Tanzimat ve Meşrutiyet Dönemleri

  • Konbuyu başlatan Talebe
  • Başlangıç tarihi
  • Cevaplar 0
  • Görüntüleme 813
Tanzimat ve Meşrutiyet Dönemleri
I. Meşrutiyete Giden Yol
Kanun-i Esasi
Düyun-i Umumiye
Ermeni Meselesi
II. Meşrutiyet

I. Meşrutiyete Giden Yol
Islahat Fermanı'ndan sonra da devletin ıslahına ve yeni müesseselerin kurulmasına devam edildi. Meşrutiyete giden yolda bu ıslahatların ikisi son derece önemlidir. Bunlardan birincisi Teşkilat-ı Vilayet Nizamnamesi'dir. Nizamnameye göre idari taksimat şu sırayı takip etmiştir: Vilayet, Liva, Kaza, Karye. Kazaların birer "idare meclisi" vardır. Burada ikisi Müslüman, ikisi de gayrimüslim dört seçilmiş üye bulunacaktı. Üyeler halk tarafından seçilmiş kimseler olacaktı. Köylerde ise, seçim prensibi daha geniş bir uygulama alanı bulmuştu. Her köyün iki muhtarı ve ihtiyar meclisinin bütün üyeleri Köy halkı tarafından seçilecekti. Bu suretle Osmanlı Devleti'nde seçim prensibi, mahalli idare kadrosu içinde ilk olarak uygulandı. Seçilmiş olan bu üyeler, 1876 da ilan edilmiş olan Meşrutiyetin ilk genel seçimlerinde ikinci seçmen addedilmişlerdi.

1868'de Meclis-i Vala'nın yeniden düzenlenerek Divan-ı Ahkam-ı Adliye ve Şura-yı Devlet (Danıştay) (10 Mayıs 1869) olarak ayrılması da meşrutiyet rejimi için bir adım teşkil etmiştir. Şura-yı Devlet müşterek bir kanaata göre "iptidai bir Meclis-i Mebusan"dı. Osmanlı devlet teşkilatında ilk defa böyle bir müessese doğmuş oluyordu. Şura'ya parlamento görüntüsü veren özelliği vilayet meclisleriyle temasından doğmuştur.

Meşrutiyet'e giden yoldaki en önemli hukuk reformlarından biri de hiç şüphesiz Mecelle olarak bilinen ve ilk bölümü 1870'de yayınlanan ve 1888'de tamamlanan yeni bir medenî kanunun ilanıydı. Mecelle zamanın entellektüel hayatında önde gelen bir sima olan Ahmet Cevdet Paşa'nın başkanlığında hazırlandı. (1822-1895)

Tanzimat Döneminde Basın

Osmanlı Devletinde Türkçe olarak yayınlanan ilk gazete, devletin resmi gazetesi olan Takvim-i Vekayî idi. (1831) Ondan sonra sahibi İngiliz olan Ceride-i Havadis 1840'da kuruldu. Bu gazetenin de yarı resmî bir niteliği vardı. Bu itibarla 1860 da Çapanzade Agah Efendi'nin çıkardığı Tercüman-ı Ahval; sivil gazeteciliğin başlangıcı kabul edilir. Bu gazetenin yazarlarından biri olan Şinasi de 1862'de kendi gazetesi Tasvir-i Efkar'ı kurdu. 1863'de Namık Kemal Mirat gazetesini çıkardı. Daha sonra Şinasi'nin Tasvir-i Efkar'ını da devraldı. 1867'de de Ali Suavi Muhbir'i çıkardı. Bunları 1871'de Namık Kemal'in İbret'i, 1869 da Basiretçi Ali'nin Basiret Gazetesi izlemiştir. Gazete sayıları 1870'ten itibaren daha da artmıştır. Ancak trajları düşüktür. Fakat o devirde, akşamları mahalle kahvelerinin bir çeşit kulübe, ya da kıraathaneye (okuma odası) dönüştüğü, gazetelerin etki alanının trajlarından çok daha fazla olacağı düşünülebilir. Gazetelerin çoğalması, rekabetin başlaması demekti. Bu da merkezi idarenin hoşnutsuzluğuna yol açtı. Hükümet 1864'te Matbuat Nizamnamesini çıkardı. Ertesi yıl Ali Paşa hükümetine karşı meslek adına bir gizli örgüt kurulmasında Nizamnamenin bir payı olduğu varsayıldı. Ve 1865 yılında, başta Namık Kemal olmak üzere Genç Osmanlılar çeşitli yerlere sürgün edildiler. Ancak Ali Suavi, Namık Kemal, Ziya Paşa (Bey) gibi önde gelen isimler bir fırsatını bularak, hürriyetin beşiği olarak kabul ettikleri Fransa'ya kaçtılar ve hürriyet mücadelelerine orada devam ettiler.

Yeni Osmanlılar hareketi içindeki en önemli kişi hiç şüphesiz Namık Kemal'di. Namık Kemal 1870'de tekrar İstanbul'a döndü. 1873'de Vatan Yahut Silistre oyununu sergiledi. Seyirciler oyunu anlatan vatan kavramı karşısında coşuyorlar, oyundan sonra sokaklarda da devam eden heyecanlı gösteriler yapıyorlardı. Bunun üzerine oyun yasaklandı. Namık Kemal de Magosa'ya sürgün edildi.

