Türk Destanları

Büyük fütuhat yapan, muazzam devletler kuran Türk milletinin en eski devirlerden beri kahramanlık destanları yarattığında şüphe yoktur. Hunlar devrinde bile Türk milletinin bütün boylarında müşterek bir destanın bulunduğu, Alp Ertonga ve Oğuz destanlarının incelemeleri neticesinde anlaşılmıştır.

Orta Asya hakkında M.P. Gryaznov'un düşüncesi bu bakımdan dikkate değer. Ona göre "Milâttan önceki VII-VI. asırdan, M. sonraki I. asra kadar Orta Asya ve Doğu Avrupa'da atlı göçebe milletler arasında yayla ve hayvan sürülerini ele geçirmek için savaşlar durmadan devam ediyordu. Bu sürekli savaş halk kahramanlarını yarattı. Bunlar en cesur ve kudretli savaşçı alplardır. Milletin başbuğu olan bu alplar hakkında efsaneler meydana gelmiştir. İşte bu efsaneler ilk destanlardı. Güney Sibirya ve Orta Asya boylarının bu en eski destanlarının bazı olayları arkeoloji araştırmalarında elde edilen tunç tokalarda tasvir edilmiş ve günümüze kadar ulaşmıştır. Bu destanların kendileri de ikibin yıldan beri nesilden nesile gelenek olarak söylenmekte devam ederek çok değişik şekilde bize kadar gelebilmiştir. Şimdiki Türk ve Moğolların alp destanlarında bu en eski destanların temel konuları ve birçok şekilleri muhafaza edilmiştir.

Eski Türklerin destanlarında şimdiye kadar tesbit edilmiş olanı, XIV. asrın başlarında İlhanlılar devrinde Reşîdeddîn'in Camiü't-tevârîh külliyatı içinde eski bir Türkçe eserden Farsçaya tercüme edilen Oğuz destanıdır. Reşîdeddîn rivayetinden başka bir de Uygur harfleriyle yazılan ve Bang'la Rahmeti Arat tarafından neşredilen Oğuz destanının değişik bir şekli vardır. Üçüncü bir rivayet Ebulgâzî Bahadır Hanın Şecere-i Terakime'sidir. Bu rivayetin esası Reşîdedîn'in eserinden alınmakla beraber Türkmenler arasında dolaşan şifahî rivayetlerden veya yazma bir nüshadan faydalanmış olması da muhtemeldir. Meselâ kazan Alp methiyesi başka kaynaklarda yoktur.

Orhun yazıtlarının dili, asırlar boyunca işlenmiş millî Türk destan dilinin bir örneğidir.

Çin yıllıklarının Hunlara, Gök-Türklere ve Uygurlara dair verdikleri tarihi belgeler, Türklerin çok eski devirlerden kalma destanî rivayetleri ile karıştırılmıştır. En eski Türk destanının kalıntılarını, bu Çin kaynaklarında buluyoruz. Ebulgâzî Bahadır Hanın Oğuz Han hikâyesini, Çin kaynaklarındaki Hun Hanı Mete (Mavd'un - Mao-tun) hikâyesi ile karşılaştıran sinolog Hyacinth, her iki rivayetin ayrı kaynaktan gelmiş olduğunu belirtmiştir. Demek ki Oğuz Han destanının kökü ta Hunlar devrine kadar çıkıyor.

Gök-Türklere dair Çin kaynaklarının verdikleri bilgilerin de Türk destanî rivayetlerinden alındığında şüphe yoktur. Bu kaynaklara göre VI. asırda devlet kuran Türkler "eski Hunların torunları idiler". Başbuğları Kapan-pu'nun onaltı kardeşi vardı. Bunlardan birinin anası kurt idi. Bu kurt çocuğu yellere, fırtına ve yağmurlara hükmediyordu. Bunun iki karısı vardı: Biri Yaz Tanrısının, diğeri de Kış Tanrısının kızı idi.

Çin kaynaklarındaki diğer bir rivayet de yine kurt efsanesini ihtiva ediyor. Şüphesiz, bu efsanevî unsurlar eski yaradılış efsanesinin kalıntılarıdır.

