir sebeple valilikten ayrılanın yerine b¬yük evlat geçecek, aynen padişahlıkta olduğu gibi: Böyle olunca Mustafa Fazıl Paşa Mısır valisi olma şansını kaybeder amma, müthiş bir Ali Paşa düşmanlığı kazanır.

Padişahın Gönlü, Fuat Paşa'nın Azli (5 Haziran 1866)

Tanzimat devrinin üç yıldız isminden biri Fuad Paşa'dır. Sadarette üçüncü senesi dolmuştu ki, çok uzun bir zaman sayılır.

Mısır Hidiv'i İsmail Paşa'nın körpe ve güzel kızı Tevhide Hanım pâdişâha arzı tazimat için geldiğinde, pâdişâh, kızın güzelliğine vurulmuş ve bu kızla evlenmek istemiş. Fuad Paşa, böyle bir evliliğin, Hidiv'e çok imtiyazlar kazandıracağı, devlete zarar vereceği mütealasıyla, olmaması gerektiğini söylemiş, pâdişâhın gönül meselesine karşı çıkmış. Tanzimat'ın getirdiği özelliklerden sayılan kaideye uyan pâdişâh, sadrâzamına kabul ettiremediği işi yapmaktan vazgeçmiş. Amma, Fuad Paşa'yı da affetmemiş. Daha sonra bu güzel ve genç Hatun Prenses Tevhide Kavalalı sülalesinden Ahmed Paşazade Vezir Mansur Paşa ile evlenmiş. (Yılmaz Öztuna)

Fuad Paşa'nın azlini gerektiren sebep olarak yukarıda anlatılanlar Yılmaz Öztuna'nın görüşleriydi. İsmail Hami Danişmend ise başka türlü yazıyor.

Pâdişâh, evlenme arzusunu Başmabeynci Ali Bey vasıtasıyla Fuad Paşa'ya bildirmiş, Paşa küçük bir kâğıda, böyle bir evliliğe rızası olmadığını yazıp Ali Bey'e vermiş. Not Ali Bey'e olmasına rağmen, o küçücük kâğıt parçası padişaha takdim edilmiş. "Küçük kâğıda yazılması ihtirama ademi dikkat" yani görgü kurallarına saygısızlık olarak kabul edilip, Fuad Paşa ikinci defa sadâretten azl edilmiş.

Yerine Mütercim Rüşdi Paşa getirilmiş. Hâlbuki Ali Paşa ile Fuad Paşa'nın hariciye ile sadâreti aralarında değişmeerine alışılmış idi...

Girit İsyanı (2 Eylül 1866)

Rumların "megali-idea"sı adım adım yaklaşıyor. 1830'da istiklâlini kazanan Yunanistan büyük ideâlin peşinde. "Bütün Rumların Yunanistan'a bağlanması, İstanbul'un merkez yapılması yolunda bütün çabalarını harcamaktalar. "Bu küçük milletin en büyük hatası küçüklüğünü anlayamamasıdır." Bir türlü çelmelerinden kurtulamadığımız Rusya, bu Girit İsyanı'nın tertipçisi rolündedir. "Hatta Yunan kralı Yorgi'nin aldığı Rus Prensesine çehiz olarak Girit Adası'nın vadedilmiş olduğu hakkında bile tuhaf bir rivayet vardır! Mahmud Celâleddin Paşa'nın "Mirat-ı Hakikat'inde Hanya'daki Rus konsolosunun tam bir seneden beri Girit Hıristiyanlarını ayaklandırmaya çalıştığından bahsedilmektedir."

Avrupalı devletler Rum milletini her zaman şımartmaktadır. Rusya ise, Türk düşmanlığına bağlı olarak aynı oyunu zevkle oynuyor. Rumların milliyet ateşi kendi dışlarından körüklenmelerin de tesiriyle alevlenmiştir. Müslüman Türklere karşı Hıristiyan Rumların gördüğü destek, aslında yadırganacak cinsten değil! İşin diğer cephesine gelince: Âli Paşa'nın pâdişâha arz ettiği bir lâyihaya göre Girit'te muazzam miktarda borçlanma olmuş. O zaman, Girit için inanılmayacak bir rakam, 150 milyon kuruş borç yapılmış, Türk-Rum bir arada yaşanan Girit'te, borcun üçte ikisi Rumların. Bunun ödenmesi çok zordur. Bu, normal bir borç olmadığı için yetkili imza sahipleri suçludur. Bunlar eldeki belgeleri imha yoluna gidiyor. Biz bu işin aslını Âli Paşa'nın lâyihasından aynen okuyalım: "İhtilâlden evvel Girit'te efrad beyninde (arasında) duyûn ve müsta-razâdan (borç alınan paranın) 150 bin kuruşa baliğ ve bunun takriben sülüsânı (üçte ikisi) ahâlî-i müslimenin alacağı olup ve birtakım ödemeler dahî aşar iltizamından dolayı (mahsul vergisinden) Hazineyi Celile'ye medyun ve müesânın ekseri bu makûleden olup, o makûleler başka bir idareye geçmeyi, borçlarından kurtulmaya yol zannına ve bu tarîk (yol) ile dâyinlerini (alacaklılarını) ızrar ve kendilerini mazhâr-ı yesâr etmek tama's ümidine düşmüşlerdir." Rumların Grek diye anıldığı, Grek'in hırsız demek olduğu hatırlanırsa, bu yazılanlarda abes bir taraf yoktur.

Önce kendi başlarına bir hükümet kurmayı sonra da Yunanistan'a ilhakı düşünen Girit Rumları, oraya sağlam gelmek için dünya kamuoyunu yanlarına almaya çalıştılar. Dünya devletlerinin gücünü arkalarına almak istediler. Bunun yolu pâdişâhtan geçiyordu. Pâdişâha müracaatla vergilerin, gümrük resimlerinin yüksek oluşundan yatkındılar; mahkemelerin kendilerine adil davranmadığından ve vali İsmail Paşa'yı şikâyet ettiler. Bütün şikâyetlerini kaleme almış, Girit'teki yabancı konsoloslara da vermiştiler.

Söyledikleri asılsızdı. İstanbul'dan müşfik nasihatler geldi, aldırmadılar. Geçimde gözleri olmadığı için kavga çıkaracaklar, kavga da haksızlıkları belli olmasın diye çırpınıyorlar, bütün mesele bu: En fazla üzerinde durdukları, yabancıların sempatisiydi ki, o zaten doğuştan var olan bir şey değil mi?

Bu Girit, Türk'ün netamelisidir asırlar boyu. Neler harcadık neler! En namdar, Deli Hüseyin Paşa senelerce ter ve kan dökmüştü burada. Nice paşalar varını yoğunu ortaya koymuştu da bir türlü yaranamamıştı Giritli Rumlara. Acaba, elde kılıç varken hepsinin boynu vurul-saydı yaranılır mıydı?

Hilebaz Rumlar isyana, isyan da netice almaya niyetliydi. Her yolun mubah, kaybetmenin günah olduğuna inanıyorlardı. Hükümete sadık olan kimseleri tespit edip, önce onları katlettiler ve suçu üzerlerine almadılar, hatta bu mezâlimi yapanın Türk hükümeti olduğu yalanını etrafa yaydılar. Yunan gazeteleri Girit Rumlarının yalanını dünyaya duyurma görevini bihakkın yerine getirdi.

Girit'te Rumlar gerilla savaşlarıyla Müslümanları kınıyorlardı. Hem suçlu, hem güçlü pozuna bürünmeyi beceren Rumlar, kendilerine inanmaya teşne bir Avrupa buluyor. "Barbar Türkler-" propagandası ile bugün yaptıkları gibi o gün de dünyayı ayağa kaldırmayı beceriyorlardı. Arka plânda Yunan Albayı, görünürde Hacı Mihal adlı Rum olduğu halde hareketlerini hızlandırdılar.

Bâb-ı Âli 40 000 askerle müdahaleye kalkmasına rağmen, neticede önemli değişiklik sağlanamadı. Çete savaşındaki maharetleri biraz da insani duygulardan uzak davranışlarına uyduğu için, Rumlar başardı oluyorlardı. Nihayet, 2 Eylül Pazar günü Giritli Rumlar Yunanistan'a iltihak kararı aldılar. Osmanlı Devleti rejim değişikliği ile de mevcudu muhafaza edemiyor, tam rejim yapan hastalar gibi günden güne zayıflıyordu. Nereler gitmedi ki? Şimdi de sıra Girit'teydi ve Girit gidiyordu!!!

Girit, Bâb-ı Âli'ye bir sadrâzama mal olmuştu. Mütercim Rüşdi Paşa zor günlere tahammül edemeyip istifasını vermiş; Âli Paşa hariciye Nazırlığından sadrazamlığa (5. defa) Fuad Paşa Hariciye nazırlığına, Rüşdi Paşa da seraskerliğe tayin edilmiştir. (11 Şubat 1867)

"Yeni Osmanlılar"

Tanzimat'a muhalif fikirler yeşermeye başlamıştı bile. Eski düzenin 500 seneden fazla devam etmesine karşılık, yeni düzenin muhalifleri bir insan ömrü kadar bekleyemediler.

1826'da başlayan Tanzimat'a "istemezük" diyenler 41 sene sonra seslerini duyurmaya başladılar. Yeni Osmanlılar cemiyeti adıyla bir araya gelen sekiz on kişi, devletin gidişatından memnuniyet duymadıklarını, bazı değişikliklerin gerektiğini savunuyorlardı.

Yeni Osmanlılar cereyanı niçin başladı sorusu, farklı kişilerden farklı cevaplar bulur. Enver Ziya Karal'ın yorumunun özetine çalışılacak: Yeniçeri Ocağı 1826'ya kadar padişahlar üzerinde etkiliydi. Devlet idaresine tesir ediyordu. İcraatinden hoşlanmadıkları bir sadrâzamı pâdişâha azl ettirebiliyorlardı. (Hatta aralarına alıp parçalıyordular) Pâdişâhın fikir ve çalışmasını beğenmezlerse, tahttan indirebiliyor, daha ileri gidip öldürtüyorlardı.

1826 bu tür işlerin tarihe karıştığı senedir. Gücü sıfıra indirilen yeniçeri bukağısından kurtulan pâdişâh serbest harekete başladı. 1839'da ilân edilen Tanzimat, ulemâ sınıfının otoritesini kaldırdı, pâdişâh öyle bir baskıdan da kurtuldu. İstediği yöne kanat açacak bir pâdişâh, bazıları tarafından mahzurlu görüldü. Bir kısım mesuliyet fikri taşıyan gencin bir araya gelmesiyle "Genç Osmanlılar" adlı cemiyet vücut buldu. Amaçları, hükümetin icraatını kontrole tabî tutacak faaliyetlerde bulunmaktır.

Enver Ziya Karal Genç Osmanlıların gerçekten genç olduklarını söylüyor ve yabancı dil bildiklerini, bazılarının Avrupa'da tahsil gördüğü, Batı'yı iyi bilen gençlerin Türkiye'deki geriliği farkettiğini anlatıyor. Ve çok şeyin yanında, profesör şunu da söylüyor: "Olayları, dinî itikattan gelen his ve heyecan ile değil fakat akla ve mantığa dayanan tenkit ile değerlendiriyorlardı. Bu düşünüş tarzı ve bu çalışma usûlü onlara dinamik bir ruh hali de kazandırmıştı..."

Kim haklı kim haksız suâlinden önce, insanların bilerek yahut bilmeyerek, isteyerek yahut istemeyerek bulundukları yerleri terk ettiklerine dikkat gerekiyor. Düşünen ve bir şey olduğuna inanan insan bir şey yapmaya çalışıyor. Yeni olmak, yenilikçi olmak tatmin aracıdır. Osmanlı İmparatorluğu ağacını içindeki kurtlar kemirmekte; dalları kurumakta, insanları mahsunlaşmakta. Bu gidişatın felaket getireceği korkusu taşıyanlar, bu gidişatı değiştirmek istiyor. Bir araya toplanan gençlerin müşterek fikri değişimdir, başka bir şey değil. Hepsinin istediği aynı türde değişim değil, çeşitlidir.