Namık Kemal'in sosyal fikirleri arasında en mühim yer tutanları devletin menşeine, vasıflarına, teşkilatına dair olan görüşleridir. Zira, Osmanlı İmparatorluğunun içinde bulunduğu müşkül vaziyetin başlıca sebebini, o devlet teşkilatının bozukluğunda bulur. Bu teşkilat düzelirse; İmparatorluğu dahilden ve hariçten baskı altında tutan, parçalanmaya doğru götüren sebepler ortadan kalkacaktır.

Namık Kemal insan hürriyetini, eğitimin Türkçe olmasını ister. Meşrutiyet fikrini benimser. O devletin geleceği için sorgulama yapmaktan da kaçınmaz ve her şeyden önce Osmanlı birliğinin güçlendirilmesini ister. O'nun bu görüşleri Osmanlı aydınlarının çoğunluğu tarafından da paylaşılır. 1876 yılına gelindiğinde ise, meşrutiyet fikri kamuoyunda açıkça tartışılacak oranda olgunlaşır.​

Kanun-i Esasi
İlk Osmanlı anayasasının temel özelliği, vatandaşın temel hak ve hürriyetlerini tesbit etmekten ziyade "Zatı şahanenin ve hanedan saltanatının mukaddes haklarını" yeter teminata bağlama gayretidir. Bu husus Kanunu Esasi'yi tasdik ve ilan eden irade-i seniyede açıkça belirtilmektedir. Padişah kutsaldır, taht Osmanlı ailesinin en yaşlı erkek üyesine aittir. Devletin dini İslam'dır. Padişah aynı zamanda "Halife"dir. Yürütmenin gerçek başı O'dur. Bakanları atama ve görevden alma (azletme) yetkisi yalnız O'nundur. Hükümet, yasama organına karşı siyasetten sorumlu değildir.

Kanun-ı Esasi, böylesine güçlü bir yürütme karşısında oldukça zayıf bir parlamento kurmuştur. (Ancak bu dönemde bir parlamentonun kuruluşu bile başlı başına bir olaydır.) İki kolu olan bir parlamentonun bir kolu, bütünü ile padişahın isteği ile oluşan Heyet-i Ayan'dır. Öteki kol olan Heyet-i Mebusan ise, anayasaya göre dört yılda bir yapılan genel seçimle belirlenmektedir. Yasama yetkisi bakımından parlamentonun iki kanadı eşit durumdadır. Parlamento'da Meb'usan Meclisi 80'i Müslüman, 50'si de gayrimüslim olmak üzere 130 mebustan oluşmaktadır. Ancak her vilayet gösterilen sayıda milletvekili seçip İstanbul'a göndermedi. Bu yüzden ilk meclisin sayısı 115 ile 117 arasında değişti. Tespit edilen 130 rakamına hiç ulaşılamadı. Parlamentoya gelen mebusların 69'u Müslüman 46'sı ise gayrimüslimdi. Meclis ilk toplantısını 19 Mart 1877'de yaptı. Parlemento 1876 anayasası ile kendisine verilmeyen yetkileri de kullanmaya teşebbüs etti ve "serbest konuşmayan mebusların parlamentoda işi olmadığını, padişahın kendilerine danışmayı ihmal ettiğini açıkça söylemekten çekinmemiştir." Padişah tarafından meclisin feshi halinde, seçimlerin, yeni meclisin en geç altı ay içinde toplanmasını sağlayacak bir müddet içinde yapılması şarttı. (Madde 73) Parlamento azasının yemini, vatan ve anayasadan önce padişaha sadakatı teyit etmektedir. (Madde 46)

Kanun-ı Esasi'nin yargı alanında getirdiği düzenlemeler, II. Mahmut zamanında başlayan ve İslam düşüncesi ile Batı düşüncesini karşı karşıya getiren kültür ikileşmesinin açık izlerini taşmaktadır. Aile, miras gibi geleneksel alanlardaki anlaşmazlıklar için Şer'iye Mahkemelerinin; ceza yasaları gibi yeni yasaların düzenlediği alanlardaki davalarda ise Nizamiye Mahkemelerinin görevli olacağını belirtiyordu.

Sonuç olarak yeni anayasanın dayandığı esaslar şunlardır:

Hilafet ve Saltanatın haklarını korumak,

Vatandaşların hürriyetlerini ve eşitliğini sağlamak,

Adaleti kurmak,

Parlamentonun yetkilerini belirtmek,

Hükümetin ve idarenin yetki ve sorumluklarını tespit etmek,

Mahkemelerin bağımsızlığını sağlamak,

Bütçenin denk olması için gerekli esasları koymak,

Merkeziyetçiliğin yanında taşraya serbest hareket imkanı vermek.