Eski Türk destanı şu veya bu Türk boyunun, hakimiyeti eline alması ile büyük tarihî hadiseler neticesinde yeni unsurlar ve yeni olaylar alarak nesilden nesile devam etmiştir. Fakat eski destanın birçok temel unsurları her devirde muhafaza edilmiştir. Mesela bozkurt, ışık, kutlu ağaç, yada taşı gibi unsurlar bunlardandır. Türkler Müslüman olduktan sonra bu millî destana İslâmî unsur sokulmakla beraber yine eski Türk inanışları da bunlarda yaşamıştır. Bin yıllık Müslüman olan Akkoyunlu Oğuz boyunun XV. asırda söyledikleri destanî hikâyelerde at kurbanından, yas alâmeti olarak at kuyruğunu kesmekten, kutlu kaba ağaçtan, kurdun yüzü mübarek olduğundan bahsedilmektedir.

Kırgızların Manas destanının bir menkıbesinde (Velihanov rivayeti) Kırgızhanı Kökötay Han, en eski Zerdüştîlerin defin töreni ile gömülmektedir.

Türklerin çok eski destanlarından bazı küçük parçalar ya da bazı menkıbeler, hikâyeler şeklinde bize kadar ulaşmıştır. Meselâ Alp Ertonga destanının ağıt kısmını teşkil eden parçası, Mahmud Kâşgarî tarafından, muhtelif kelimelerin izahında nakledilmiştir.

Gerek Kâşgarî'nin, gerek Kutadgu Bilig yazarı Yusuf Has Hacib'in büyük Türk kahramanı Alp Ertonga'yı andıklarına göre X-XI. asırlarda Alp Etonga destanı hâlâ yaygın ve meşhurdur. Her iki müellifin, birbirinden habersiz oldukları halde, Alp Ertonga'yı İran destanındaki Turanlı kahraman Afrâsyab saymaları bir tesadüf değildir. Alp Ertonga hakkında Yusuf Has Hacib şöyle diyor:

Bu Türk beglerinde atı bilgülüg
Tonga Alp er erdi kutı belgülüg
Bedük bilgi birle öküş erdemi
Bilgilig, okuşlug, budun ködremi
Ne ödrüm, ne ködrüm, ne ersin eren
Ajunda tetig er yidi bu cihan
Tajikler ayur anı Afrâsyap
Bu Afrâsyap tutdı iller talap

"Bu Türk beyleri arasında adı meşur ve ikbali belli olan Tonga Alp Er idi. O yüksek bilgiye ve birçok faziletlere sahip idi; bilgili, anlayışlı ve halkın seçkini idi. Ne seçkin, ne yüksek, ne yiğit adam idi; zaten ferasetli insan bu dünyaya hâkim olur. İranlılar ona Afrâsyab derler; bu Afrâsyab akınlar yapıp ülkeler zaptetmiştir."

Kâşgarlı Mahmud, Alp Ertonga yahut başka destanlardan parçalar almakla yetinmemekte, Büyük İskender'in Türk hakanı Şu ile karşılaştığını anlatan "Altın Han" hikâyesini de nakletmektedir.

Kâşgarlı'nın naklettiği hikâyelerden, eserinin orasına burasına serpiştirdiği kahramanlık ve savaş şiirlerinden, anlaşılıyor ki Türklerin Büyük İskender'le ve eski İranlılarla yaptıkları savaş ve siyasî münasebetleri aksettiren eski bir Türk destanı, X-XI. asırlarda Türk saz şairleri tarafından söylenmiştir. O devirde yeni Müslüman olan Türklerin henüz eski dinini muhafaza eden Türklere karşı yaptıkları savaşlara ve kazandıkları zaferlere dair destanlar da bu eski Türk destanına karışmıştır.

Budist Uygur Türkleriyle Müslüman Karahanlı Türklerinin savaşlarını anlatan şu parçanın tam bir zafer destanından alındığında şüphe yoktur:

Gemi içre oturup İli Suyunu geçtik biz
Uygurlar'a karşı yönelip Mınlak kendi açtık biz
Belge vurup atlara Uygur'daki tatlara
Hırsız yavuz itlere Kuşlar gibi uçtuk biz
Serçelerce aktık biz Kentler üzre çıktık biz
Puthaneler yıktık biz Putlarına su...k biz
Perçemleri kestik biz Mıntak erlerini biçtik biz

Eski Türk destanı, Alp Er Tonga adı çevresinde mi, yoksa Oğuz Kağan adı çevresinde mi teşekkül etmişti? Yoksa her iki kahramanın adları çevresinde ayrı ayrı iki destan meydana gelmiş miydi? Bu meseleyi çözmek güçtür. Motiflerin eksikliğine ve Oğuz oğullarının Gün Han, Gök Han, Ay han, Yıldız Han, Tağ Han, Deniz Han gibi tabiat kültünü andıran adlarına bakarak Oğuz destanını en eski Türk destanı saymak mümkündür.