İstanbul'da kurulup, varlıklı aile çocuktarı tarafından gazete çıkarmaya başladılar. Avrupa gazetelerinden iktibaslar ve kendi fikirleriyle süslenen sayfalar devlet için güzel görünümlü değildi. Eleştiri, eleştiri, o günlerin şartlarında yapılabileceğin fevkinde tenkitler. Tasvir-i Efkâr, Muhbir ve Tercüman-ı Ahvâl gençlerin ruhundaki fırtınayı kasırgaya çevirip İstanbul'da estiriyor. Gazete idarehaneleri siyasî parti binası gibi çalışıyor.

İçlerinde Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Suâvi, Agah Efendi gibi şöhretli isimler bulunan cemiyetin kuruluşunda yahut bu kişilerin o cemiyette bulunuşunda farklı sebepler olduğu da söyleniyor. Yeni bir cemiyet kurmak için Ziya Paşa'ya yakıştırılan; devletin en üst basamağına çıkartılmayışıdır. Mesela, Âli Paşa önüne bir engel olarak çıkmasa idi, sadrâzam olması işten bile değildi. Nâmık Kemal ile Ali Suavi kabına sığmayan insanlardı. Dertleri, "devletin daha iyi durumlara gelmesini istemek" olarak söylense nasıl olur bilemiyorum.

Bir ara, icab ederse Ali Paşa'yı ortadan kaldırıp, yerine sadrâzam tayinini bile tartışan kafadarlar, Mahmud Nedim Paşa ile Ahmed Vefik Paşa arasında seçim yapamamışlar. Bunlar böyle karar vermekte gecikince, peşlerine düşen z¬bıtadan rahatsızlıktan başlamış ve Paris'e kaçmışlar. Paris her ne kadar gâvur şehri ise de, orada, heyecanlı ve zengin bir Müslüman emre âmâde beklemektedir. O bekleyenin de hem Âli Paşa'ya hem Fuat Paşa'ya ve hem de Sultan Abdülaziz'e karşı husumeti vardır. Eğer bu zatlar biraz farklı düşüncelere girmeseler, Mısır'ın yönetimindeki yönetim usulünü İsmail Paşa'nın istediği gibi değiştirmeseydiler, İsmail Paşa'nın oğlu değil, kardeşi Mustafa Fazıl Paşa vali olacaktı. Mısır valisi, yeni adıyla hidivi olma şansını elinden alanlara düşman olan herkes Fazıl Paşa'nın dostuydu. Paris'e gelip kendisine sığınanlara, babasından miras kalan "iki buçuk milyon altın tutarındaki serveti cömertçe dağıtmayı zevk edinmişti. Bizim Yeni Osmanlılar da, eski Osmanlılar Türkiye'de kemer sıkarken bolluk içinde Paris'in tadına varmışlardı. (Herhalde!)

"Yeni Osmanlılar'ın istedikleri nedir yahut nelerdir? Avrupa'da neşrettikleri "muhbir", "hürriyet" ve "ulûm gazetesindeki yazılarına göre "Nizâm-ı serbestâne=Demokrasi", "Nizâm-ı esâsiyye= Kanun-u esâsî" ve "Şuray-ı ümmet =Meclis-i Mebusana/Millet meclisi" gibi esaslarda umumiyetle ittifak ettikleri anlaşılmaktadır." Bazı konularda anlaşamamışlar. Bilhassa lâiklik konusunda."... meselâ Ziya Paşa ile Nâmık Kemâl dincidir. "Biz usûl-i meşveret istiyoruz. Meclis-i şûrayı ümmet talebindeyiz " derken, Ali Suavi "ibâdâtı muâmelat-ı dünyeviyyeden ayırup dünyâya müteallik umuru başkaca ve müstakillen tedvin etmeli" diyor. Yani lâiklik istiyor. Mustafa Fazıl Paşa da öyle...

Her biri ayrı şeyler isteyen bir yığın insan, galiba Mısır altınlarını Paris'te yemekten başka bir şey yapamamışlar. İ.H. Danişmend diyor ki:

Yeni Osmanlıların en büyük hatası; meşrutiyeti, dünyanın üç kıtasına yayılmış rengarenk Osmanlı anâsırını birbirine hemen perçinleyecek sihirli bir lehim farzetmiş olmalarında gösterebilir."

Bu konuyu, Ali Paşa'nın hasmı Ziya Paşa'nın birkaç beyiti ile süsleyelim, güzelleştirelim. Ziya Paşa'nın şiirde muhatabının Âli Paşa olduğu unutulmasın:

Pâdişâhın adı vardır yalnız dillerde

Zâtıdır taht-ı hükümette hakiki faal

Mısır'da eyledi tağyiri veraset hükmü

Etti bir yüzbaşıyı memleket üzre kral

Rumdan Ermeni'den yaptı müşir-i bâlâ

Eyledi resmi müsavatı hukuku ikmâl

Tuz, tütün resm'e girip oldu hazine

Lebriz Etti tahvil-i kavâimle nükût istihsâl

Tutalım cümle umurunda hıyanet etmiş

Şu Girit hizmetini var mı inkara mecal?

Böyle iş görmedi ibkâ ise maksad nâmı

Ne reva şöhret için zemzeme olmak bevvâl


Çok az kısmını seçerek aldığımız Ziya Paşa'nın Âli Paşa için söylediği son beyit:

Lütfü ihsanı gibi ömrü ala namâdud

Din-ü imânı kadar kesbede feyz-ü ikbâl.


(Zafername 29.-30. s.)

Belgrad ve Diğer "Kılâ'ı Hâkanıyye"nin Sırbistan'a Terki

Daha önce de demiştik. Devlet rejimde, günden güne zayıflamakta. Yeni Osmanlılar Paris'te hayâl kurarken, üç kuruşluk Sırplar Türk kalelerine kendi bayraklarını çekiyorlar. "Tahliye ve terkedilen kalelerde Sırp bayrağıyla beraber Türk bayrağının da bulundurulması, millî izzetinefsi tatmin içindir. Bunun mânâsı "kalalar kemâkân kıla-ı Hâkaniyyeden (Hakan kalelerinden) olarak" kalıyor ve yalnız muhafaza vazifesi Türk askerinden alınıp Türk hâkimiyyetindeki Sırp askerine veriliyor demektir." Kanuninin fethinden Sultanaziz'in fermanına kadar geçen zaman 345 sene, 7 ay, 3 günden tarhedildiği takdirde Belgrad kalesinin tam 319 sene, 7 ay, 19 gün Türk hâkimiyyetinde kalmış olduğu anlaşılır." (İ.H.D.)

Rumeli Türksüzleşirken kimse so¬rasının nasıl olacağını bilmiyordu. Aradan asırlar geçtikten sonra, o toprakların üzerinde yaşayan insanların pek çoğu Osmanlı idaresinde yaşanan huzuru, huzurlu günlerin hikâyeleriyle tanıyıp efkârlanmışlar ve hâlâ da vicdanlı nesiller o günleri buğulu gözlerle yadetmektedirler...

Sultan Aziz'in Avrupa Seyahati (21 Haziran 1867)

Avrupa Türk hakanlarına yabancı değildi. Fakat hiç de gönlü yoktu onları görmeye. Murad Hüdavendigar gelip Kosova'da dalgalandırmış Türk bayrağını. Kanunî Belgrad'ı fethetmiş... Her gelen padişah bir şeyler koparmış, Hıristiyan batıdan, bir şeyler bırakmış İslâm adına. Ve canlar gitmiş bu seferlerde mallarla beraber. Onun için Avrupa insanı "Türkler geliyor" denince korkar olmuşlar, ürker olmuşlar. Türklerin derdi ne idi ki, böyle yüzlerce, binlerce kilometrelik yolları binbir ezasına cefasına katlanarak, yollarda telafat vererek geliyorlar, savaşıyorlar, yeniyorlar. Sonra da çekip gidiyorlar geldikleri yere. Osman Gazi'nin oğluna bir vasiyeti vardı. "Dava; kuru cihangirlik davası değildir" diyordu. Bu sırra eremeyenler anlayamaz Osmanlı Türkünün fütuhatını!

Neyse, o fetih günleri değil yaşanan ve fatih olma hevesi yok yeni pâdişâhlarda. Düşünülen tek şey mesul olduğu milletini, tebaasını huzurlu yaşatabilmektir; bütün hareketler onun için yapılmaktadır. Fransa'ya da misafir olarak gidilmektedir.

Paris'te açılacak beynelmilel bir sergi münasebetiyle III. Napolyon İstanbul'daki seferi vasıtasıyla Abdülaziz Hanı davet etmiştir. Bu Napolyon'un çok zararını görmüşüz.

Balkanlarda pek çok yerin ve Girit'in elimizden çıkmasında Rusya kadar Fransa'nın da dahli bulunmaktadır. Lâkin, biz öc düşünecek halde değiliz.

Barış içerisinde yaşayıp, mevcudu muhafaza etmek basan hanemize yazılacak kazanç sayılmaktadır artık. Ve artık düşman kazanma zamanı değil, dostluklar kurmaya bakmalıdır.

III. Napolyon'un davetinin peşi sıra İngiltere kraliçesi Viktorya'nın Londra'ya daveti de gelince, Sadrâzam Âli Paşa ile Hariciye Nazın Fuad Paşa pâdişâhı teşvik ederler, pâdişâh da "evet" deyiverir. Böylece, ilk defa bir Türk pâdişâhı ve Halife Sultanı savaşmaya değil, dostluğa, Avrupa'ya gidecekti. "Bu bakımdan Avrupa tarihinde misli görülmemiş bir hâdise demekti" bu seyahat.

Pâdişâh gösterişli merasimlerle çıktığı Avrupa seyahatine kalabalık bir heyetle gidiyordu. Aileden veliaht Murad Efendi, Şehzade Abdülhâmid ve büyük oğul İzzeddin Efendi de beraberinde, ilk defa ülke dışına çıkıyorlardı. Devlet erkânından Hariciye Nazırı Fuad Paşa, Sultan Hocası Akşehirli Hasan Fehmi Efendi, Başmabeynci Hüseyin Cemil Bey, Başkatip Bursalı Mehmed Emin Bey önemli isimlerden bazılarıdır.

Bu seyahatin başlattığı bir yenilik var idi. Devletin tarihinde ilk defa "Nâib-i Saltanat" olarak Sadrâzam Âli Paşa pâdişâha vekâlet edecekti.

Pâdişâhı taşıyan vapur Messina, Napoli ve Toulan'dan sonra 20 Haziran'da Paris'e varır. Uğradığı limanlarda törenlerle karşılanan Sultan Aziz mutludur. Paris'te de şanına yakışan merasimler yapılır. 10 gün kaldığı Paris'te gezilmesi gereken yerleri gezer, sergiden alışveriş yapar, tiyatro temsillerini seyreder. İmparator Üçüncü Napolyon'la sohbet eder. Sohbetin bir yerinde söz dolaşıp Girit'e gelince Napolyon'un Girit'in Yunanistan'a kaça satılacağını sorması üzerine Fuad Paşa o meşhur cevabı verir.

— "Aldığımız fiyata veririz. Haşmetmeab!

Napolyon da anlar ki Girit'in fiyatı en az, dökülen Türk kanlan kadardır! Bunu duyduktan sonra soğuk bir sessizlik olur ve mesele kapanır.

Girit meselesinin Paris'te mevzu edilişi bir başka türlü de anlatılıyor. Pâdişâhla İmparator Avrupa'yı da rahatsız eden Girit'i görüşüyorlardı. İmparator Napolyon, Türkiye'ye hayrı olmayan bu adanın Yunanistan'a bırakılması tavsiyesinde bulundu. "Pâdişâh bu yersiz teklife hiddetlenip, yüzünü başka tarafa çevirerek şu cevabı verdi."

"Girit için Devlet-i Âliyye 27 sene kan dökerek cezire-i mezkûreyi memâliki Osmaniyye'ye ilhak eylemiş ve Girit toprağı Osmanlı kanıyla sulanmıştır." Pâdişâh sözlerini bu mealde devam ettirip şöyle bitiriyor. "Düveli muazzama ittifak ederek Girit'in Yunanistan'a terkini notalarla teklif etseler bile, bu teklifi reddeder, askerimi son neferine kadar cezireye sevkeder ve donanmamdan bir sandal kalıncaya kadar sebat eder ve çaresiz kalınır ise Girit'i öyle terk ederim."