Mebusların tecrübesizliği ve çoğunun tahsil yetersizliğine rağmen, Mebusan Meclisi vazifesini ciddiyetle yürüttü. Halkın dertleri ve devlet idaresindeki yolsuzluklar mecliste layıkıyle dile getirildi. Ancak, Bosna-Hersek ve Bulgar isyanlarını bahane sayan Rusya'nın 24 Nisan 1877'de Osmanlı İmparatorluğu'na savaş ilan etmesinin ardından düşman ordularının Balkanlarda hızla ilerlemeleri Mebusan Meclisi'nde şiddetli tenkitlere sebep oldu. Mebuslar, Osmanlı kuvvetlerinin yenilgisinden hükümeti sorumlu tuttular ve komutanlarla Harbiye Nazırı'nın harp divanında yargılanmasını istediler. Bunun üzerine, Mebusan Meclisi Kanun-ı Esasi'de belirtilmiş yetkilerini aştı. Padişahın hükümdarlık haklarına müdahale ettiğine inanan II. Abdül-hamid, 14 şubat 1878'de Kanun-ı Esasi'nin uygulanmasında birtakım zorluklar görüldüğünden ve devletçe gösterilen gereklilik üzerine Meclisi Mebusan'ı geçici olarak tatil etti.

Böylece Osmanlı İmparatorluğunda, II. Mahmut saltanatının son yıllarında olduğu gibi mutlakiyet idaresi yeniden kuruldu. II. Abdulhamid'in iktidarı 31 yıl sürdü. Bu süreç içinde padişah, Osmanlıcılık siyasetinin mahzurlarını gördüğünden İslamcılığı benimsedi. Gerçekten, Batılı devletlerin ve Rusya'nın her türlü baskıları karşısında devletin birliğini korumanın en sağlam yolu İmparatorluğun Müslüman tebaasını din bağıyla bütünleştirmekti. Bunun için, II. Abdülhamid memleketin iktisadî kalkınmasına önem vererek özellikle ulaştırma ve haberleşme sahalarında ıslahat yapmış, diğer taraftan eğitim konusunda ciddî hamlelere girişmiştir.

İktisadî kalkınma, hazırlanan bir plan gereğince yürütülmek isteniyordu. Bu cümleden olmak üzere 1888'de İzmit-Eskişehir-Ankara ile Eskişehir-Konya hatları bir İngiliz-Alman şirketine verildiği gibi, 1899'da Bağdat demiryolunun yapımı ve işletme imtiyazı bir başka Alman şirketine verildi. Diğer taraftan birçok karayolu da halkın gayretleri ile inşa edildi. Sadece Sivas vilayetinde 1882-1885 yılları arasında 927 km. uzunluğunda şose yapılmıştır. Bu devirde telgraf haberleşmesine ayrı bir önem verilmiş ve memleketin en ücra köşeleri bile telgraf hatlarıyla İstanbul'a bağlanmıştır.

Abdülhamid döneminde en önemli icraat eğitim sahasında başarıldı. Maarif Nazırı Saffet Paşa'nın 1869'da çıkardığı Maarif-i Umumiye Nizamnamesini on yıl sonra ele alan Sadrazam Küçük Sait Paşa İmparatorluğun her tarafında Rüşdiye (Ortaokul) ve İdadi (Lise) okulları açtırdı. Küçük Sait Paşa'nın 1879'dan 1884'e kadar süren sadareti zamanında kurduğu yüksek öğrenim müesseseleri arasında Hukuk, Sanayi-i Nefise, Ticaret ve Mühendis okulları kayda değer. II. Abdülhamit'in tahta çıkışının 25. Yıldönümü vesilesiyle de Eylül 1900'de İstanbul'da Darülfünun-ı Şahane öğretime başladı.​

Düyun-i Umumiye

Abdülhamid döneminin mali alandaki en önemli olayı, hiç şüphesiz "Düyun-ı Umumiye"dir. II. Abdülhamid 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı'ndan (93 Harbi) sonra toplanan Berlin Kongresi'ni (13 Haziran-13 Temmuz 1878) takip eden aylarda yeni bir kurulu düzen (statüko) oluştururken Osmanlı borçlarına da bir çözüm bulma gayreti içine girdi. Çünkü, 1878'de 1854-1876 dönemi içinde alınan 244 milyon lira borçtan 95 milyon lirası ödenmemiş durumdaydı. Buna 40 milyon lira iç borç tahvili de eklenince 135 milyon lira borç ediyordu. Bunun yıllık faiz oranı 10 milyon lira tutmaktaydı. Devlet, dış borçların ödenmesini ne kendi bütçe imkanlarıyla ne de yeni borçlanmalar kanalıyla ödeyemez hale gelince 1875 yılında dış borçlar üstündeki faiz ve anapara ödemelerini durdurduğunu, yani iflas ettiğini açıkladı.

