Tuğ

Tuğ

Ucuna at kuyruğu bağlanmış ve tepesine altın yaldızlı top geçirilmiş mızrak. Eski Türklerde hanlık alâmeti olarak kullanılan tuğun sayısı hanların büyüklüğü nispetinde artıp azalırdı. Osmanlılar'da tuğ; hükümdarlık, vezirlik, beylerbeylik, sancakbeylik ve daha umumî bir tabirle askerî vazife ve memuriyet alâmetiydi.


Tuğ, at kuyruğu kıllarından sanatkârane bir şekilde yapılırdı. Çok sayıda kıl, al renge boyandıktan sonra bunun tepesine beyaz ve siyah renkte ince kıllardan yapılan saçaklı bir başlık konulurdu. Bütün bunların üzerine bakırdan altın yaldızlı büyük bir top ve bazen da onun üzerine bir hilâl yerleştirilirdi. Top güneşi, hilâl ayı, at kılları da güneşin ışınlarını temsil ederdi. Tuğ, mızrak şeklinde bir sırığın ucunda taşınırdı. Osmanlıların tuğları 16. yüzyılda, baş tarafında bir yaldızlı top ile üzerinde gümüş hilâl bulunan (bazen hilâlsiz de olabilen) bir sırığa ve topun alt kısmına takılmış uzun ve boyalı at kıllarından müteşekkildi.

Padişah tuğuna “Tuğ-ı Hümâyun” denilirdi. Padişah sefere giderken, Tuğ-ı Hümâyunlar da beraber götürülür, bunun için de bir merasim yapılırdı. Bu merasim, 17. yüzyılın sonu ile 18. yüzyılın başı arasında şöyle yapılırdı: Padişah tuğlarından ikisinin çıkarılacağı vezir-i âzam, şeyhülislâm, kazaskerler, nişancı, defterdar, yeniçeri ağası ve ileri gelen devlet adamlarına söylendikten sonra, bunlar merasim elbiselerini giyerek muayyen zamanda sarayın orta kapısında beklerlerdi. Enderun’dan Tuğ-ı Hümâyunun hazırlandığı haberi gelmesi üzerine önde vezir-i âzam olmak üzere Babüssaâde'de Akağaların oturduğu aralıkta sedire oturup beklerler, bu sırada hassa müezzinleri Sûre-i Feth okumaya başlarlardı. Sûrenin okunması bittikten sonra, davetli şeyh efendilerin birinin duasını müteakip, Fâtiha sûresi okununca, ağalar Tuğ-ı Hümâyundan ikisini çıkarırlardı. Hemen devlet erkânı kalkıp, tuğları ağaların ellerinden alırlar, derhal birinciyi sadrazamla şeyhülislâm ve diğerlerini de vezirlerle kazaskerler birlikte Babüssaâde önündeki muayyen yerlerine dikerlerdi. Bunun üzerine dua edilip, merasim sona ererdi.

Padişahlar, 18. yüzyıldan itibaren, sefere gitmediklerinden, tuğları yalnız saraya dikilirdi.

Bir sefer esnâsında veziriâzamın tuğlarından birisi Paşakapısı önüne ve binek taşına dikilirdi. Bu münâsebetle merasim yapılıp, hafızlara Kur’ân-ı kerîm okutulur ve davet edilen din âlimlerinin duaları arasında sadrazamın tuğu mahalline konulurdu. Padişahlar, bizzat sefere gitmediği zaman, sadrazam, yalnız kendi tuğlarıyla hareket ederdi. Muharebe safında serdâr-ı ekremin tuğları yeniçerilerin arkalarında bulunur, tuğun dibinde mehterhâne ve daha arkada da sancak-ı şerîf ve serdar-ı ekremlik vazifesi de olan sadrazam bulunurdu.
 