İmparator pâdişâhın hiddeti karşısında "mademki efkârı şahaneleri bu merkezdedir, Girit meselesi bertaraf olmuştur müsterih olunuz" demek zorunda kalmıştır. Bu bilgiyi Sultanın mâbeyncisi Hafız Mehmed Bey'in hatıratından alan Ziya Nur şunu da ekliyor. Pâdişâh kendisini bu seyahate zorlayan Fuad Paşa'ya "Beni bu soytarının karşısına niye getirdiniz" diye kızmıştır.

Sultan Abdülaziz Paris'te kaldığı süre içinde birçok teklif almıştı. Elçiler devletleri adına memleketlerine davet ediyorlardı; hiçbir daveti kabul etmeyen Sultan, yalnız İngiliz Kraliçesi Viktorya'nın çağrısını çevirmedi.

Paris'ten Londra'ya geçen Abdülaziz Han 11 gün kaldığı Londra'da yine lâyıkı veçhile itibar görür. Hele, iki sene önce ölen Başvekil Palmerston'un -Rusya'ya karşı Türkiye'yi tutmasının hatırına- ailesini ziyareti, Londra'da müthiş bir lütufkârlık olarak değerlendirilir...

Londra'dan 23 Temmuz'da hareket eder. Bir gün sonra Brüksel, oradan Combeltz, 28 Temmuz'da Viyana, 31 Temmuz'da Budapeşte. Buralar ecdadının fatihâne dolaştığı yerlerdir. Viyana'da en tatlı ve en acı hatıraları beraber yaşar...

İstanbul'dan ayrılışı ve dönüşü arasında 47 gün geçmiştir. "... bu muhteşem seyahatin iki mühim neticesi vardır. Biri Avrupa'ya nispetle Türkiye'nin ne kadar geri kalmış olduğunu pâdişâhın kendi gözleriyle görmüş olmasıdır. İkincisi: Avrupa memleketlerinde hâsıl ettiği müsait tesirler de gösterilebilir."

Yine Girit Meselesi veya Ali Paşa'nın Başarısı

Girit çok girift bir meseledir tarihimizde. Koca kan yumağı gibi çözmeye çalışıldıkça dolaşmaktadır. Son olarak Yunanlılar'ın lehine gelişen olaylarla bırakmıştık peşini. Yeniden Ali Paşa işin üzerine düştü. Fevkalade selâhiyetle 2 Ekim 1867'de Girit'e hareket etti. Bütün Avrupa'nın aleyhimizde olmasına rağmen, Ali Paşa ıslahatlar yaparak, adli teşkilâtlarda değişiklikler yaparak Rumları da memnun edecek esasları yerleştirip Hıristiyanların galeyanını yatıştırmış, 29 Şubat 1868'de İstanbul'a memnuniyetle dönmüştür.

Ali Paşa'nın Girit meselesini Türkiye lehine düzene sokması, adeta can düşmanı gibi aleyhine çalışan, yazdığı Zafernâme ile onu yerin dibine batıran Ziya Paşa'ya aşağıdaki mısraları söyletmiştir.

Girid'i aldı geri savlet-i seyf-ü kalemi,

Halkına gelmiş iken dâiye-i istiklâl!

Halkın istiklâl arzusunu, kılıç gibi kullandığı kalemi ile yerine getirdi, demek istiyor galiba! Ziya Paşa, kendi aklınca dalga geçiyor bile olabilir amma, İsmail Hami Danişmend:

"Bu bir hakikât değildir de nedir? Girit'i beynelmilel bir rejimden kurtaran yegâne âmil, Avrupa devletlerinden evvel davranan Ali Paşa'nın önleyici tedbirleridir" diyor.

Şûrâ-yı Devlet (Danıştay)

Arayışlar; daha iyi yaşayıp, daha iyi yaşatmak içindir. Buna hangi durumlar sebep olursa olsun; ister Avrupa'ya benzemeye çalışmak, ister Avrupa'nın gözüne girmek arzusu, ister insanlara saygıdan kaynaklanan insanî duygular diyelim... Bir müddetten beri olmayan şeylerin oldurulmaya çalışıldığı malûmdur. Yeniçeriliğin ilgası, Tanzimat Fermanı v.s.den sonra şimdi sıra Şûrayı Devlet'e geldi. Bütün bu hazırlıklar, bilerek veya bilmeyerek demokrasiye giden yolun aranması mı idi acaba? Ve yine bu fikir de meşhur paşalardan birine ait gibi gösterilir. Abdülmecid Han ve Abdülaziz Han zamanı bugüne kadar üç paşanın omuzlarında taşınmış veya tepelenmiş gibi gösteriliyor. Bunlardan birincisi, diğer ikisinin de hocası durumundaki Reşid Paşa idi. Adının başına bir de "Büyük/Koca" ilavesiyle anılarak öldü. Ondan sonra, Âli ve Fuat paşalar. İki önemli makamı aralarında değişe değişe bugünlere geldiler." Biri sadrâzam diğeri Dışişleri Bakanı. Danıştay fikrinin sahibi Âli Paşa'dır.

Şûrayı Devlet'in teşekkülü demokrasi yolunda atılan önemli adımlardan biri sayılır. Merkezî idarenin fonksiyonlarını azaltan ve dolayısıyla mahallî yöneticilerin selahiyyetlerini artıran yeni düzenlemelere geçiliyordu. Daha önce Midhat Paşa'nın eski eyaletlerin yerine kurduğu Tuna Vilâyetleri şimdi devletin diğer bölgelerinde denenecekti. Midhat Paşa’nın büyük başarı sağladığı söylenen şey aynı memnuniyeti verebilecek miydi. "Teşkil-i Vilâyât'ın getirdiği en mühim yenilik, meclislerin teşekkülü oldu. Vilâyet meclisleri, sancak meclisleri ve kaza meclisleri vardı... Meclis üyeleri 2 yıl için seçimle iş başına geliyordu ve üyeler nüfus durumuna göre müslümanlardan ve hıristiyanlardan seçiliyordu.

Lütfi Efendi Tarihi'nde Şûrayı Devlet üyelerinin isimleri şöyle: "Edhem, Emin, Muhlis Paşalar ile Sudûrdan Refet ve Naif Efendi, ricalden Rıza Efendi, Subhi Bey, Kemal Efendi, Arif Efendi..." daha epey Müslüman ismi sayıldıktan sonra Agop Bey, Ohannes Efendi... Adriyan Efendi, Logafet Bey.... Daviçen Efendi, Bedras Efendi ve başkaları. 27 Müslüman, 20 kadar Hıristiyan. Muavinlikte ise aşağı yukarı oran aynı, sayıları daha az. Kuvvetler ayrılığı esasına dayanan yeni düzenlemelerle halk hürriyetle tanışıyor, en mühimi Hıristiyan tebaa Müslümanlarla tamamen eşitleniyordu.

"Âli Paşa'nın 1 Nisan, 1868'de yayınladığı Meclis-i Vâlâ'nın Şûrayı Devlet ve Divân-ı Adliye adlarıyla iki ayrı meclise ayrılması hakkındaki karar, daha mühimdir. Zira bu meclislerden ilki idâri işlere, diğeri kazai işleri bakıyordu." Şûrayı Devlet Reisliği Tuna Vilâyeti Valisi Midhat Paşa'ya ve Divân-ı Ahkâmı Adliyye Reisliği Cevded Paşa'ya verilir. Cevdet Paşa, meşhur "Mecelle"yi bir heyetle hazırlamaya başlar. Ali Paşa Fransız Medenî Kanunu'nu tercüme ettirmekten vazgeçer. Lâikliğin temelinin de o günlerde atıldığı söylenir.

Yabancılara Mülkiyet Hakkı Verilmesi (9 Haziran 1868)

Yabancılar Tanzimat'a kadar Türkiye'de mülkiyet edinemiyordu. 18 Şubat 1856'da okunan Gülhâne Hattı'nın bir maddesi şöyleydi: "Devletlerle yapılacak "Suveri tanzimiyyeden sonra yerli tebeanın tâbi olduğu ahkâma ittiba etmek şartıyla ecnebilere de Türkiye'de "Tasarruf-i emlâk" hakkı verilecektir. Husûsî anlaşmalar çerçevesinde bugünden (9 Haziran 1868) itibaren, mülk edinmede yabancılar da Türkler gibi, daha doğrusu Osmanlı vatandaşları gibi hak sahibi oldular. Yalnız, Hicaz'a niyetlenenlere yasak var. Orası istisnadır.

Tamamen Türk kanunlarına göre mal mülk edinecek yabancılar, önce Bab-ı Âlinin şartlarını kabul etmek zorundadır. Bu şartlar kapitülasyonların tanıdığı bazı dokunulmazlıkları düzenliyor, daha doğrusu kapitülasyonları Türkiye lehine düzene sokuyor. Fransızlarla ilgili bir misal, İsmail Hami Danişmend'ten: "Mesela konsolosluk merkezlerinden en az dokuz saat uzakta bulunan yerlerde bir Fransız'ın ikâmetgâhı aranmak lâzım geldiği takdirde, konsolosluk temsilcisi bulunmasına hacet olmadan arama yapılacağı gibi, mahkemelerde temsilci olmadan muhakeme cereyan edebilecektir."

İlk olarak Fransa'yla imzalanan bu protokol, daha sonra, aynen İsveç, Norveç, Belçika, İngiltere, Avusturya, Danimarka, Prusya, Almanya, İspanya, Yunanistan, Rusya, İtalya vesaire ile de imzalanmıştır."

Yunan'la Geçimin Zorluğu

"Ağrısız başım acısız aşım" demeyi meslek edinen devlet herkesle geçinmenin bir yolunu bulmaya çalışıyor. İzzeti nefs feda edilmeden sarfedilen gayret Yunanistan'ı geçimsiz yapıyor. Girit'in girip de çıkılmaz bir kızgın ocak olduğu nicedir bilinir. Savaşlardan bıkan Osmanlı Devleti, siyasî teşebbüslerle geçinmenin daha faydalı olduğu kanaatindedir. Girit'in Türk milletine ait olduğu dünyaca bilinirken, yine de Osmanlı idaresine başkaldıran Rumlar Dünya devletleri tarafından destekleniyor.

Kısa bir süre önce (Ocak-Şubat 1868) Sadrâzam Ali Paşa Girit'te ıslahat yapmıştı. Hakim unsurun Türk olmasına rağmen, Rumlara da geniş imkanlar verilmişti. Sadece Girit valisi değişmemişti ama iki yardımcısından -yahut müşavirinden- biri onlardan olacaktı. Mutasarrıflar, kaymakamlar yarı yarıya olacak, Müslüman âmirin maiyetinde Hıristiyan, Hıristiyan âmirin maiyetinde Türk muavin bulunacak. Diğer memuriyetler dahi aynı şekilde dizayn edilmişti. Üzüm yemek isteyenler bu duruma memnun kaldığı halde bağcı dövmeye meraklı olanlar iyi geçime aykırı hareket ettiler. Memnuniyet duygusu taşımayanlar Girit'in isyankâr Rumları ile Yunanistan idi. Onlar ne olursa olsun, Girit'in ilhakından başka çözümü benimseyemiyorlar.

Yunanistan amacına silahla ulaşmak için harp hazırlığına başladı, kaçakçılıkla Girit'e yaptığı yardımı artırdı. Atina'daki Giritliler Türk sefareti önünde gösteri yapmaya başladı. Türkiye, yapılan aleyhte hareketleri boykot için Atina'daki elçisi Fatyodi Bey'i geri çağırdı, böylece Türkiye-Yunanistan siyâsi münâsebeti kesildi. Bu durum Dünya devletlerini harekete geçirdi.