Böyle bir ortamda II. Abdülhamid, yabancı devletlere borçlar konsolide edilmediği taktirde hiç kimsenin eline bir şey geçmeyeceğini, Avrupa'daki binlerce tahvil sahibinin her şeylerini kaybedeceklerini ve genel bir felaketin olacağını söyledi. Bunun üzerine telaşa kapılan Osmanlı Bankası ve diğer yerli alacaklılar, bazı Osmanlı gelirlerini, üzerinde yalnız kendi temsilcilerine denetim yetkisi verildiği taktirde konsolidasyonu kabul edeceklerini bildirdiler. Oluşturulacak bir komisyon vasıtasıyla kendilerine bırakılan gelir kaynaklarını toplayıp idare edecekler ve bu gelirleri tümüyle borçların ödenmesinde kullanacaklardı. Görüşmeler 10 Kasım 1879'da anlaşma ile sonuç-landı. Hükümet, bankerlere 1 Mart 1879'dan 1 Mart 1880'e kadar bir yıl için tuz ve tütün tekeliyle damga resmi, alkol vergisi, bazı belirli bölgelerdeki balıkçılık vergisi ve ipek böceği kozasından alınan dört ayrı dolaylı verginin net gelirleri artı İ 10'unu kiraladı. Anlaşmanın süresi 10 yıldı.

Osmanlı Hükümeti Batılı alacaklılarla görüşmelere başladı. Görüşmelerde yabancı devletlere ödenecek borçların arasına Rusya'ya verilecek savaş tazminatının da ilavesi sağlandı. İstanbul'da devam eden toplantılar 23 Kasım 1881'de tamamlandı. 20 Aralık 1881'de (Hicri takvime göre Muharrem ayında) II. Abdülhamid'in iradesi ile onaylanarak aynı gün yürürlüğe girdi. Anlaşmaya göre o sırada 191 milyon Osmanlı lirasını bulan borçlar 106 milyon liraya indirildi. Miktarı azaltılan borcun kalan bölümlerinin ödenmesi için Osmanlı Hükümeti, borcun tamamının ödenmesine kadar kesin ve geri dönüşsüz olarak gelirlerinin bir bölümünden vazgeçti. Bu gelirler tuz ve tütün tekellerinden, damga resminden, alkol vergisinden, balık vergisinden ve bazı bölgelerdeki ipek böceği kozası vergisinden oluşmaktaydı.​

Ermeni Meselesi
Problemin Doğuşu ve Gelişimi

Yüzyılın sonu ve XX. yüzyılın ilk çeyreğinde "Şark Meselesi"nin önemli bir safhası ve aynı zamanda Osmanlı Devleti'nin dahili bir problemi olarak dünya ve bilhassa Batı kamuoyunu meşgul eden uluslararası konulardan biri de hiç şüphesiz "Ermeni Meselesi"dir. Bu mesele, Batılı Devletlerin Osmanlı Devleti'nin iç işlerine karışmak için bizzat Batılılar tarafından ortaya çıkarılmasına karşın dünya kamuoyuna kasıtlı olarak doğru olmayan bir şekilde Türklerin Ermenileri yok etme mücadelesi olarak yansıtılmıştır.

Ermeniler, İstanbul'daki Ermeni Patriği'nin liderliği altında, kendi Gregoryen milletleri dini ve kültürel özerkliğe sahip bir durumda Osmanlı toplumuyla barış içinde yaşıyordu. Osmanlı ticareti ve sanayiinde önemli bir yere sahiptiler. Müzik, ticaret, inşaat, el sanatları ve tiyatro alanlarında uzmanlaşmışlardı. Anadolu'dakiler ziraat ve diğer işleri yapıyorlardı. Bu itibarla; 1829 Yunan hareketinden sonra İmparatorlukta kalan Rumların hükümet ve okullardaki yerlerine milleti sadıka olarak anılan Ermeniler alınmıştı.

Ermeniler 1856 Paris Antlaşması'ndan itibaren Batı Devletleri ve Rusya'nın müdahaleleri sonucunda, reformların kendilerine tanıdığı haklardan ve millet-i sadıka statüsüne sahip olmalarından faydalanarak teşkilatlandılar. Bu esnada 16 Şubat 1862'de kabul edilen "Nizamnamei Millet-i Ermeniyan"la Ermenilere bir nevi anayasal haklar verilerek adeta bağımsız bir cemaat veya devlet muamelesi yapılmıştır. Bu gelişmenin hemen arkasından "şarkı söyleyen halk isyan etmeyi düşünmez" denecek kadar güvenilen Ermeniler 1862'de Zeytun'da, 1863'de de Van'da Osmanlı Devleti'ne karşı isyan bayrağını açtılar.

Kendisini Ermenistan'ın acı çeken bir temsilcisi olarak tanıtan ve ilk defa 1840-1850 yılları arasında Ermenileri devlete karşı kışkırtmaya çalışırken adını duyuran Mığırdıç Hrimyan'ın 1869'da Ermeni patriği olmasından sonra Ermeni Meselesi Avrupa'ya mal edilmek istendi ise de meselenin açıkça tartışılmaya başlaması 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı ve sonrasında oldu.