BUNLAR DA İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
Tuğra bởi Tarih Öğretmeni,
Türk tarihinde tuğ hükümranlık ve bağımsızlık anlamları taşıyan, bayrak, sancak, alem gibi askerî ve siyasî bir güç ve yetki işaretidir. İslâmiyet’in kabulünden önceki devirlerde sancakla beraber ve aynı makamda kullanılır, bayrakla birlikte ordu ve birliklerin önünde taşınarak yol gösterir. Tuğ kaynaklarda tepesine at kuyruğu bağlanmış, ucuna altın yaldızlı top geçirilmiş, mızrak türünden bir alâmetin adı olarak açıklanır. Önceleri Çinliler ile Türkler’ce kutsal sayılan uzun tüylü yak öküzünün kuyruğundan yapılırken sonradan at kuyruğundan yapılmaya başlandığı, Osmanlı döneminde tuğların daima at kuyruğundan olduğu, hanlık alâmeti şeklinde eski Türkler’de, Çinliler’de ve Hintliler’de görüldüğü belirtilir. Ayrıca bazı kaynaklarda bir savaş alâmeti veya aleti şeklinde geçer. Başları at kıllarıyla süslenmiş gönderlere takıldığı, Çin’deki rahip tuğları ile şamanların perçemli tuğları birer baston gibi iken savaş tuğlarının gönder ve sırıklarının çok uzun olduğu, bu sebeple çok uzaklardan görülebildiği ifade edilir.

Şekil bakımından tuğu ön plana çıkaran özellik yak ya da at kılıdır. Yak yabani bir sığır türüdür, asıl vatanı Tibet kabul edilir. Vahşi ve ürkütücü olan bu tür Orta Asya Türk yurtlarında evcilleştirilmiş yumuşak ve uzun tüylü bir hayvandır. Kutuz, kotuz, hotuz gibi adlarla da anılan ve bozkır şartlarında yaşayabilen güçlü bir tür olduğundan Türk mitolojisinde hayvan-atalar grubunda yer almış ve kutsal sayılmış, gök unsurlarıyla ilişkilendirilmiştir. Zaman içinde kotuz yerine at kılı ve perçemlerinin kullanılması da eski Türk inanışlarıyla ilgilidir. Şamanı gökyüzüne taşıyan binek hayvanı niteliğiyle at kutsal bir hayvandır. Bu sebeple kuyruk ve perçem kılları da kutsal sayılmış ve bununla ilgili ritüeller geliştirilmiştir. Atın bu özelliği İslâmiyet’in kabulünden sonra müslüman Türk toplulukları tarafından cihadla alâkalı olarak İslâmî inanışa uyarlanmıştır.

Kâşgarlı Mahmud’un sözlüğünde tuğ, davul (kös), bayrak aynı anlama gelmekte ve bağımsızlık alâmeti kabul edilmektedir. Kutadgu Bilig’de, “Gök gürledi, vurdu nevbet tuğu, şimşek çaktı, hakanın tuğunu/bayrağını çekti” denir. Burada toplanma ve birlik olmaya çağıran nöbet davulu kösle tuğ ve bayrak aynı bütünün parçaları şeklinde bağımsızlığı belirtmektedir. Davul/kös, tuğ ve bayrak yine bağımsızlık timsali olarak mehterde yer almaktadır. Mehter takımının büyüklüğü takımdaki tuğların sayısına bağlıdır; bir, üç, beş, yedi, dokuz kat mehter diye anılır. Dokuz ve yedi kat mehterlere “mehterhâne-yi hâkānî” denir. Kâşgarlı Mahmud’un eserinde geçen “dokuz tuğluk han” ifadesinden hanların dokuz tuğu olduğu anlaşılmaktadır.