Fuad Paşa'nın Ölümü

Daha önce kendisinden çokça bahsedilen Fuat Paşa, 1815 yılında dünyaya gelmişti. Reşid Paşa'nın yetiştirdiği, defalarca sadârette ve hariciye vekâletinde bulunan Paşa, 12 Şubat 1869'da hastalığının tedavisi için gittiği Fransa'da ölmüştür. Sultan Aziz çok hizmetini gördüğü, daha da göreceğini umduğu önemli bir adamını kaybetmiş oluyordu.

Hakkında çok övücü sözler söyleyen bazı tarihçilere rağmen (Cevdet Paşa, İ.H.D. Y.Ö. v.s.) Nâmık Kemâl;

Nasıl âh etmiyelim memleketin hâline kim

Ne zamandır çekiyor sadr-u Fuâd illetini


diyerek dalga geçmekten geri kalmamıştır. Lügatten çıkardığımız mânâ "sadr", sadrâzamın kısaltılmışı olduğuna göre Fuad Paşa'nın illet gibi sadrâzamlığa yapıştığından dolayı nasıl ağlamayalım memleketin haline diyor. Sadr'ın başka türlü anlatıldığı, bu mısraya başka mânâ verildiği de olmuştur.

Tarihî şahsiyetlerin tam anlamıyla tanınamadığına şahit oluyor, okuyucuyu, belli bir karara zorlayacak anlatımlardan uzak olmaya çalışıyorum. Bahsimiz olan Fuad Paşa'yla ilgili iyi ve kötü, söylenenler yan yana konsa, aynı şahıs için söylendiğine inanılmaz. Umûmî kanaat -şu veya bu yönüyle eksiği bulunsa da- büyük sadrazamlardan olduğu yönündedir. Zamanında yaşayanlar hakkında çok konuşmuş, bunlar da siyah-beyaz farkı taşıyor. Her söze dedikodu deyip geçelim, yalnız, bir manzume var Paşa için yazılmış, bunun bazı dörtlüklerini, çeşni olsun diye alıyorum.

Ben defuâd-ı asr idim

Fuss-ı nîgîn-i sadr idim

Nakş-i hümâyun setr idim

Gösterdi çark rûy-i abes

Dilhaste oldum bir zaman

Tedriç ile bitti tûvan

Ucdı nihayet murg-i can

Çünkü harab oldu kafes

Söndü cerâgı afiyet

Zulmette kaldı şeş cihet

Açıldı subh-ı âhiret

Envâr-ı Hak'dan muktebes

Yârab bu abd i rü siyah

İtdimse de yüzbin günah

Dergâhını kıldım penah

Afvindir ancak mültemes.


Bu manzumeyi Abdurrahman Sami Paşa, Fuad Paşa'nın vefatı münâsebetiyle yapmış, söylendiğine göre türbesinde sandukasının yanına konmuş.

Bitmeyen Senfoni!

Osmanlı Tarihi anlatılırken, alakası olmadığı halde yukarıdaki başlığın kullanılması münasebetsiz düşmüştür. Hiç bitmeyen mesele yahut doğrudan Girit meselesi denebilirdi. Fakat dünyanın bildiği bir musiki adım meselenin verdiği bıkkınlıktan, inadına kullandım!

18 Şubat 1869. Bugün 41 gün süren müzâkereler sona erdi. Alınan kararda-kararlarda dahli olan ülkeler, başta Türkiye olmak üzere Avusturya, İngiltere, Fransa, İtalya, Prusya ve Rusya'dır. (Burada, bilmeyip de merak edenler, unutanlar için not edelim. Prusya Kuzey Almanya'da bir devlet idi. 1935'e kadar adı geldi, sonra Almanya ile karıştı.)

Türkiye ile Yunanistan'ın harbe sürüklenmeleri dünyanın huzurunu kaçıracağı için, bunun önlenmesi düşünülüyordu. Yukarıda anılan devletler bunun için Paris'te toplandılar. Yunanistan'ın yaptığı barışı bozucu davranışlar, burada cezalanmasını doğurdu. Rey kullanmaması şartıyla ancak konferansa iştirakine müsaade edildi. Yunanistan bunu kabul etmediği için, kendi meselesinin görüşülmesinde bulunmadı.

Alınan kararlar Yunanistan'ı uyarıyordu. Girit isyanına müdâhale etme. Çetelerin dağılması için, kaçakçılıkta kullanılan vapurların silahsızlandırılması. En mühimleri bunlardı ve yalnız kalan Yunanistan uyarıları kabullenmek zorundaydı. Silah yardımı kesilen Girit âsileri bundan sonra, kanlı oyunlarına devam edemediler. Girit'te çetecilik bitince iki komşunun münâsebetleri yeniden başladı.

Süveyş Kanalı'nın Açılması

Yavuz Sultan Selim'in ve II. Selim'in niyetlenip de gerçekleştiremedikleri Kanal, Hidiv İsmail Paşa'nın gayreti, biraz da cüreti ile yapılmış oluyordu. Cüret diyoruz, çünkü: İmparator havasına kapılan Hidiv, yabancı devletlerden aşırı miktarda borç almıştı. Kanal için de, ayrıca borçlanıp, sonra da kanalın hisse senetlerini İngilizlere satınca, sonuçta iş, Mısır'ın işgaline kadar varmıştır. Kanalın yabancı devlet büyüklerinin de iştirakiyle açılış tarihi (19 Kasım 1869). Başlangıç tarihi (24 Nisan 1859).

Lütfi Tarihi'nde Bâb-ı Âli'nin de borç içinde yüzdüğü şöyle anlatılıyor: "... Avrupa'da tediyesi meşrut olan istikrar faizleri içün Mâliye Hazinesi tarafından o esnada onbeş milyon Frank istikraz olunmuştur. İstikraz olunan mebâliğin faizleri içün ayrıca istikraz edilmiştir. Demek ki, ilerisi düşünülmemiş ve düşünmesi vazifesi icâbından olanlar dahî ümidsizlikleri neticesinden olacak, devlet faizsiz yaşayamaz itikadı üzerine yaslanıp kalmışlardır." (Lütfi Tarihi C. XII.sf. 56)

20. Asır sonlarında "Avrupayla Bütünleşme" sözlerine nasıl gelindiğini göstermesi açısından örnek olacak olaylardan biri. Yine, Tarihi Lütfi'den:

"Fransa İmparatoriçesi li-ecli's-sey-yahe, Dersaadet'e geleceği tahakkuk eyledikte, merâsim-i lâzime-i ihtirâm-kâri cümlesinden olmak üzere Beyoğlu'nda Ma'um Tiyatrosunun vaktinden evvel küşâdı içün iki bin lira i'tâ olunmuştur. (Bak, Demiryolları içün alınan paralar ne yollara dökülüyor) Rum ve Ermeni familyalarından birer madama müşârün-ileyha ma'iyyetinde bulundurmak içün tedârik ettirilmiştir."

Zaaflardan Biri - Bulgar Kilisesi'nin İstiklâli

İlkbaharda yağan yağmur tabiatta olağanüstü hareketliliğe yol açar. Bunlardan en dikkate şayan olanı yağmur öncesi normal otuyla, ekiniyle görünen tarlanın küçük, beyaz şemsiyeler gibi mantarla dolmasıdır. Okul zili çalınınca talebelerin bahçeye fırlaması nasılsa, mantarların yağmurla beraber başını yeryüzüne uzatması da öyle.

Hep, Fransız İhtilali'yle canlanan milliyetçilik cereyanlarından bahsedilir; bu nasıl bir sihir ise yavaş yavaş her millete, her ırka, soya, kabileye sirayet ediyor. Osmanlı'ya "baba" diyen Balkan milletleri evlatlıktan uzaklaşmayı yeğlerken, sadece Bulgarlar kalmıştı. Onlar da bir şeyler hissetmeye başladı. Millî duygulan kabardı. Bunda, Rusların Panislavizm propagandasının rolü olması gerekir. Başkaldırı, isyan, uyanış yahut başka ad takılsın farketmez. Bulgarlar, Yunanistan'ın Rum piskoposları, papazları Ortodoks mezhebi adına gayret gösterdikçe rahatsızlanıyorlar. Raporların Bulgarları Rumlaştırma faaliyetleri çekilmez hal aldı.

Balkanlarda aynı dinin müminleri kendilerine göre millî özellik kattıkları mezhepler yüzünden anlaşamıyor. "Tuna boylarında, Makedonya'da, Trakya'da ne kadar zamandır iki unsur arasında birtakım vakalar çıkıyordu."

Bulgar Kilisesi'nin Rum Kilisesi'ne bağlı olması millî gururu zedeliyor. Ayrılık arzusunu daha fazla zaptedemeyen Bulgarlar kendilerini hür kabul edebilmek için kesin karar verdiler. 11 Mart 1870'te o zamana kadar verdikleri mücadelenin semeresini aldılar. Fener Rum Patrikhanesinden ayrılmaları Bab-ı Âli tarafından kabul edildi.

İstanbul Rum Patrikhanesi'nden ayrıldıktan, mezhep işlerinde bağımsız kaldıktan sonra daha rahat harekete başladılar. Bunun diğer aşaması millî istiklâl idi. Bab-ı Âli'nin yayınladığı ferman şöyle:

"Bulgar cemaatine ait bütün mezhep işleri, yeniden kurulan Eksarhane tarafından görülecektir; bu Eksarhane'nin maiyetinde gereği kadar metropolit ve piskopos bulunacaktır. (...) Eksarhane Ortodoks Kilisesi'nin esas kanunlarına uygun olacak, Bulgar rahiplerinin işlerine ve piskoposlarıyla Eksarhın seçimine Rum Patrikhanesi tararından müdahale vukuunda menedecek surette tanzimi mukarrer olan nizamnameye tevilken vazife görecektir. İstanbul Patriği, Ortodoks mezhebi icabınca eksarha tasdikli eminnamesini verecektir. Bulgar Ayini Ruhâniyesinde mezhep kanunlarına saygı gösterilecek ve patriğin ismi zikredilecektir." (E.Z.K. 7. c. 93. s.)

Şimdiye kadar Rum Patrikhanesi'nin nüfuzu altında bulunan Bulgarlar bağımsız kiliselerine kavuştu. Bu onların dinî meselesi gibi görünse de, arkasından gelecek olan milini istiklallerinin verilmesiydi ve bu Osmanlı Devleti'ni ilgilendiriyordu. Artık Bulgar isyanları bağımsızlıklarını alana kadar baş ağrıtacaktır. Daha önceleri sahneye konan oyunlar, bundan sonra tam netice alınması için oynanacak, Osmanlı Devleti bir kere daha üzerindeki yükün ağırlığım farkedecek.

Beyoğlu Yangını (5 Haziran 1870)

Ateş devletin her tarafını sarmış; bundan ne kadar yerin kurtarılacağı hesaplanırken, merkezde çıkan yangın, mal ve can telef etti. Beyoğlu Valide Çeşmesi Sokağı'ndan etrafa yayılan alev evleri, dükkânları kül ederken, bazı mağaza sahipleri kepenk indirerek yangına "kapalıyız" deyince, içeride diri diri yanarak öldüler. Evlerde ve iş yerlerinde bu yangının aldığı can 150 civarında, kül ettiği bina ise 5000 kadardı.

Âli Paşa'nın Ölümü (7 Eylül 1871 Pazar)

Tanzimat paşaları erken sayılacak yaşlarda gidiyorlar. Reşit Paşa 58'e Fuad Paşa 54'e girdiğinde ölmüşlerdi. Âli Paşa da 57 yaşının içinde dünyaya veda ediyor. Üçünün de aleyhinde lehinde söylenenler çok fazla olmuştur. Âli Paşa'ya son zamanlarında öldürüleceğine dair zaptiye raporları gelmeye başlamıştı. Devletin içinde bulunduğu krizlerin nazik bünyesinin tahammülünü aştığı, bu yüzden hasta düştüğü söylenen Âli Paşa üç ay yatmış. Hastalığında dahi devlet işlerini aksatmamaya itinâ göstermiştir.

Hasta iken, pâdişâhla görüşme lüzumu olduğunda Dolmabahçe sarayına kadar gittiği, ama üst kata çıkamadığı için Sultan Aziz'in onun bulunduğu odaya indiği anlatılır.

