Tuğra

Tuğra

Padişahın ismi ve lakabı bulunan alâmet, imzâ. Tuğranın Farsçası nişan; Arapçası tevkî’dir. Tuğra, bütün İslâm hükümdarları tarafından kullanıldı ve ferman, berat vesâire ile paralarda, padişahların nişan ve alâmetleri olarak tuğraları çekildi.




Türk İslâm devletlerinde en gelişmiş tuğra numunelerine Osmanlılar'da rastlanmaktadır. Osmanlılar tuğrayı, Anadolu Selçukluları ve devamı olan Anadolu beyliklerinden aldılar ve geliştirdiler.

Osmanlı padişahlarında ilk tuğra, Orhan Gazi tarafından kullanıldı. Orhan Gazinin kullandığı yazılı tuğralardan ilki 1324 (H.724 Rebîulevvel) diğeri 1348 (H.749 Rebîulâhir) tarihli olup, Orhan bin Osman ifadesinden ibarettir. Sultan Birinci Murad’ın tuğrası da aynı şekilde olup, Çelebi Sultan Mehmed’den itibaren “Han” sıfatı ilâve edilmiştir. Tuğranın üç keşideli ve çifte kavisli şekli Birinci Murad Han'dan itibaren görülmektedir.

Tuğralara dua cümlesi olarak "el-muzaffer dâimâ" ibaresi konulmasına ilk defa İkinci Murad Han zamanında başlandı. Yavuz Sultan Selim’in tuğrasında ilk defa “Şâh” unvanı ortaya çıktı. Yavuz’un tuğrası “Selim Şâh bin Bâyezîd Han el-muzaffer dâimâ” şeklindeydi. Kanunî’nin tuğrasında bu unvan, baba ismine de eklenerek “Süleymân Şâh bin Selim Şâh Han el-muzaffer dâimâ” şeklini aldı. Sultan İkinci Mahmud Han'dan itibaren ise tuğralarda “Şâh” yazıları kaldırıldı.

Fatih Sultan Mehmed Han devrinde standart seviyeye eriştiği kabul edilen tuğranın yazılması şu şekilde olurdu.

Hükümdarın ismi tuğranın en altına yazılır ve bu ismin son harfinin az yukarısından başlayarak sola doğru gidip bir kavis teşkil eden “ibn=oğul” kelimesi ve hükümdar isminin üzerine de, babasının adı konur ve “han” kelimesinin nûn’u da ikinci bir kavis teşkil ederdi. En üste gelen İslâm harfleriyle yazılı“el-muzaffer” kelimesinin a harfi sağdan sola ve kavisin ortasına doğru bir kol teşkil ederek uzanır ve bunun üzerine de yine İslâm harfleriyle “dâima” ibaresi konurdu. Alttaki birinci kavisin genişliği daha büyük ve ikinci kavis onun içerisinden dönmekte olup her iki kavisin uçları sağda ve en sonda darala darala nihayet birbirleriyle bitişirlerdi.

Padişahların tuğraları ahitnâme, nâme-i hümâyun, ferman, berat üstüne ve ortaya konulurdu. Tuğra, kâğıtların ve yazıların büyük, orta ve küçük oluşuna tâbi olup, yazı ve kâğıtlarla mütenâsip büyüklükte çekilirdi. Tuğraların sağ tarafına çiçek koymak veya mahlâs yazmak âdeti sonradan ihdas edildi.

Son devirlerde berat, menşur, ferman, ahitnâme ve sâire üzerine çekilen tuğra, paralarda ve defterhâne defterlerinin (arazi, timar vs.) başlarına da çekilmiş olup, daha sonraki tarihlerde ise, bir arma olarak senetlerde, pullarda, bayraklarda, nüfus kâğıtları üzerlerinde, binalarda, yapılan çeşme, cami, imaret kitabeleri üzerinde de görülmek suretiyle umumileşti.

Tuğra, yapı olarak dört bölümden meydana gelir:

1. Halk arasında “sele” de denilen, sözlük anlamı “Açık duran baş parmağın ucundan işaret parmağının ucuna kadar olan uzaklık” demek olan sere veya kürsü; tuğranın metin kısmıdır. Bunda padişahın ve babasının adları ile Şah, Han, el-Muzaffer kelimeleri yazılıdır.