1878'de Hrimyan'ın yerine Ermeni patriği olan Nerses Varjabetyan Rusların İstanbul kapılarında görünmesini fırsat bilerek bizzat Grandük Nikola'yı ziyaret etti. Ayrıca M. Hrimyan, Horen Narbey, İstefan Papazyan ve Mosdıçyan'dan oluşan bir papazlar heyeti Nikola'ya bir muhtıra gönderdiler. Muhtırada Osmanlı Devleti aleyhine şikayette bulunduktan sonra "Ermenilerin bulunduğu doğu vilayetlerinin “Ermenistan” namıyla istiklalinin ilanına müsaade edilmesini hiç olmazsa bu vilayetlerin Rus kontrolü altına alınmasını" rica ediyordu. Neticede Ayastafonos Antlaşması'nın (3 Mart 1878) 16. Maddesi Ermenilere ayrıldı. Bu maddeye göre, Osmanlı Devleti doğu vilayetlerinde ıslahat yapmayı ve Ermenilerin güvenliğini temin etmeyi taahhüt etti. Böylece Rusların da iç işlerimize karışma yolu açılmış oldu. Ermeniler bununla da kalmayarak Berlin Antlaşmasına (13 Temmuz 1878) 61. Maddeyi ekletmeyi başardılar. Buna göre de büyük devletler Doğu Anadolu'da reform yapılacağına söz verirler ve reformların yapılmasını Babıali'ye bırakırlar.

Bununla birlikte, Ermeniler ne Rusya'dan ne de Batı Devletlerinden tam bağımsızlık yolunda Yunanistan ve Bulgaristan'a verilen desteği alamadılar. Bunun başlıca iki önemli sebebi vardı.

En kalabalık oldukları Doğu Anadolu'da bile hiçbir vilayette çoğunlukta olmamalarıydı. 1882 yılında en kalabalık oldukları Bitlis vilayetinde toplam nüfusun İ 38.9'unu, Van'da 22.3'ünü, Diyarbakır'da 20.98'ini, Elazığ ve Erzurum'da 16.6'sını, Sivas'ta da İ 13.1'lik bir kısmını teşkil etmekteydiler.

Ermeniler, Avrupa donanmalarının ya da sefer kuvvetlerinin kolay kolay erişemeyecekleri yerlerde yaşıyorlardı. Kendileri için en büyük destek olarak gördükleri Rusya ise Bulgaristan örneğinde olduğu gibi bağımsız bir Ermenistan'ında kendi uydusu gibi davranmayacağı ve Osmanlı toprak bütünlüğünü koruma karşılığı olarak Kıbrıs'a yerleşen İngiltere'nin, Rusya'ya Ermenistan üzerinden sıcak denizlere inme imkanını tanımayacağını biliyordu. Bu yüzdendir ki Rusya 1881'de III. Aleksandr, 1894'de II. Nikola ile koyu bir mutlakiyet, milletlere (bu arada Ermenilere) karşı da Ruslaştırma siyasetini uygulamaya başladı.

Böyle bir ortamda Ermeniler eylem ve propaganda yolu ile kendilerini sürekli gündemde tutup Batı Devletlerinin dikkatlerini çekerek bağımsızlık arama yolunu seçtiler. 1878'de Kara Haç, 1887'de Hınçak, 1890'da Taşnaksutyun Ermeni terör örgütleri kuruldu. Bu örgütler, en son Bulgaristan'da meydana gelmiş olan olayları tekrarlamak istiyorlardı. Kanlı bir isyan sert bir tepki ve kanlı bir bastırma, katliam var diye Avrupa kamuoyunun ayağa kaldırılması, büyük devletlerin müdahalesi, reform, özerklik ve sonuçta bağımsızlığa ulaşma. Nitekim 1889'dan itibaren olaylar başladı. İsyanları sürdükçe İstanbul'da aralıklı olarak toplanan yabancı devlet temsilcilerinden meydana gelen Ermeni ıslahat komisyonu, fikir ve menfaat ayrılıklarından ötürü ancak I. Dünya Savaşı'na çok kısa bir süre kala bir araştırma-inceleme komisyonunun kurulması kararına varabildi. Bu amaçla Erzurum, Trabzon ve Sivas'ta görev yapacak olan Hollandalı Genel Müfettiş ile, Van, Harput, Bitlis ve Diyarbakır'da görev yapacak olan Norveçli Hoff İstanbul'a geldi fakat müfettişler çalışma imkanını bulamadı.

I. Dünya Savaşı'nda Tehcir (Göç Ettirme) Meselesi

Osmanlı Devletinin I. Dünya Savaşı öncesinde seferberlik ilan etmesi üzerine silah altına çağrılmış olan Ermenilerin bir kısmı sınır dışına, bir kısmı ise silahlarıyla birlikte ülkenin iç taraflarına kaçtı ve düşmanla iş birliği yaparak isyan çıkarma yolunu tercih etti. Bunun üzerine Başkumandan Enver Paşa, Ermeni Patriğini davet ederek kendisine Türkiye'nin bu savaşta Ermeni vatandaşlarından bağlılık beklerken silahlarıyla birlikte taşraya kaçmış olan Ermenilerin köylere saldırıp memurları öldürdüklerinin resmi raporlardan açıkça anlaşıldığını bildirdi ve bundan sonra iyi öğütlerde bulunmasını Patrik'e tavsiye etti. Enver Paşa bundan başka Patrik'e açık bir şekilde, bu hareket genelleştiği taktirde askeri hükümetin en sıkı tedbirleri almak zorunda kalacağını da söyledi. Başlangıçta hadiselerin yatışacağını uman Enver Paşa kesin bir tedbir alma yoluna gitmedi. Fakat 6 Eylül 1914'te Ermenilerin kalabalık olduğu vilayetlere hükümet aracılığıyla bir şifre tamim göndererek, Ermeni siyasi parti başkanları ve elebaşılarının hareketlerinin devamlı kontrol altında tutulması talimatını verdi. Ancak, Ermeniler Mart 1915'de yayınladıkları beyanname ile halkı, isyana teşvike ve düşmanla işbirliği yapmaya çağırdı.