Asıl adı Mehmed Emin olan Âli Paşa, attar Ali Rıza Efendi'nin oğludur. 1815'de İstanbul'da dünyaya gelmiştir.

"Tanzimat devrinde yetişen büyük devlet adamlarının sonuncsu olan Âli Paşa'nın ölümü üzerine Osmanlı İmparatorluğu da artık can çekişme devrine girmiştir." Devletin en üst makamlarında geçen ömrü bittiğinde hiçbir serveti olmayan Âli Paşa, ailesine borçtan başka lekesiz, temiz bir isim bırakmıştır.

Devlete ne kadar tutkun olduğu, bu yolda gerektiğinde pâdişâhı bile rahatsız ettiği, hatta bir gün, gıyabında pâdişâhın "Allah şu adamı başımdan kaldırsın!" dediği; bunu duyan Başmabeyncinin "azledin kurtulun" demesi üzerine de, onu azarlayıp "çık dışarı! senin kadar, bunu bilmiyor muyum, yerine kimi getireceğim" dediğini İ.H. Danişmend anlatıyor. Yine Danişmend'in nakline göre:

"Paşa öldükten sonra pâdişâhın saray erkânından birine:

— Şu kanepeyi görüyor musun! Âli bana pek çok gece bunun üzerinde sabahı ettirmiştir."

Şu sözler de pâdişâha aittir. Paşa'nın ölüm haberini alınca: "İşte şimdi serbest oldum! Pâdişâh olduğumu şimdi anlamaya başladım!" Benzeri bir söz de daha önce Kanuni'nin dilinden Piri Paşa için söylenmişti. Piri Mehmed Paşa da hem otoriter bir sadrazam idi, hem de yaşlı. Genç Kanunî onun ağırlığı altında eziliyordu. Azl edip, arkasından, "pâdişâh olduğumu yeni anlamaya başladım" demişti.

Âli Paşa'nın fazileti anlatıladursun, bir de onun sevmeyenleri, ölümünü bayram bilenleri vardır. Bunlardan biri Ziya Paşa'dır. Düşmanlığım, sağlığında bitiremez, ölümünde şöyle söyler:

Nâ'şı murdarını seylâba atın

Sürdürürler köpeği öldürene!


Nâmık Kemâl de Ziya Paşa'dan geri kalmaz. Son vazifesini! yerine getirirken,

Bilmem nedir lüzumu vücûd-i habisinin

Dünyayı boynuzun mu tutar hey öküz teres


diyerek kininin derecesini gösterir. Şu bir gerçek ki; sevenleri sevmeyenlerinden çok fazla idi.

Sultan Aziz'in yukarıda geçen sözleri, Ali Paşa yüzünden kanepe üzerinde sabahladığını söylemesi önemli ipucu olsa gerek. Az sonra özel hayatından kısaca bahsedeceğimiz pâdişâh, bu sözleri unutulmadan değerlendirilirse iyi bir fikir sahibi olunur. Bazıları, kadınlara düşkünlüğünden bahsederken çok aşırı gidiyor, haremini anlatanlar (John Freely-E.Z. Karal'dan) "kadınlarının, haremağalarının ve kölelerinin sayısı kısa sürede iki bin beş yüze ulaştı" diyor ve daha kötü şeyler de söylüyor. Çoğu gecelerini bile devlete ait meselelerin müzakeresiyle geçiren bir pâdişâh bunca insanı neylerdi acaba?

Değişik Konular

Birkaç, hatta birçok yüzü olan hayatın devamlı siyâsî yüzüne baktık. Pâdişâhın neler yaptığı, bunca çalkantılı günlerin ona tesirinin ne olduğunu anmadık. Saltanat senelerinin, anılmayan zamanlarının nasıl geçirdiğini hiç seyretmedik. Kızıl alevleri, sinsi yangınları birazcık kenara bırakıp, Sultan Abdülaziz'in yaşayışından bazı fotoğraflar çekelim diyoruz: Kaynağımız John Freely, onun kaynağı E. Ziya Karal: Sultan Aziz saltanatının ilk yıllarında Sarkis Belyanı Belyan'ı Beylerbeyinde ve Çırağan'da saraylar yapmakla görevlendirdi. Birincisi 1868'te ikincisi 1872'de tamamlandı. Bunlann dışında Kâğıthane'de yazlık saray ve Maslak'ta av konağı, şehir dışında sahilde iki villa yaptırdı. Bu senelerde Aksaray'da annesi Pertevniyal Sultan adına başlattığı cami (1871'de) tamamlandı.

Türk musikisini seven pâdişâh, Batı mimari stiline hayrandı. Napolyon'un davetiyle Fransa'ya gittiğinde, ev sahibi güzel kızlarla eğlenmesine gayret göstermiş ise de pâdişâh ilgiye karşılık vermemişti. John Freely diyor ki: Avrupa gezisinden sonra Sultan'ın kadınlara karşı davranışları birden bire değişti. Tahta çıktığında hayatını bir tek eşle devam ettireceğini söylemişti. Avrupa seyahatinden dönüşünde isteği değişti. Kadınlara düşkünlüğü arttı ve mâli yönden müsrif biri oldu. Kâğıthane, Çekmece ve İzmit'te yazlık saraylar yaptırıp buraları pahalı mobilyalarla doldurdu.

İşte, bu ve benzeri meşgalelerle boş zamanı dolmuş gösteriliyor Sultan Aziz'in. Hem de "Osmanlı Sarayı" adlı kitapta. Devletin mâli sıkıntıları düşünülerek, pâdişâhın yaptırdığı saraylar, kasırlar göze batabilirse de bunu kendi tahsisatından harcadığı paralardan yaptığını unutmayalım. Yani onun da özel bütçesi vardı ve bunun bir kısmım da silaha harcamıştı. Kalan malı mülkü yok. Yapılan saray, köşk, yalı vs. sonraki pâdişâha devroluyor. Yani, Sultan Aziz harcama yönüyle eleştiriye kaynak olamaz gibi görünüyor.

Bir devlet geleneği ve bunun için de mevkiine göre herkesin geliri, ona göre harcama şekli vardı. Eğer, bir sadrâzamın İstanbul'u satın alacak kadar zengin olduğu günlerden geldiğimizi hatırlarsak, bir de Fransa'da Napolyonlar, Luiler, İngiltere'de, Viktoryaları, hatta ve hatta valimiz Mehmed Ali ve ahfadı şöyle bir göz önüne getirilse Sultan Aziz'in bir lokma, bir hırka ya talim ettiğini sanırız.

Sadrâzamlar pâdişâhın talimatıyla iş yaparlarken, ihtiyaç duyulan yeni müesseselerin açılmasına gayret gösterdiler. Devlet şurasının kurulması, vilayetlerinin teşkili Abdülaziz zamanında oldu. Adalet müessesesinde değişiklikler, Nizamiye mahkemeleri aynı senelerde kuruldu. Yeni kanunlar yapıldı; Mecelle hazırlandı. Deniz ve Kara ordularının güçlendirilmesi için yapılan çalışmalar had safhaya vardı. Askeri okulların ıslahı cihetine gidildi.

Eğitim alanında yapılan çalışmalar başlı başına bir büyük meşgale idi. İlköğretimde ıslahat, ortaokullar, liseler açıldı. Galatasaray Sultanisi (lisesi) 1868'de açıldı. Darülfünun (yani üniversite) 1870'de açıldı. Meslek okulları, lisan okulu, tıbbiye, mülkiye, öğretmen okulu (kızlar için) Sultan Aziz döneminin mahsulleriydi. Akla gelebilen her türlü okulun açılması bu devrin önemli hizmetlerinden sayılır.

Posta Pulu

Postanelerin açılması II. Mahmut dönemi hizmetleri arasındaydı. Fakat ücretler paket yahut zarfın üzerine konan işaretlere göre ödeniyor, bu da yolsuzluklara sebebiyet veriyordu. 1862'de posta pulu kullanılmaya başlandı.

Daha çok Avrupa'da görülüp, Türki¬e'ye uyarlanan yeniliklerle, önce bilinmeyen nice şeyler Sultan Aziz'in saltanatında öğrenildi. Birer birer saymakla bitmez.

Mahmut Nedim Paşa'nın Sadareti (8 Eylül 1871)

Mahmut Nedim Paşa 8 Eylül'de Sadâret mührünün sahibi oldu. Gürcü Mahmut Nedim'in ahlâkî zaafları olduğu, iktidara gelmek için ahlâki olmayan usûllerle pâdişâhın gözüne girmeye çalıştığı söyleniyor. Sultan Aziz'i israfa teşvik edişi nasıl lanetlenirse, Rusya'ya yakınlığı da o derece sevilmez. Tanzimat paşalarının devleti ayakta tutabilmek için getirdikleri düzenin bozulması için elinden geleni yapan, Rus sefirinin talimatıyla iş gördüğü iddia edilen paşaya bir de isim takılır "Nedimof". Bu "Nedimof'un kötülüğü sayesindedir ki, Âli Paşa'nın kıymetini anlayan Nâmık Kemâl, "Ali Paşa'nın ruhundan af dilemiştir."

Mahmud Nedim Paşa'nın sadâreti ile pâdişâhın rahata kavuştuğu, padişahlığın tadına vardığı söylenir. En son Âli Paşa'dan devamlı devlet idaresiyle ilgili sıkıştırmalara muhatap olan Sultan Aziz, Nedimof'un "Efendimiz siz bir pâdişâhı müstebitsiniz (istiklâl sahibi mânâsına) her emr i fermanınızı icraya muktedirsiniz" gibi sözleriyle, dağıtılan yetkileri kendi eline alması teşvik edilmiş, bu da padişahın hoşuna gitmiştir.

Âli ve Fuad Paşalar Reşid Paşa'nın yetiştirdiği devlet adamları idiler ve her ikisi de hocalarının yolunda yürümüşlerdi. Adliye Nazırı Şirvanızâde Mehmed Rüşdi ile Serasker Hüseyin Avni Paşa da Âli Paşa'nın yetiştirdikleridir. Nedim Paşa, onların vazifeden uzaklaştırılmasını sağlamış ve memleketlerine sürgün ettirmiştir. İş bunlarla da bitmeyip, devlet erkânından diğer Tanzimatçılar da yerlerinden olmuşlar, Nedimof'un önünde, ayağına takılacak engel kalmamıştır.

"Tabii bu vaziyet bütün bir devrin tasfiyesi ve hükümetin Tanzimata bilfiil nihayet vererek inhitat mutlakiyyetine doğru irticai demektir." "Sultan Aziz iyi vezirler elinde çok iyi bir pâdişâh olduktan sonra şaşılığından dolayı "Kör Mahmud Nedim" ve Rus tarafdarlığından dolayı "Nedimof" isimleriyle de anılan Gürcü Mahmud Nedim gibi değersiz ve haris adamların elinde fena bir istihaleye uğrayıp müstebid kesilmiştir."

"Tanzimat edipleri Âli Paşa'nın hayatında, şair olan Mahmud Nedim Paşa'yı tutuyorlardı. Az zamanda yani sadrâzamın mâhiyeti ortaya çıkınca, bu defa, kendileri bizzat iktidara gelinceye kadar, Midhat Paşa'yı tutmaya karar verdiler."

Tarihçiler ittifakla Mahmud Nedim Paşa'nın yaramazlığından bahis ederlerken Reşid Paşa'nın söylediği şu söz de zevkle tekrarlanıyordu:

"Bizim Mahmud Nedim Bey cıvık sabuna benzer, ne onunla el yıkanır ne de çamaşıra gelir."

Mahmud Nedim Paşa'nın iktidarında "asayiş bozuldu. İrtikâb ve rüşvet görülmemiş bir şekilde aldı yürüdü. Pâdişâha olan itimadı da sarstı, tanzimâtı hayriyyeden beri bu türlü hal görülmemişti."