2. Beyze: “Bin” ile “Han” kelimelerinin “n” harflerinin kıvrılmasıyla meydana gelen ve iç içe yazılan iki kavse denir. İç beyze ve dış beyze adı verilen bu iki kavis tuğranın sol tarafındadır. “Dâimâ” kelimesi bunun ortasındadır.

3. Tuğ veya elif: Tuğranın yukarıya uzanmış olan mızrak şeklindeki (|||) çekmeye (üç elife) verilen addır. Bunların üzerine flama gibi çekilen kıvrıklara zülüf veya zülfe denmektedir.

4. Hançere veya kol: Beyzelerin devamı olan ve “el-Muzaffer” kelimesinin üzerinden geçerek tuğranın sağına doğru paralel iki çizgi hâlinde uzanan kısma denir.

Padişah vesikalarında “tevkî-i hümâyun, nişan-ı hümâyun, nişan-ı şerif-i âlişan, misâl-i meymun, alâmet-i şerif, tugra-ı garra” gibi isimlerle zikredilen tuğra, Osmanlılarda tuğrakeş ve hattatlar eliyle yüzyıllarca işlenerek güzelleşti. İçlerinde özellikle Sultan Üçüncü Ahmed Han gibi bazı padişahlar da tuğralarını bizzat kendileri sanatlı bir şekilde yazmışlardır. Sultan Birinci Süleyman Han (1520-1566) devrinden kalan birçok tezhipli tuğraların gösterdiği gibi, 16. yüzyıldan itibaren daha güzel bir şekil alan tuğra, 18. yüzyıl başlarından itibaren daha da gelişti. Tuğraların son şekli, Sultan İkinci Mustafa Han (1695-1703) zamanında başlamıştır. Osmanlılarda yazının gelişmesini takip ederek hat ve istif olarak Sultan İkinci Mahmud Hanın son yıllarında en mükemmel şeklini aldı.

Osmanlılarda tuğra çekmek, yalnız padişahlara mahsus bir hak değildi. 1594 (H.1003) tarihine kadar Çelebi Sultan adıyla eyalet ve sancaklarda valilik eden Osmanlı şehzadeleri, kendi eyaletlerine ait işler için padişah tuğrası gibi tuğra çekerler ve hüküm yazarlardı. Çelebi sultanların tuğraları da aynen hükümdar tuğraları gibi üç flamalı ve iki kavisli olurdu.

Ayrıca lüzumu hâlinde, hudutlardaki eyaletlerde bulunan vezirlerin, aradaki mesafenin uzaklığına ve siyasî duruma göre mühim meselelerde tuğra çekmelerine müsaade olunmuştur. Tuğrakeş vezir denilen bu eyalet valilerinin tuğra çekmek salâhiyetleri, Kemankeş Kara Mustafa Paşanın sadaretine kadar devam etmiş ve ondan sonra kaldırılmıştır.

Hükümdar ve şehzade tuğralarından başka, veziriazamın ve eyaletlerdeki vezir ve beylerbeyi ile sancakbeylerinin, mütesellimlerin hükümet ve eyalet işlerine ait yazışmalarda imza yerine geçmek üzere kullandıkları, pençe ismi verilen ve tuğraya benzeyen alâmetleri vardı.

Osmanlılarda tuğrayı; ilk devirlerde dîvân-ı hümâyun dairesinin âmiri olan tuğrâî, daha sonraları ise, nişancı ve tevkıî denilen kimseler çekerdi. 16. asrın ilk yarısından sonra tuğrâî kullanılmamış ve 18. asırdan itibaren tevkıî ıstılâhı yaygınlaşmıştır. Bu tarihlerde muvakkı-i sultânî, tuğrakeş-i ahkâm, hizmet-i tevkıî tabirleri kullanılmıştır.



Daha detaylı bilgi için: tugra.org
 

Bu konuyu görüntüleyen kullanıcılar

Geri
Üst Alt