Oğuz destanındaki Bozkurt unsuru da çok eski bir unsurdur. Fakat Oğuz destanında çok sayıda eski motif ve unsurların bulunması, onun çok eski çağlarda teşekkül etmiş olduğunu isbat için yeter değildir. Çünkü XIV. yüzyılda yaşamış olduğunu bildiğimiz tarihî kahramanların adları çevresinde teşekkül etmiş olan destanlarda bile eski destanların motif ve unsurları bulunur. Destan şairi tarihî bir kahramanın hayatını ve onun zamanındaki hadiseleri tasvir ederken eski destanların kalıntılarından faydalanır ve eserini eski efsanelerle süsler.

Yeni hadiseler neticesinde zaman zaman meydana getirilen yeni destanlar, eski bir şehir harabesi üzerinde veya yakınında meydana getirilen türlü çağlarda yaşayıp yıkılmış şehrin kalıntılarından yapılmış yeni bir şehire benzerler. Yeni çağlarda teşekkül etmiş destanlarda da eski destanların motif ve unsurlarına rastlamak mümkündür.

Eski Türk destanı, çağdaşları olan başka milletlerinki gibi milletin kozmogonisini (dünya görüşü), inanışlarını, tarihini, edebiyatını, hatta yasalarını içinde toplayan bir dergi mahiyetindedir. Bu vasıftaki Hun, Türk destanı bir devirde Alp Er Tonga adı çevresinde toplanmış, sonra Göktürk - Oğuz devleti kurulduktan sonra Alp Er tonga adı yerine Oğuz Kağan adı geçmiş olabilir. Bu gibi olayları yakın devrin tarihinde de görmek mümkündür. Bayındır boyuna mensup olan Akkoyunlular devrinde Oğuzların destanî hikayeleri (Dede Korkut hikayeleri) Bayındır Han adı çevresine toplanmıştır. Oğuz destanı XII. yüzyılda hiç şüphesiz manzumdu. Bu devirdeki destancıların Oğuz destanın mensur hikâye olarak anlatmaları imkânsızdı. Büyük göçebe boylardan kurulan birliklerin uzun mensur hikâyeler dinlemeye tahammülleri yoktu. Reşidüddin Tabib'in büyük tarihindeki "Tarih-i Oğuz ve Türkân ve Hikâyât-i Cihangir-i O" başlığını taşıyan bölüm, işte bu manzum Oğuz destanının Moğol istilasından sonra Farsçaya çevrilmiş parçasıdır. Bu çevirmede ara sıra rastlanan Türkçe kelime ve cümleler "Ata atlu, as donlu" bu destanın Oğuz boyuna mensup bir destancı şairden alındığına şüphe bırakmıyor. Reşidüddin bu destanın çevirmesinden, ihtimal ki, ancak "tarih" mahiyetindeki parçalarını almış, görenek, inanış, efsaneleri anlatan kısmını atmış olabilir. Bu destanda eski Oğuz hakanlarından birinin adı olarak Tümen (Tuman) adı geçmektedir. Dikkate değer ki, Çin yıllıklarına göre, büyük Hun hakanı Mete'nin babasının adı da Çinliler'e göre, Tümen (ölümü M.Ö. 209) ve Gök Türk İmparatorluğunu kuran İlhan'ın adı da Tumın (Bumın: 535 - 553) idi. Oğuz destanı bu büyük hakanların adını mı muhafaza ediyordu.

Mahmud Kâşgarî ile Yusuf Has Hacib'in haber verdikleri Alp Er Tonga destanı hakkında başka hiçbir bilgimiz yoktur. Kâşgarî'deki Alp Er Tonga'nın ölümü üzerine söylenen ağıt, şüphesizdir ki, destanın bir parçasından ibarettir. Bu destan üzerine fazla bir mütalâada bulunmak güçtür.