Devletin yıldızı gittikçe matlaşmakta, sönmeye yüz tutmaktadır. Denenen yolların hiçbiri selamete yaklaşmıyor, devamlı, giden günler aranır oluyordu. Yabancı devletlerin dostluklarından meded umulan yıllar yaşanıyor. Paşa Hazretlerinin kimi İngiltere'ye, kimi Fransa'ya yaslanarak rahat edileceğini düşünüyordu. Nedimof ise Rusya'nın dostluğu ile huzur bulacağımız kanaatinde idi. "Mahmud H.'nin, oğullarına: "Rusya ile katiyen harbe girmeyin. Çarla dost kalın ve barış içinde yaşayın: Çünkü herhangi bir devlet bize ateş ettiği vakit birçok kurşunları isabet etmez. Hâlbuki Rusya ateş edince bütün kurşunlar imparatorluğumuza isabet eder" nasihatine dayandığını iddia ederek "Uzak devletlere dayanmaktan ise, komşu olan bir devlet ile her nasıl olursa olsun uyuşup da hoş geçinmek evlâdır" demekte idi."

Ünlü Ahmed Cevded Paşa da Mahmud Nedim'den şikâyetçi: Mecelle'nin tamamlanmasına çalıştığı sırada sadrazam olan Nedimofla ilgili serzenişi şöyledir:

— "... Mahmud Paşa'ya mümâşaat ve icrâatma mu'avenet ettim ise de pek na'makûl olan efkârına muhalif reyde bulundum. Muvafakat ve muhalefetim gayet halisane ve bîgarazâne ise de Mahmud Paşa bana gücendi ve hakkımda şübühata düştü. O sırada Bağdad valisi Midhat Paşa dahi ma'kûl olmayan evâmininden nâşi istifa ederek Dersaadete gelmek üzere idi. Mahmud Paşa def-ü ihraç etmek kaydında bulunduğundan bizi dahi ber-vech-i bâlâ (Yukarıda söylendiği gibi) Maraş valiliği ile icâleten İstanbul'dan çıkardı." (Tezakiri Cevded)

Önce Mahmud Nedim Paşa'yı, sonra da onun vasıtasıyla Sultan Aziz'i etkisi altına alan Rusya, bütün isteklerini kabul ettirir hâle gelmiş. Elçi İgnatiyef sadrâzama ve pâdişâha akıl hocalığı ile memur tayinlerini bile istediği gibi yaptırır olmuştu. Bu hâl halkın da huzursuzluğunu artırmış, Avrupa bile Türklerden soğumaya başlamıştı. "Bu durum karşısında Abdülaziz istemeye istemeye Mahmud Nedim'i azletti." (31 Temmuz 1872).

Midhat Paşa'nın Sadareti (30–31 Temmuz 1872)

Pâdişâh, Mahmut Nedim'den sonra mührünü, valiliklerde çok başarılı olduğu bilinen ve en son Bağdad valiliğinden istifa ederek İstanbul'a gelen Midhad Paşa'ya verir. Her ne kadar iyi vali deniyor ise de, sicili pek sağlam görünmez Midhat Paşa'nın. Yaptığı icraatlarla kazandığı aferinleri hazmedemeyip serkeşliğe başlamış ve bu yüzden İstanbul'dan uzak tutulmaya çalışılmıştı. İstifa ile İstanbul'a dönüşü de, göz koyduğu sadarete bir yol bulmak içindi; denir. Mahmut Nedim Paşa onu hemen Edirne valiliğine tayin ettirmek ister fakat Midhat Paşa oyunu daha iyi oynar, padişahın gönlünü kendi lehine çeler ve azil ile tayin işi istediği gibi neticelenir.

Midhat Paşa ilk günlerinde Mahmut Nedim'i sevmeyenlerce iyi karşılanırsa da, icraata başlayınca memnuniyetler kaybolur. Hakkında hoş olmayan şeyler söylenir. Bunlardan birisi pâdişâha karşı laubali tavrı; diğeri parayla ilgili dürüst olmayan bir davranışı. Şöyle ki:

Midhat Paşa Avrupa'dan borç alınan paralardan bile istifade yoluna gitmeye başlamıştır. Ve Cevdet Paşa'ya göre işin sonunu düşünmeyen bir zat olan Midhat Paşa nihayet pâdişâhın gözünden düşüp 19 Ekim 1872'de azledilmiştir. Bu Paşa'nın birinci sadâretidir ve 2 ay, 19 gün sürmüştür.

Midhat Paşa valiliklerde başarılıydı. Yapışkan boyalı bir bitki gibi vilâyetlerde dursaydı faydalı işler yapıyordu. Onu oradan koparıp alınca tutanın eline yapıştı, kirini çıkaracak sabun bulunamıyor. Âdeta böyle ama bunu daha çok ikinci sadâretinde göreceğiz. Biz Midhat Paşa hakkında yazılmış olan hicviyeyi, ikinci sadâretini beklemeden takdir etmek istedik. Şiirin yazarı Kaniçeli Kâzım Paşa. Tanzimatçıları sevmeyişi, dolayısıyla onları hicvedişi Paşa'lığından meşhur olmuştur. Şimdi Paşa olarak varlığı bir şey ifade etmeyen Kaniçeli'nin Midhat Paşa için yazdığına bakalım:

Sahavetde giderdi hâmei divâne derlerdi

Görenler derdi işte geldi Ruhî-i menhusun oğlanı

Olup memur sonra Şam'a Kurbî nâm bir kâtib

Tutardı bister-i kurbiyetinde subha dek ani

Kemali ucb ile dermiş teres ayanı yanında

Biraz da âl-i Midhat eylesin halka hükümranı

Şeriat düşmeni, millet mühini, devletin hasmı

Şekûsent nıenbâı bağyin esâsı, mefsedet kâ'nî

Vücûdı hükûm-ı istibdada kaanûn-ı esasidir

Şeyâtin iştirak eylerdi ondan zulm-i udvâni

Hulâsa kasden ihanet eyledi me'lûn

Ne hizmetde bulunmuşsa bât-takdîri

Rabbani Diyâr-ı ecnebide can verip fart-ı mezelletle

Mekân etsin sarây-ı âsûmânî durdukça nirânî


Kâzım Paşa bu kadarla doymamış, devam etmiş.

Oturtup birtakım emelleri insan makamında

Ne varsa onlara tefhim edüp fikr-ü meramında

Sövermiş devlet-i dine mecûsi her kelâmında

Hususa vali-i Bağdad iken selman namında

Bulup kendi gibi bir kel yehüd-i turfa iz'ânî

Usûl-i istihzayı ta'mid etmiş ettirmiş

Mason âyinini tencih-ü tes'id etmiş ettirmiş

Yehûdî ihtiraz ettikçe tehdid etmiş ettirmiş

O kelb-i bî şuûre hazreti mahbûb-ı Yezdânî

İşitmiştik bilenler aslını cingâne derlerdi

Nasıl nâm aldı çikdı ansızın meydâne derlerdi

Sabâvetde giderdi hâme-i divâne derlerdi

Görenler derdi işde geldi Ruhî-i menhusun eğleni

Diriğ etmezdi asla kim olsa vasilna tâlib

Semahatı görürdü cümle-i namusuna gâlib

Biraz müddet ve lâkin olmamıştı kimseler sahib

Olup me'mun sonra Şam'e Kurbî nâm kâtib

Tutardı bister-i kurbiyetinde sübhadek ânî

Karib oldu gehi Kurbî'ye peh Ruhî'ye zîr oldu

Gehi gaybetti zevki kâr-ü kir-i gussa gir oldu

Bu surette taayyün ederek âhir vezir oldu

Rezâletde nala fersah be fersah geçse şeytanî

bulunca kendine benzer mecûs-âyîn bir gümrâh

Beraber zem edermiş resm-i islâmiyeti her gâh

Çıkardı kişver-i İslam'dan âhır Resulullah

Anı tard etti sanman hazret-i Abdülhâmid Hâni


Dozunu kaçırmış Paşa. Pes yani. Bu kadar da olmaz, diyor insan. Gerçekten Midhat Paşa böyle biri miydi? Midhat Paşa iyi olmayabilir ama bu denli kötü de değildi. Son zamanlarında bolca Kur'an okurdu ve hacı olmayı isterdi.

Midhat Paşa'dan sonra, Mütercim Rüşdi Paşa'nın üçüncü sadrazamlığı başlar; ancak, o da fazla duramaz. 3 ay, 27 gün sonra, 15 Şubat 1873'de azledilir. Sıra sıra dizilir sadrazamlar. Mütercimin azil sebebi; Mahmut Paşa'nın bitirdiği itibarı, Bab-ı Âli'ye kazandırmaya çalışması olarak gösterilir. Tezakir’de, Cevdet Paşa; "Rüşdü Paşa'nın vak'u vekaan mabeyn-i hümâyun halkına ağır geldi. Hafi-fü'1-ma'ûne bir sadrâzam arandı" demektedir. Hafifü'l ma'une mi değil mi? Ama Sakızlı biri gelmiş sadârete. Sakızlı Ahmed Esad Paşa da ancak 1 ay, 28 gün kalır. Çok kısa süren sadrazamlığını çekemeyenler var imiş, hem de pâdişâha içten içten tuzak kuranlar, pâdişâhı ikna ederek bu azli gerçekleştirmişler. Bunlar: Hüseyin Avni, Şirvânizâde Rüşdi ve Midhat Paşalar. İleride adları çokça geçecek...

Şirvânizâde Mehmed Rüşdi Paşa devralır mührü ve 9 ay 29 gün hükmünü yürütür. Cevded Paşa diyor ki, "Midhat Paşa ile Avni Paşa yekdiğerinin hasm-ı cam iken bu kerre şir ü şeker gibi imtizaç eylediklerine de bir mânâ veremiyordum ve Avni Paşa mâliye nâzırı Sadık Paşa'dan müteneffir iken ol esnada yekdiğerinin yân gaar ve mahremi esrarı olduklarını görüp te'accüp ediyordum. Meğerki efkâr başka imiş. İş içinde iş var imiş. Bunlar Sultan Abdülaziz Han Hazretlerini hal etmeğe ittifak etmişler ve Şirvânizâde'nin makaam-ı sadârete getirilmesi bunun için olup Sadık Paşa dahî anınla Avni Paşa arasında miyancı imiş. Şirvânizâde ise gayet mütereddit ve mütelevvin bir âdem olduğundan o mukavele ile makaamı sadârete geldikten sonra ol hatarlı işin müzâkeresine giriştiklerinde Avni Paşa tarafından dermiyân olunan teşebbüsâtın her birine bir özür ve bahane bulduğunu ve Kâmil Paşa'nın nabzını yokladıklarında "Ben tâc-u tahta karşı bahse girişemem" demiş olduğuna mebaî mes'ele keşa keşe dönmüş..."

Cevdet Paşa tafsilatıyla verdiği; paşaların birleşip toplantılar yapmaları, padişahı hal için yollar aramaları, Şirvânizâde'nin çekingenliği, diğerlerine uyarak Şehzade Muradı Tahta çıkarmaya taraftar görünmemesi v.s. Hüseyin Avni Paşa'nın padişaha, sadrazamın "Murad Efendiye mütemayil olduğundan, kanun-ı esası taraftarlığından bahsetmesi ve hal'e teşebbüs edeceği" Şirvânizâdenin vâdesinin dolmasına yetmiş.

Hüseyin Avni Paşa'nın Sadâreti (15 Şubat 1874)

15 Şubat 1874'de azledilen Rüşdi Paşa'nın halefi Hüseyin Avni Paşa'dır. Hasmını harcayıp, pâdişâhın da gözüne girmeyi başaran Paşa, pâdişâhın kuyusunu kazmak üzere mührü koynuna yerleştirmişti. "Seraskerlik dahi anın uhdesinde kaldı. Sultan Abdülaziz Han Hazretleri kendisini asıl fesad başı olan Avni Paşa'ya teslim etmiş oldu." (Tezakiri Cevdet)

Cevded Paşa Hüseyin Avni Paşa'yı hiç sevmez. Mizâcen uyuşamamak mı, yoksa paşanın gerçek fesatlığından mı bilemeyiz. Şu sözlerde Cevdet Paşa'nın Tezakiri'nden alınmadır. Kısaltarak veriyoruz.