"...Komitamız, milletlerin hayat ve varlıklarının söz konusu olduğu şu büyük kanlı savaşta, maddî ve manevî kuvvetleriyle mücadele sahasına atılarak, ihtilâlci ve intikamcı olan kılıcını harp terazisinin kefesine koymuştur ki, bu da en kestirme bir yoldan, Ermeni davasının, medeniyet dünyasına arzıdır. Bu istekleri Avrupa milletlerine ve siyasi mahfillerine arz eden komitamızdır...

Bu gün milletin önüne, bağımsızlık ve bu bağımsızlığın olup olmaması meselesi konuyor... Ermenilere Ölüm kalım saatleri yeniden yaklaştı. Mazlum ve çaresiz Ermenilik, bu beyannamemizden Ermenistan'ın yaralı sinesinden hicran ateşlerinin volkanlaşan intikam kanlarının feveran edeceğini beklemektedir...

"Bu beyannamenin ardından, o zamana kadar ufak tefek olayların yaşandığı Van Bölgesi'nde Ermeniler "Ermenistan Serbest", "Ermenistan Kurtuldu", yazılı bulunan bayraklar, önünde "intikam" yazılı Ermeni kalpakları, Rus ve Fransız şapkaları dağıttı. 15 Nisan 1915'te de Van'da, ardından, Zeytun'da isyan başladı. Bunun üzerine, 24 Nisan 1915'de Dahiliye Nezareti, Ermeni Komite Merkezlerinin kapatılması, evraklarına el konulması ve komite elebaşılarının tutuklanması talimatını çıkardı. 26 Nisan'da da Başkumandanlık, birliklere aynı anlamda bir tamim geçerek, elebaşıların askeri mahkemelere sevki ile suçluların cezalandırılmasını istedi. Zeytun Ermenilerinin başlattıkları isyanın Antep civarını da etkilemesi üzerine Talat Paşa (Dahiliye Nazırı) 6 Mayıs 1915'de Maraş Mutasarrıfına gönderdiği bir şifre ile Zeytunluların tamamen ihracını (göç ettirebilmesini) emretti. Ancak ordu savaş alanında olduğu için cephe gerisinde meydana gelen olayları önlemekte zorlanıyordu. Bu duruma bir çare olmak üzere, Başkumandan Vekili Enver Paşa 2 Mayıs 1915 tarihinde Dahiliye Nazırı Talat Paşa'ya gönderdiği bir yazıda "...Ermeniler ailesiyle birlikte Rus sınırı içine göndermek veyahut bu Ermeni ve ailelerini Anadolu içinde çeşitli yerlere dağıtmak gereklidir. Bu iki şekilden uygun olanın seçilmesiyle tatbikini rica ederim. Bir mahzuru yoksa isyancıların ailelerini ve isyan bölgesi halkını sınırlarımız dışına göndermeyi ve onların yerine dışarıdan gelen Müslüman halkın yerleştirilmesini tercih ederim..." dedi. Yazının ardından Talat Paşa, durumun nezaketi karşısında geçici bir kanun çıkmadan ve Meclis-i Vükela kararı olmadan bütün sorumluluğu üzerine alarak Ermeni tehcirini başlattı. 27 Mayıs 1915'te de "Vakt-i seferde icraat-ı hükümete karşı gelenler için cihet-i askeriyece ittihaz olunacak tedabir hakkında kanun-ı muvakkat" çıkarıldı ve 1 Haziran tarihli Takvim-i Vekayi'de yayınlandı. Kanun'un 2. Maddesinde "Ordu, Müstakil Kolordu ve Tümen Komutanları, askeri sebeplerden dolayı veya casusluk ve hıyanetlerini hissettikleri köy ve kasaba halkını tek tek veya toplu olarak diğer bölgelere sevk ve iskan ettirebilirler." deniyordu.

Tehcir, önce doğrudan doğruya cephenin güvenini sarsacak bölgelerde yani; Erzurum, Bitlis ve Van bölgeleri ile, Sina Cephesi gerisinde bulunan Mersin ve İskenderun bölgesinde uygulanmış daha sonra kapsam Adana, Ankara, Aydın, Bursa, Canik, Çanakkale, Diyarbakır, Edirne, Eskişehir, İzmit, Kastamonu, Kayseri, Karahisar, Konya, Kütahya, Mamuretü'l-aziz, (Elazığ), Maraş, Niğde, Samsun, Sivas, Trabzon ve Urfa'ya kadar genişletilerek buradaki Ermeniler Halep, Rakka, Zor, Kerek, Havran ve Musul'a sevk edilerek iskan edilmişlerdir.