Türk kültüründe gerek duvar ve kaya resimlerindeki tasvirlerden gerekse yazılı kaynaklardan ve efsanelerden tuğ ile davul/kös/tabl arasında tarih boyunca hamâsî bir bağ kurulur. Semerkant/Efrâsiyâb sarayı duvar resimlerindeki bir sahne tarihî ve ikonografik açıdan önemlidir. VI-VIII. yüzyıllara tarihlenen, Göktürkler’e ait bu resimlerden birinde aslan lakabıyla bilinen, Çinliler’in T’amon-Chulo (605-616) dedikleri kahraman tasvir edilmiştir. Burada ortadaki hükümdarın al bayrağı olmak üzere dikilmiş on bir tuğun kotuz olduğu, daha uzun olan at kuyruğu tuğundan farkedilebildiği, tuğların önünde boynuzlu maskelerle süslenmiş davulların durduğu görülür. Diğer bir resimde ise belki T’amon-Chulo olabilecek bir süvarinin eyerinde al bayrağa bağlı bir ak-kotuz tuğu dikilidir. Türkler’de kotuz tuğunu tasvir eden birçok eser vardır. Bunlar arasında, Göktürkler’in doğudaki merkezi olan Ötüken dağlarında bir kaya üstünde kotuz tuğu taşıyan atlı alplerin resimleri özellikle dikkat çeker. Karluk dönemine (766-840) atfedilen bir gümüş tabakta ve Kâbil’deki Türk-Şâhî sülâlelerinin bir sikkesinde kotuz tuğu görülür (Esin, s. 186-187). Alp mezarlarına dikilen tuğun dinî anlamı üzerinde de durulur. Uygur resimleri ise tuğun Budizm ile alâkasını tasvir eder. Buda muhafızları ak kotuz kuyruğundan yelpaze tutarlar. Kuzey yönü gözcüsü sayılan kuzeyin simgesi, hilâlden hâlesi olan Alp-Tanrı Basaman’ın tuğu ise yine kuzeye atfedilen kara renkte gösterilmiştir. Kutsal sayılan kotuz onkun ve tamga şeklinde sikkelerde de kullanılmıştır.

Uygur devrinde yazılmış Oğuz Kağan destanında geçen, “Güneş tuğumuz, gök de otağımız olsun” ifadesi Oğuz Kağan’ın kendi soyuna ve nesline buyruğu gibidir. Burada otağların önüne yüksek gönderlere takılı olarak dikilen tuğla dünyayı ısıtan ve aydınlatan güneş eş koşulmuştur. Öte yandan ünlü Türk destanı Manas’ta, “Kızıl tuğun dibini yere sançınız, başını göklere yayınız” yazılıdır. Destanın bu bölümünde, tuğ bayrakla aynı anlamda değerlendirilip yüceliğini vurgulamak için topraktan gökyüzüne kadar uzandığı ve iki dünyayı birleştirdiği belirtilmek istenmiştir. Moğollar’da da Cengiz Han’ın hanlık alâmeti tuğ ve davuldu. Bunların korunmasına büyük önem verilirdi. Timurlular döneminde öncüler fethedilen kale burçlarına tuğlarını dikerlerdi. Eski Türkler’de aynı makamda kullanılan tuğ veya sancakların gönderlerinin tepesinde hâkimiyet unsuru sayılan çeşitli semboller bulunmaktaydı. Bunlar hayvan totemler ve göksel simgeler biçimindeydi. Bu tuğ tepelikleri kurt, kartal, şahin, yaban keçisi, ay, güneş gibi semboller yanında mızrak ucu şeklinde de olabilirdi. İslâmî döneme geçildiğinde özellikle Osmanlı devrinde hilâl, evren/güneş/dünyayı temsil eden küre, mızrak ucu biçiminde tuğ tepelikleri kullanılmıştır. Tuğların ucunun mızrak ucu şeklinde olabildiğini gösteren örnekler gerektiğinde silâha dönüştürüldüklerini düşündürür.