Bugün elimizde bulunan destanların en önemlisinin, "Oğuz destanı" olduğu şüphesizdir. Bu destanda eski Türk boylarının hepsinde müşterek bir millhi destan olduğunu gösteren birçok deliller bulunmaktadır. Bu destanın Oğuzlar hâkimiyeti devrinde değil, İlhanlılar devrinde tesbit edilmesi de dikkate değer. Yani bu destan Oğuzlar arasında söylendiği gibi XI-XIII. asırlarda Moğolistan'daki Türkler ve Moğollar arasında da söyleniyordu. Bang ve R. Rahmeti Arat tarafından neşredilen Oğuz Kağan Destanı da Moğollar hakimiyeti devrinde Uygur bahşıları tarafından tesbit edilmiştir. Bu destanda Oğuz Kağan halka yayımladığı tebliğde, "Ben Uygur Kağanıyım" dedi. (Uşbu bildirgülük bildirmiş irdi kim; men uygurların kağanı bolamen). Oğuz destanında birçok Türk boylarının adı geçmektedir: Kıpçak, Kanglı, kalaç, Yağma, Karluk, Uygur, Başkurt... gibi.

Oğuz destanı eski devirlerde muhakkak ki mahzumdu. Merkezî ve Orta Asyada göçebe hayatı yaşayan miletlerin uzun mensur hikâyelere tahammülleri yoktu. Türk halk edebiyatında nesir karışık destan ve hikâyeler Türklerin yerleşik hayat yaşayan boylarında görülmüştür. Bugün elimizde bulunan Oğuz destanı da herhalde ancak XII - XIV. asırlarda nesre çevrilmiş olacaktır. Oğuz destanının ayrı ayrı vakaları olan Dede Korkut hikâyelerinde bu eski manzum şeklinin izlerine rastlamak mümkündü. Ebulgazi'nin şecere-i Terakime'sinde de bu eski manzum destanın izleri bulunmaktadır.

Oğuz destanı Türk toplumunun dikkatini daima çekmiş olacak ki en çok kaleme alınan bu destan olmuştur. Bu destan Moğollar devrinde tekrar nazma çekmey teşebbüs edilmiştir.

Uzunköprü'de bulunup H.N. Orkun tarafından yayımlanan manzum Oğuz destanı, diline bakılırsa, Harezm'de yahut Saray'da (yine Harezmli birinin kalemiyle) yazılmış olsa gerektir. Bu destan Reşidüddin Tabib rivayetinin küçük bir parçasının nazma çekilmesinden ibarettir. Bu manzumede Oğuz Hanın Müslüman olmasına çok önem verilmiştir. Moğollarla Merkezî Asya'dan gelen Türkler, bilhassa budist Uygurlar arasında İslâm propagandası yapmak amaciyle yazılmış olmalıdır.

Oğuz destanı Türkler Müslüman olduktan sonra yavaş yavaş İslâmlaştırılmıştır. Oğuz'un, babası Kara Han ile din için savaşı, kadınlarını İslâma daveti, Dede Korkut hikâyeleri kahramanlarının "sası dinlü kâfirlele" savaşları gibi... Eski destanda bozkurt bir totem niteliğini ifade ettiği halde, Reşidüddin ve Ebulgazi'de ancak bir şahıs adı (Moğolca "Börte Çino", "Bozkurt") olarak geçmektedir.

Moğol istilâsından sonra eski Türk destanlarının parçaları Cengiz Han adı çevresinde toplanarak, Cingizname adıyle Kıpçak boyları içinde teşekkül eder. Bu destan XVI. asırda Başkurtlar arasında tesbit ediliyor. Eserde Çingiz Hanın tarihî hayatı ile ilgili hiçbir olay yoktur ve destan eski Türk destanının kalıntılarının Çingiz adı çevresinde toplanmasından meydana gelmiştir.
Bu destanî hikâye şöyle başlar:

"Yafes'e Ebulca Han derler. Ebulca Han oğlu Bakır Han, Bakır Han oğlu Ovuz Han, onun oğlu Gök Han, onun oğlu Güz Han, onun oğlu Karak Han, onun oğlu Künü Mergen, onun oğlu Ucam Buğrıl, onun oğlu Sam Savcı, onun oğlu Serke Burun, onun oğlu Kaçu Mergen, onun oğlu Kaçuman, onun oğlu Karavman, onun oğlu Tumavul Mergen, onun oğlu Duyun Bayan, onun oğlu Çingiz Han."