Ermenilerin sevkiyat sırasında katliama uğradıkları iddiası ise doğru değildir. Çünkü kafileler iskan yerlerine sevk edilirken yakın ve meşakkatsız yollar seçilmiş, ayrıca emniyet ve muhafızları için özen gösterilmiştir. Nitekim Cemal Paşa da hatıralarında "Ermeni muhacirlerinin Mezopatamya'ya gönderilmesi orada sefalete düçar olacaklarına emin olduğum için bunlardan birçoklarının Suriye ve Beyrut vilayetleri içine yerleştirilmelerini münasip gördüm. Buna müsaade edilmesini ısrarla İstanbul'a yazarak muvafakat aldım. Bu sayede bu vilayetlerde hemen 150 bin kadar Ermeni'yi yerleştirmeye muvaffak oldum..." diyerek, savaş şartlarında ve isyan etmiş durumda oldukları halde Ermenilerin iskanında gösterdiği gayreti ortaya koymaktadır.

Hükümet 10 Haziran 1915 tarihinde yayınladığı talimatname ile de tercihe tabi tutulan Ermenilerin mallarını koruma altına aldı. Bu amaçla bir "Emval-i Metrüke Komisyonu" (Terkedilmiş Mallar Komisyonu) kuruldu. Bu komisyon, boşaltılan köy ve kasabalardaki Ermenilere ait malları tespit ederek ayrıntılı defterlerini tutacaktı. Defterin biri mahalli kiliselerde korunacak, biri mahalli yönetime verilecek, biri de komisyonda kalacaktı. Bozulabilir eşya ile hayvanlar açık arttırma ile satılacak ve parası korunacaktı. Komisyon bulunmayan yerlerde bu görevi mahalli yetkiler yerine getirecekti. Bu malların korunmasında Ermeniler dönünceye kadar hem komisyon hem de mahalli idareler sorumlu olacaktı.

Ermenilerin taşınmaz malları ile ilgili olarak da 11 Ağustos 1915 tarihli tebligatla aşağıdaki tedbirlerin alınması sağlandı:

1- Tahliye edilmiş olan bölgeye hiçbir şüpheli ve meçhul şahsın sokulmaması,

2- Eğer Ermenilerden ucuz mal almış olan varsa, satışın fesh edilmesi ve aslî kıymetinin takdir olunarak gayri meşru bir menfaat teminine meydan verilmesi,

3- Ermenilerin istedikleri eşyalarını götürmelerine müsaade edilmesi,

4- Götürmeyecekleri eşyadan durmakla bozulabilecek olanların zarurî olarak satılması, bozulmayacak olanların sahipleri namına muhafaza edilmesi,

5- Taşınmaz malların icar, ferağ ve rehin gibi muamelelerinin sahipleriyle olan alakalarının bozulmaması ve hicretin başlangıcından itibaren bu hükme aykırı uygulamalar yapılmışsa fesh edilmesi,

6- Bu mülkler hakkında muvazaalı durumlara meydan verilmemesi,

7- Sevkedileceklerin mallarını, (ecnebiler dışında) satmalarına müsaade edilmesi,

Devlet Ermenilerin göç sırasında karşılaşabilecekleri güçlükleri de göz önüne alarak İçişleri Bakanlığından ilgili makamlara "Ermeni göçmenlerin güvenliklerinin sağlanması için kafilelerin Ereğli'den Ulukışla sınırına varıncaya kadar kendilerine muhafız ayrılması gereği" ayrıca "Müslümanlığı kabul eden ya da etmeyen Ermenilerden kimsesiz ve yardıma muhtaç bulunanların göçmenler ödeneğinden beslenmesi" bildirildi. Bütün bunlara rağmen, Ermeni tehciri konusu dahilde ve bilhassa hariçte günümüzde de dikkat çeken meselelerden biri olmaya devam etmektedir. Hemen belirtmek gerekir ki; tehcir meselesi Ermenilerin ve onlarla duygusal ya da siyasi bağlarla bağlı bulunan Avrupa ve Amerika'daki bir grup insanın iddialarının aksine, Hükümet tarafından önceden planlanarak uygulanan bir proje değil, tamamen savaş sırasında Ermenilerin davranışlarından kaynaklanan bir zaruretin sonucudur. Bu itibarla, tehcir sırasında o günkü olumsuz şartların sonucunda ortaya çıkan bazı istenmeyen hadiselerin sorumluluğu da savaş sırasında orduyu ve halkı arkadan vurmaya kalkanlara aittir.