Sadrâzam Avni Paşa, Cevded Paşa'yı Yanya vilayetine gönderecek. Mevsim kış olduğundan Cevdet Paşa çoluk çocukla bu zahmetli yolculuğu hiç istemez. Çoluk çocuğundan ayrılmayı da arzu etmemektedir. Paşa, Paşa'nın konağına varıp, görüştüğünde, Avni Paşa sorar:

"Çocukları birlikte ******ürecek misin?"

"******ürmek isterim lâkin mevsim müsâid değil."

"Sakın ******ürme. Senin orada me'mûriyetin üç ay kadardır.

Nihayet üç buçuk ay sonra buraya celb olunursun."

"Pek âlâ"

Aralarında geçen bu kısa konuşmaya Cevdet Paşa yorum getirirken "Pek âlâ" dedim amma, diyor. Bu sözüne hiç mânâ veremedim. Meğer Bâbıâlide vücudumuz kendisince mülezem olduğu halde bu kerre Sultan Abdülaziz Han Hazretlerini hal etmeye karar verip bu hususta ise fakire emniyeti olmadığından ve üç ay zarfında rekiz-i zamiri olan cinayetin icrası kendisince mukarrer olduğundan muvakkaten bizi Yanya'ya def etmiş ve muzmir-i zamirini icra ettikten sonra bizi yine İstanbul'a getirecek imiş. Bunların olduğunu Sultan Abdülaziz Han'ın hallinden sonra kendi lisanından işittim."

Sultan Abdülaziz koynunda yılan beslemeye devam edecek; çaresiz, kaderini yaşayacaktı. Lâkin kader saatinin hangi zamana kurulduğunu Hüseyin Avni Paşa da bilmiyordu. Onun dediği gibi üç aylık iş değildi; biraz daha beklenecekti!

Avni Paşa Şirvânizâde'yi önce Halep valiliğine, sonra Hicaz valiliğine gönderdi. "Bununla da yetinmeyerek 23 Eylül 1874'te Taif'te zehirleterek öldürttü." Esad Paşa'yı da İstanbul'dan uzaklaştıran sadrâzam, kendi kanaatinde olan, Midhat Paşa'yı adliye nazırlığına getirerek hedefine biraz daha yaklaşmış oldu:

Hersek'te İsyan (13 Nisan 1875)

Devamlı Bosna'yla beraber anılagelmiştir. "Bosna-Hersek" dendiği zaman, sanki iki isim bir yeri ifade ediyordu. Bosna vilayet, Hersek sancak, coğrafî durum olarak Hersek Bosna'mn güneybatısında. "Bosna - Hersek bir taraftan Sırbistan, diğer taraftan da Karadağ gibi iki İslâv memleketine bitişikti. Avusturya'nın Dalmaçya ve Hırvatistan eyâletlerine de komşu bulunuyordu."

Bu durumdan anlaşılan o ki, hem yakın komşularının hem de Rusya'nın İslav propagandaları için uygundu.

Bosna ve Hersek o zamana göre çok kalabalık sayılan 1.200.000 nüfusa sahipti. Yarıdan fazlası Ortodoks ve Katolik Hıristiyan, daha azı Müslümandı. Daha az nüfusa sahip Müslümanlar, Hıristiyanlara göre zengin sayılırdı. Arazi sahipliğinde geri kalmış olan Hıristiyanlar yarıcılık yapıyorlar, geçim sıkıntısı çekiyorlar, vergilerini veremiyorlardı. İlgililer (mültezimler) "âşâr" denen mahsûl vergisini almaya geldiğinde tatsızlıklar çıkıyordu. Hersek'te isyan ekilmiş, tomurcuk şeklini almış patlayacak olgunluğa yaklaşmıştı.

Avrupa'da Fransız-Alman Savaşı yaşanmış, yorgun düşen Fransa itibardan da düşmüştü. İngiltere özel işlerine kapılmış, dünya siyâsetiyle şimdilik uğraşamıyordu. Meydanda görünen, iddia ve söz sahibi üç ülke var. Rusya, Avusturya ve Almanya. Bunların yöneticileri ki Rusya İmparatoru İkinci Aleksandre, Avusturya İmparatoru Birinci Fransuva ve Almanya İmparatoru Birinci Vilhem'dir. 1875 senesinde bir araya gelen bu zevatın Başvekili, Gorçakof, Andraşi ve Bismark siyâsi ahvali konuşurlarken; Rus Gorçakof'un teklifiyle Şark meselesi görüşüldü. Üzerinde ittifak edilen, konumuzla alakası bulunan mesele şu. Osmanlı tebeası isyana kalkışırsa müdâhale etmeyecekler.

Toprak geliri yüzünden, vergilendirmeden adaletsizliğe uğradıkları iddiasındaki Boşnaklar işi kaba kuvvete ******ürdüler. Ağaların tarlalarına sahip olmaya çalıştılar. Hersekliler Hıristiyan devletlere Müslümanları şikâyet ettiler.

Hersek'te isyanın başlaması 160 kişinin ağnam vergisi vermemek için Kara¬dağ'a sığınmasıyla meydana çıktı. Karadağ Prensi Osmanlı Devleti'yle muhatap olmaya çekindiği için, İstanbul'daki Rus elçisinden sığınmacıların kurtarılmasını rica etti. Rus elçisi sadrâzama rica etti. Neticede, Hersek'te zaptiyeden kaçan insanlar birer kahraman gibi evlerine döndüler. "Osmanlı da bir şey değilmiş, gözümüzde boşa büyütmüşüz" kanaatine varan Hersekliler isyan bayrağım açtılar.

Müsamaha acizlik alâmeti sayıldığı için, şımaran âsiler kasabalarını (Nevesini) ayaklandırdı. İlk hamlede kasaba müdürünü kaçmaya zorladılar. Jandarma buna manî olmaya çalıştı, birkaç tanesi asîlerce vuruldu.

Bosna Valisi Derviş Paşa isyan karşı¬ında nasıl bir yol takip edeceğini bilmiyordu. Bab-ı Âli'ye sordu; oradan gelecek cevabı bekledi; âsiler zaman içinde cesaret ve taraftar topladı.

Sadârette Esad Paşa bulunuyordu. Ürkek davrandı. "Karadağ tahrik edilmesin, Rusya'ya, müdahale imkânı çıkmasın; olay mahallîdir, kuvvet yerine nasihati dene" Bab-ı Âlinin cevabı bu mealdeydi.

Derviş Paşa Sadrâzam Esad Paşa'nın emrine uydu. Asîlere nasihatçileri gönderdi. Devletin veremeyeceği isteklerde bulundular. Şuna inanmıştılar ki devletin vurma niyeti yok. Rusya'nın ve Avusturya'nın kendi yanlarında olacaklarını da düşünüyorlardı. İsyan sahalarını genişletmek, taraftarlarım artırmak için beyannameler neşreden asîler bir paralo icad ettiler

"Devlet bizi vuramayacak!"

Küçük bir kasaba olan Nevesin'de başlayan isyan, Hersek'in bütününe ve Bosna'nın bazı yerlerine sıçradı. Müslümanlar da mallarını ve canlarım korumak için silaha sarıldı. Yangın her tarafı sardıktan sonra itfaiye geldi. Bâb-ı Âli ateş emri verdi.

Arı kovarıma çomak sokmayı göze alamamak, olayların genişlemesine sebep oldu. İstanbul 4200 yedek kuvvetle işi halletmeyi istedi, olmadı. Suç kumandana bulundu, dört defa kumandan değişti. Sonuncusu -bilahare "Gazi" olan-Ahmed Muhtar Paşa idi.

13 Nisan 1875'te baş gösteren isyan, 20 Ağustos 1875'te Fransa'nın araya girmesiyle durduruldu.

İç Meseleler

Coşkun bir hevesle gelmişti fakat Hüseyin Avni Paşa sadârette istediği kadar kalamadı. Hersek'te çıkan isyanı bastıramaması, maliye işlerini iyi idare edememesi, "Sultan Aziz'den nefret etmesi, kabalığı ve zalimliği, Avni Paşa'yı hükümdarın olduğu gibi, halkın da gözünden düşürmüştü." Sadâretten azledilen Avni Paşa Aydın valisi oldu. Sonra da "tedavi maksadıyla Avrupa'ya gitti. Londra'da İngiliz nazırları ile Sultan Aziz'in tahttan indirilmesi meselesini görüşmeye cesaret etti. Türlü entrikalar ve rüşvetler ve Sultan Aziz'in inanılmaz gafleti eseri, üçüncü defa serasker (savunma bakanı) oldu."

Seraskerlik, emeline kavuşması için Avni Paşa'ya verilmiş en büyük imkândı. Çünkü asker kendisine bağlı idi.

Sakızlı Esad Paşa iki sene sonra ikinci defa sadârete geldi. Şartlar karmakarışık hale getirmiştir makamları; kimse geldiği yerde uzun süre duramıyor M. Esad Paşa da Mahmud Nedim Paşa'nın ayak oyunlarıyla devrilir. Oyun şu: Hersek'te isyan devam ediyor, vezir-i âzam çare olamıyor. Nedim Paşa daha önce vezir-i âzam olmuş, başarısızlıkla geçen 2.5 ay sonra azledilmişti. Şûrayı devlet reisliğinde pâdişâha yaranarak, Hersek isyanını bastıracağını iddia eder ve Esad Paşa 4 ay da ikinci turu tamamlamış olur.

Şimdi devir Nedimof'undur. Mühür ondadır. Mahmud Nedim Paşa'nın ikinci sadâretinde görülen en önemli işi "Tenzil i Faiz" kararıdır. Buraya tafsilatını almayacağımız, Y. Öztuna'daki bilgilere göre devletin mâli durumu bugünkü Türkiye'den, şahsî menfaatini düşünen insanlarda bugünkü bazı insanlardan farklı değildi. "Devlet borçlarını 200 milyon altına (bugünkü satın alma gücü aşağı yukarı 80 milyar dolar) yaklaşıyordu." Devletin bu derece borçlu olması, bazılarını istifade etmekten alıkoymuyordu. Faizlerin düşürülmesi oyunu ile servetini artıranlar olmuştu. Midhat Paşa bunlardan biri, bir diğeri Rusya elçisi (Nedim Paşa'nın sakalını kaptırdığı) İgnatiyef'tir.

Faizlerin düşürülmesi bazılarını zengin ederken, vatandaşların büyük bir bölümünü mağdur etmişti. Fransa ve İngiltere alacaklı oldukları için zarar görmüşlerdi. İngilizlerle Fransızlar Türkiye aleyhine nümayiş yapıyorlar. Türkiye'de insanlar homurdanıyor, ortam iyice geriliyor ve "Bosna-Hersek isyanı günden güne alevlenerek devam ediyordu." Bütün bu olumsuzlukların üzerine bir de Bulgar isyanı patlak verince (2 Mayıs) işler Arap saçına döndü. Bulgar isyanı binlerce Türkün ve Bulgarın ölümüyle neticelendi. Bulgar isyanının tertipçisinin Rusya olduğu bilinmesine rağmen bir şey yapılamamasından "efkârı amme bozuldu. Ekseri nâs zât-ı şahane aleyhinde nâ beca tefevvühâta cesaret eder oldu. Midhat Paşa ise el altından talebe-i ulûmu Mahmud Paşa aleyhine tahrik etmekte idi." (
Tezakir)

Mahmud Nedim Paşa, Hüseyin Avni Paşa'yı Bursa valiliğine gönderip, Midhat Paşa'yı Adliye Nazırlığı'ndan azledince telâşe başlar. Avni Paşa'nın taraftarları halkı kışkırtmaktan geri kalmazlar. "Rüşdi Paşa dahi gah konağında ve gah yalısında ikamet ile gelip gidenlere hâl-i hazırın ağırlığından bahs ile akıbetin vahim olduğunu tedhîm etmekte, İstanbul'da ihtilâl hadis olacak imiş" yollu erâcif dahi işitilmekte idi."