İlk Osmanlı kroniklerinde Osman Gazi’ye bağımsızlık alâmeti olarak Selçuklu sultanı tarafından gönderilenler içinde tuğ da vardır. Bu durum davul/kös veya tabl ve alemle birlikte önemli bir sembol niteliğini Osmanlılar döneminde sürdürdüğünün işaretidir. Osmanlılar’da padişahların tuğlarını taşıyan görevliler kapıkulu süvarilerinin Silâhdar bölüklerine mensup Tuğciyân-ı Hâssa birliğindendi. Birliğin başına “ser-tuğciyan” denilirdi. Padişah ve büyük devlet adamlarının tuğlarına genelde “tûğ-ı hümâyun” adı verilirken tuğ sahiplerinin kendilerine verilen tuğ sayısına bağlı şekilde devlet hazinesine ödedikleri vergiye “tûğ-ı hümâyun câizesi” denilmekteydi. Osmanlı hâkimiyetini kabul eden beylerle voyvodalara yetki ve rütbe alâmeti olarak tuğ verilir, bunun karşılığında hazineye intikal eden bir miktar para tahsil edilirdi.

Hükümdarlık, vezirlik, beylerbeyilik, sancak beyliği gibi görev ve memuriyet işareti sayılan tuğların sayısı vazifenin derecesine ve ehemmiyetine göre değişirdi. Osmanlılar’da genelde padişahın yedi, sadrazamların beş, vezirlerin üç, beylerbeyinin iki, sancak beylerinin ve mirlivâların birer tuğu bulunurdu. XVII. yüzyılın ikinci yarısına ait Marsigli’nin eserinde yayımladığı gravürde açık arazide kurulmuş çift direkli bir vezîriâzam otağı görülür. Sokaklara ayrılmış otağın avlusunun giriş kapısı önünde sadrazamlığı temsilen beş adet tuğ dikilidir. Devlet törenlerinde, seferlerde veya bir savaş tâlimi sayılan sultanların ava çıkış merasimlerinde hiyerarşik diziliş içinde tuğlar da yer alırdı. Yürüyüş sırasında bir görevli tarafından taşınan tuğlar konaklama ve savaş düzeninde ait oldukları birliklerin önüne ve yere dikilirdi. Bu muntazam diziliş ordunun tertibini gösterirdi. Buna bağlı olarak serdar, uzun gönderleriyle ve aidiyetlerini belirten sayılarıyla ilk bakışta farkedilen tuğları görüp uzaktan orduyu sevk ve idare edebilirdi. Her sipahi bölük ağasının bir tuğu bulunurdu.

Osmanlı Devleti’nde ordunun sefere çıkması kararı alınınca padişah tuğları da (özellikle zafer görmüş iki tuğ) meydana çıkarılırdı. Sefer süresince ilk konak alanına götürülür ve burada otağ-ı hümâyunun önüne dikilirdi. Padişah ilk konaklama yerine ulaştığında bir sonraki konaklama yerini hazırlayacak, çadır mehteri denilen otağ-ı hümâyunu kurmakla görevli birlik tûğ-ı hümâyunlardan ikisini alarak ikinci konaklama yerini hazırlamak üzere yola çıkardı. Daha önceden belirlenen bu alana vardıklarında ordugâhla birlikte sultan çadırını da kurar ve önüne bu iki tuğu dikerdi. Bu uygulama son konaklama yerine kadar tekrarlanırdı. Savaş alanına en yakın son konak yerine varıldığında iki padişah tuğu sınıra kadar önde giderdi. Bu tuğlar savaşın neticesine göre zafer görmüş olarak geri dönerdi.

Almanya’da Haiderberg Karlsruhe Müzesi’nde bulunan XVII. yüzyıla ait bir Osmanlı tuğunun Viyana muhasarasında Avusturyalılar’ın eline geçtiği kabul edilir. Tuğun ahşap bir gönder üzerinde beyaz, sarı, kırmızı ve yeşil renklerle boyalı at kılları ile süslenmiş olduğu görülür. Tepelik kısmı muntazam kesilmiş perçemler ve bunların altına bağlanmış uzun saçaklar şeklinde at kuyrukları ve gövdeyi saran dokuma desenli geometrik motifleriyle renkli bir örnektir. Tuğ saçaklarının başlangıç yerinde tombak bilezik ve bundan sarkan iki halka sallanmaktadır.
 

Bu konuyu görüntüleyen kullanıcılar

Geri
Üst Alt