Talat Paşa'nın 1 Kasım 1918 tarihinde yazdığı ve 12 kasım 1921 tarihli Vakit Gazetesi'nde neşredilen makalesinde ifade ettiği gibi, isyanlardan tabii ki bütün Ermeniler sorumlu değildir. Fakat devletin hayat ve mematı kararını verecek büyük bir harp esnasında ordularının serbestçe hareketine engel olan, cephe gerisinde isyanlar çıkarak memleketin selametini, ordunun emniyetini tehlikeye düşüren hareketlere devletin müsamahakar davranmaması bir zarurettir.​

II. Meşrutiyet
II. Meşrutiyet 23 Temmuz 1908 (Rumi 10 Temmuz 1908)de top atışları ve büyük şenliklerle ilan edildi. Hürriyet'in ilanı bütün Rumeli'de ve İstanbul'da görülmemiş bir coşkuyla karşılandı. Böylece Osmanlı tarihinde ilk kez bir ölçüde tabandan gelen anayasacılık hareketi oluşmuştur. Onun içindir ki, I. Meşrutiyet'in aksine, tehlike ile karşılaşınca kendisini koruyabilmiştir. Gerçekten de 31 Mart (bugünkü takvimle 13 Nisan) 1909'da Derviş Vahdet" ve yandaşları, sistemi yeniden Meşrutiyet öncesine döndürmek isteyince derhal Rumeli'den yürüyen Mahmut Şevket Paşa komutasındaki Hareket Ordusu, ayaklanmayı bastırmaya muvaffak oldu. Derviş Vahdet" hareketine II. Abdülhamid'in katkısının olup olmadığı tam olarak tespit edilememesine karşın; hareket II. Abdülhamid'in tahtına ve hürriyetine mal oldu. II. Abdülhamid'in yerine tahta V. Mehmet Reşad getirildi.

1908 yılında seçilmiş olan Meclis-i Mebusan, Meclis-i Ayan ile el ele vererek, 21 Ağustos 1909'da anayasada değişikliğe gitti. Bu değişiklikten sonra Kanun-ı Esasî'nin en önemli kurumu, artık padişah değil Meclis-i Mebusan'dır. Sultan'ın Meclis-i Mebusan'ı dağıtma yetkisi kısıtlanmış, dağıtma halinde yeni toplantının en geç üç ay içinde yapılması hükme bağlanmıştır. Padişah'ın kesin veto yetkisi alınmış; meclislerin üçte iki çoğunlukla ısrarı karşısında, padişahın yasayı ister istemez yürürlüğe koyacağı kabul edilmiştir. Kanun-ı Esasî'nin 113. Maddesinin sürgün hükmü yürürlükten kaldırılmış, Padişahın harcamalarının parlamento tarafından denetlenmesi karara bağlanmıştır.

II. Meşrutiyet'le ülke parlamenter yapıya kavuşmuştur. Devletin yapısında parlamentonun ağırlık kazanmasına paralel olarak, 1909'da, temel hak ve özgürlüklerde de genişleme oluşmuştur. Osmanlı Devleti'nde ilk kez, toplantı ve dernek hakları tanınmış, sansür kaldırılmış, postadaki evrakın yargıç kararı olmadan açılamayacağı kabul edilmiştir.

Yasalarda yapılan düzenlemeler ve başlangıçta kamuoyunda oluşan iyimser havaya rağmen, II. Meşrutiyet ülkenin dağılmasını önleyemediği gibi vatandaşın beklentilerine de tam olarak cevap veremedi. Meşrutiyetin ilanından kısa bir süre sonra, 3 Ekim 1908'de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Bosna-Hersek'i ilhak etti. Aynı gün Bulgaristan bağımsızlığını ilan ederken, 6 Ekim'de Giritliler Yunanistan'a bağlandıklarını ilan ettiler. Osmanlı Devleti'nin bu gelişmeler karşısındaki protestoları ise sonuçsuz kaldı. 1882'den 1908'e kadar kaybedilen topraklardan daha fazlası 1 yıl içinde elden çıktı. Gelişmelerden Batılıların sorumlu olduğuna inanan halk II. Abdülhamid'in mutlak hakimiyet dönemini arar duruma geldi. Bu arada Kasım-Aralık 1908'de yapılan seçimlerde İttihat ve Terakki 288 milletvekili çıkardı. Bunlardan 147'si Türk, 60'ı Arap, 27'si Arnavut, 26'sı Rum, 14'ü Ermeni, 10'u İslav ve 4'ü Yunanlı idi. Bu tabloya rağmen, Meclisin Osmanlı birliğini sağlama şansı azdı. Kaybedilen topraklar geri alınamadığı gibi iç istikrar da sağlanamadı. Bu yetmiyormuş gibi, Rum ve Ermeni temsilciler Makedonya ve Doğu Anadolu'da özerklik yada bağımsızlık için kendi partilerini kurdular. Meclis çalışmalarını sırf terör çıksın diye aksatmaya başladılar. Böyle bir ortamda II. Abdülhamid'in yerine tahta geçmiş olan V. Mehmed duruma hakim olamadı. İttihat ve Terakki Cemiyeti ise henüz iktidara hazır olmadığından, üzerinde durdukları Osmanlı birliği fikrini uygulayamadı. Nihayet, ard arda gelen savaşlar ve içerideki iktidar çekişmeleri Meşrutiyet'in de İmparatorluğun da sonu oldu.​
 

Bu konuyu görüntüleyen kullanıcılar

Geri
Üst Alt