Pâdişâh ilk senelerdeki tutumunu değiştirdiği, israfa meyi ettiği için; halkın eski sevgisini kaybetmişti. ".... bazı devletliler bu hallere nazarı teessüf ile bakıp dühûn olmakta iseler de ellerinden bir şey gelmezdi. Hüseyin Avni ve Midhat Paşa'nın plânı işliyordu. Ne olursa olsun, nasıl olursa olsun pâdişâhı devirmeyi göze almışlardı. Bunların "iktidara gelmeleri icap ediyordu. Midhat Paşa, "tabebe-i ulûm denen medreselerin yüksek sınıf öğrencilerine para dağıtarak, bunlara Bâb-ı Âli de sadrâzama karşı nümayiş yaptırmaya ve Mahmud Nedim Paşa'yı istifa mecburiyetinde bırakmaya girişti. Dağıtılan paranın Veliahd Murad Efendi'den alınmış olması, çok hazindir."

Yeniçerilerin ihtilâline benzemiyordu. 1000 kadar öğrenci, bir miktar müderris ve biraz da halkın aşağı tabakasından insan katılmıştı gösterilere. Birkaç yere giderek "filanı istemeyiz" "falanı istemeyiz" diye bağrılmış ise de, aslında pek korkunç bir manzara olmadığı anlaşılmaktadır. Cevdet Paşa'nın Tezakirine göre "Mahmud Paşa görevden alınır.

Kunduralarını giymeğe vakit bulamaz. Kendisini idam etmeye gelenlerden kurtulmak için sokak aralarına dalarak izini kaybettirir."

Sultan Aziz ihtilâlcilere boyun büküp, arzularım yerine getirmek vaadinde bulunmuş, iş çığırından çıkmıştı. Kadroların tayini ihtilâlcilere kalınca o işin sonu nereye varır? Bunun hesabının yapılması gerekirdi!

Rüşdi Paşa sadrâzam, Hasan Hayrullah Efendi Şeyhülislâm, Hüseyin Avni Paşa yine serasker, Kayserili Ahmed Paşa kapdan-ı derya oldular... "Midhat Paşa'yı meclis-i aliyyeye (devlet bakanlığına) getirdiler."

Sultan Abdülaziz'in parayla tutulup sokağa salınan bir avuç talebe ile ipsiz takımını, gerçekten halkın galeyanı sanarak boyun eğmesini eleştirenler olur. Yeni sadrâzamı huzuruna çağırıp:

"Sizi halk istediğinden memur ettim! demesi de bunun bir işaretidir. Rüşdi Paşa şöyle cevaplar:

"Efendimiz, bizi halk ne bilsin! İntişarı namımız teveccuhâtı şahaneniz semeresidir!

Sonun başlangıcı veya sona bir adım kala her şey hazırlanmıştır. Bu defaki işler, eski devir yeniçeri ayaklanmalarından farklıdır. Ayaklananlar kul kısmının asker takımı değil "Erkân-ı Erbaa" denilen dört kişidir: Bunlar Mütercim Rüşdi Paşa, Hüseyin Avni Paşa, Midhat Paşa ve Şeyhülislâm Hayrullah Efendi. Bu Hayrullah Efendi temsil ettiği makama lâyık olmayan "nankör, seciyesiz ve yobaz"ın biridir. Bununla ilgili pâdişâhın, paşanın tavsiyesiyle şimdi Şeyhülislâm nasbeyledik: Allah vere bir halt etmeseydi" dediği söylenir.

Bazen tedbirsizlik bile mecburiyetten geliyor. Adam kıtlığının yaşandığı bir zamanda etrafına iyi yardımcılar toplayamaması, sadece yöneticinin zaafından değildi. Mevcudun içinden seçeceğine göre, ne yapabilirdi. Senelerce birkaç kişi dama taşı gibi bir burada bir orada görülüyordu. Kaldırıp atılsa yerine konacak adam yoktu! İşte, pâdişâhın "Mütercim Rüşdi Paşa'ya kızdığı bir gün (söylediği söz) "Benim ecdadım bu gibilerin aklıyla hareket etmiş olsaydı, Konya ovasında koyun sürüleriyle çadırda yaşamaktan kurtulamazdık."

"Kinim dinimdir" diyen Hüseyin Avni Paşa da adam kıtlığından çekilmiyor muydu?

Uzunca bir mevzu olan pâdişâhın hâl edilmesi hazırlığı malûm kişilerce yürütülürken, bazı meseleleri farkeden insanların pâdişâha yaklaşıp, vaziyeti anlatamamaları, alınabilecek tedbirlerin alınmasını önlemiş oluyordu.

İhtilâlciler bütün tedbirleri alıp, hal gününü ve saatini kararlaştırmışlar; hal fetvasını da alınca hemen harekete geçilecekti.

"Anadolu kazaskerlerinden fetva emini Kara Halil Efendinin de bulunduğu bir toplantıda "pâdişâhın mülk ve milleti tahrip ve beytilmâli israf ettiği öne sürülerek hali için fetva meselesi görüşüldü. Kara Halil "bu emri hayra çarşaf kadar bir fetva veririm" deyince, işin şer'î tarafı da sağlama bağlanmış oldu."

Hal Gecesi (30 Mayıs 1876)

"Cumâde-1 ûlânın yedinci gecesi Mekteb-i harbiyye şagırdanı silahlandırılarak ve akdemce Dersaadete gelmiş olan Suriye Redif taburları ile diğer miktar asker dahi celb olunarak cümlesi Redif Paşa kumandası altında oldukları hâlde sarayı hümâyunu kuşatmışlar ve Dolmabahçe'de saraya karşı toplar ta'biye etmişler ve donanmayı hümâyundan sandallar tertib ile bahreyn dahi sarâyi hümâyunu abluka etmişler ve mekâtib-i askeriyye nazırı Süleyman Paşa, Murad Efendi dairesine varıp anı saraydan ihraç ile vakti fecr de İstanbul tarafına geçirip Bab-ı Ser askeriye ******ürmüş ve erkenden Namık Paşa ve Şerif Abdülmuttalib Efendi gibi bazı zevad dahi Bab-ı seraskeriye davet olunmuş ve İstanbul'da keyfiyet şâyî olarak herkes Bab-ı seraskeriye gidip icrâyi resmi biate başlamış. Sarayı hümâyun halkı hab-ı gaflete dalmağla bu vukuattan birisinin haberi olmayıp ortalık ağarmaya başlayarak sarayı hümâyunun abluka olduğunu ve Murad Efendi'nin dairesinden ******ürüldüğünü görüp öğrenmekle beraber süfün-i hümâyun donanıp toplar atılmaya başlayıcak artık iş işten geçmiş olduğunu anlamışlar ve Sultan Abdülaziz Han ile daire-i mahsusası halkı leb-beste-i hayret olup kalmışlar." (Tezakir-i Cevdet)

Su uyur düşman uyumazı pâdişâh uyur halciler uyumaz olarak çevirebiliriz. Hüseyin Avni Paşa'nın desisesi Sultan Aziz'i, "deprem" gibi gece sabaha karşı sarsmıştı ve pâdişâh uyandığı zaman kulağına, olmaması gereken geliyordu. Uyku sersemi de olsa anlamıştı. "Bunlar cülus toplarıdır" diyerek bütün ataları gibi kadere rıza gösterdi

Sultan Aziz evladı iyâli ile Topkapı Sarayı'na naklolunurlar. Cevded Paşa'nın ifadesine göre, Abdülaziz Han orada çok sıkıldığını yeni pâdişâha yazdığı tezkire ile bildirmiş ve Çırağan Sarayı'nın üst tarafında karakola muttasıl olan bir daireye naklolunmuş. "Garîbdir! Sultan Abdülaziz Han Hazretleri bu daireyi Sultan Murad için yaptırmış idi ki, sair dairelere nisbetle duvarları ziyâde mürtefi ve kale gibi muhkem idi. Meğer kendisine mahbes yaptırmış."

Ve Ölüm!

Kimine göre intihar, kimine göre cinayet! Aradan yüz küsur sene geçti hâlâ görüşler aynı. Bir taraf cinayet diye birilerini mahkûm etmek isterken, diğer taraf intihar deyip pâdişâhı kötülemeye devam eder. Bir de kötülemeden intihar ettiğini söyleyenler var. Biz bir sürü söylentiyi ve görüşleri bir yana bırakıp Cevded Paşa'ya kulak verelim. Cevded Paşa, önce pâdişâha sitem ediyor. Sarayı abluka eden askere, donanma askerine karşı çıkıp da "Sizi techîz eden benim. Silâhlandıran benim. Birtakım hâinlerin sözüne aldanmayın" deseydi, bu iş buraya gel¬ezdi diyor. Ölümüyle ilgili duyduklarını şöyle anlatır Paşa: Yaşadığı yerin denize nazır ferahlı bir daire olması iyi de, çok fedakarlıkla meydana getirdiği donanmanın ablukası altında yaşamaya tahammül edemiyormuş. Fakat herkes yeni pâdişâha yaranma yarışına girdiği için "Abdülaziz Han'ın dairesine bakılmaz ve hatta desti ve bardak gibi şeyler bile bulunmaz imiş. Bu hâllerden müteessir olarak ölümünü temenni etmeğe başlamış. "Ben bu hakaret altında yaşayamam. Aman bana biraz zehir buluver diye bir cariyeden rica eylemiş. Buna bir çare bulamadığından cumâdel-ûlanın on ikinci günü sabahleyin sanki mutadı üzere sakalını düzeltmek üzere odasında tenha kalmış olduğu halde bir küçük mikrâz ile kollarındaki damarları kesip kanını akıtarak kendisini itlaf ile bu azabı elimden kurtulmuş deyu ilân olundu."

Cevded Paşa; ilân edilen ölüm haberini böyle aktardıktan sonra işte ekser-i nâsın kavlü itikadı bu idi, diyor. Ve tereddütlerini sıralıyor.

"Lâkin mikraz (makas) ile sol kolunun damarlarını kestikten sonra ol mecruh eliyle sağ kolunun damarlarını dahi kesmesi inanılmaz bir keyfiyet olduğundan bazı nâs Sultan Abdülaziz'in cebren ve gadren katlolunmuş idüğine zâhib olmuş idi." (Tezakiri Cevded)

Yılmaz Öztuna intihar olma ihtimâlini çok zayıf bulmakta ve kitabında "Sultan Aziz'in katilleri kimlerdir?" başlığını kullanmaktadır. Öztuna, birinci derecede H. Avni Paşa'yı suçlu bulur. Sonra; daha önce adı geçenleri bazı ilave isimlerle sıralar. Avni Paşa'nın şahsiyetini şöyle anlatır Sayın Öztuna:

"Osmanlı tarihinin tanıdığı en tipik manyaklardan olan Hüseyin Avni Paşa, zeki, kültürlü, dil bilen, askerlikte başarılı, disiplinli, otoriter, fakat kötü bir aileden gelme, kompleksli, ırz düşmanı, kumarbaz, hırsız, merhametsiz, zâlim, görülmemiş derecede kindar bir adamdı." Daha fazlasını söylemeye hacet yok. Bir de Abdülaziz Han için Yılmaz Öztuna ne diyor ona bakalım.

"Sultan Aziz, bestekâr, neyzen, ressam, sportmen, asker, donanma ve silaha ibtilâ derecesinde meraklı, çok mağrur, fakat şahsî muamelelerinde pek nâzik idi. Ancak kızdığı zaman soğukkanlılığını muhafaza edemeyen, dindar, fevkalâde vatansever, heybetli, büyük zekâsının yanında belki gururundan gelen bir saf dillilik taşıyan, ağabeyi (Abdülmecit) gibi müsriflik derecesinde cömert bir hükümdardı." "Müslüman ve Türk geleneklerini savunuyordu."

Sultan Aziz'in servetinin büyük kısmı yağma edilmiş, hatta omzuna aldığı şalın altına mücevher sakladığı vehmiyle Sez'erek Kadınefendinin şalı açılmış, kadınefendi şal açılınca yağmur yemiş ve hastalanmıştır."

Bir ikbâlin sonu böylece gelmiştir. Maalesef bu yol Cumhuriyet döneminde de devam etmiştir.

Sultan Aziz için söylenen bir türkü:

Seni tahttan indirdiler

Üç çifteye bindirdiler

Topkapıya gönderdiler

Uyan Sultan Aziz uyan

Kan ağlıyor bütün cihan