Bu şecerede tarih kitaplarının hiç bir tesiri görülmüyor. Bu destanı bir destancıdan tesbit eden adam gûya, giriş olarak, Çingiz'in şeceresini veriyor. Bu şecerede dikkati çeken adlar Ovuz Han ve oğlu Gök Handır. Destancı Çingiz Hanı Oğuz'un oğlu Gök Hanın neslinden saymaktadır.

Ebulgazi Bahadır Han da Şecere-i Terakime'de Moğol ve Tatar kavimlerini Oğuz soyundan saymıştır. "Oğuz Han yetmiş iki yıl Moğol ve Tatarlarla savaştı. Bunlar onun öz soyundan (süngekinden = kemiğinden) idiler" diyor.

XIII. asrın büyük hadiselerinin kahramanı olan Çingiz Han Orta Asya ve İdil-Ural Türklerinin destanlarında eski Oğuz Hanın yerini almıştır. En eski Türk destanındaki birçok unsurlar ve olaylar Çingiz adı çevresinde toplanmıştır. Çingizname, Çingiz'in ve atalarının da bozkurt soyundan olduklarını hikâye ediyor. Bu destanî hikâyede eski Hun - Uygur menşeli menkıbeleri İslâm kaynaklarındaki gibi değil, Çin kaynaklarında olduğu gibi anlatılmaktadır. Meselâ, Çingiz'in atalarından Tumavul Mergen'in karısı Ülemelik'e dair şu menkıbe naklolunuyor.

"Evvel zamanda Akdeniz'de Malta denilen bir şehir vardı. Bu şehrin hanı Altın Han idi, hatununun adı Kürlevüç idi. Bunlardan bir kız dünyaya geldi. Bu kıza Ülemelik adını verdiler. Bu kız çok güzeldi. Kırk kulaç taş saraya kapadılar... Yanında Orduhan adlı dayısı vardı. Bir gün dayısına sordu: "Bu dünyadan başka dünya var mı?" dedi. Dayısı: "Dünya dışarıdadır. Güneş ve ay vardır" dedi. Kız pencereyi açıp baktı ve güneşin ışığından bayıldı ve ışıktan gebe oldu. Altın han bunu duyduktan sonra Ülemelik'i bir gemiye koyup deryaya salıverdi. Bur gemiyi Çingiz'in atalarından Tumavul Mergen ele geçirdi ve kızla evlendi. Bu kızdan, ışıktan peyda olan çocuk dünyaya geldi. Ona Duyın Bayan adını verdiler. Çingiz'in babası budur."

Bu menkıbe, Çin kaynaklarındaki Hun-Uygur menkıbesine çok benzemektedir. Çin rivayetinde menkıbe şöyledir:

""Hun hakanının olağanüstü güzel iki kız vardı. Hun büyükleri bu kızları tanrı sayarlardı. Hakan, "Bu kadar güzel kızları kişi oğlu ile evlendiremem. Ben onlar tanrıya bağışlayacağım" dedi. Başkent'in kuzeyinde büyük bir saray yaptırdı ve kızlarını o saraya kapattı. "Tanrım, bu kızları kabul et" diye Tanrıya yalvardı... Bir süre sonra saray çevresinde bir kurt peyda oldu. Küçük kız bu kurdla evlendi ve bir çocuk doğurdu... Uygur sülâlesi bu çocuktan türedi." (Hyacmth, 1, 248-249).

Çingizname'deki menkıbe ile Çin kaynağındaki menkıbe arasında önemli fark kurd unsurudur. Fakat Çingizname'de bu kurd motifini Çingiz'in anası Alangua menkıbesinde görüyoruz. Alangua kocasının ölümünden sonra "gök yeleli boz kurt" şeklinde gelen ışıktan gebe olup Çingiz'i doğurdu.

Alangua ve Ülemelik menkıbelerine İslâm ve budist Moğol kaynaklarında rastlanmıyor. Çok eski bir Çin kaynağında bulunan bir Türk menkıbesinin Ural dağlarındaki bir destancıdan tesbit edilmesi gösteriyor ki eski Türk destanının bazı parçaları onbeş asır boyunca unutulmuyor...

Çingizname'ye göre Çingiz Han Türk boylarına damga, kuş, ağaç, uran (parola) verdi. meselâ, "Kıyat beye dedi: Senin ağacın çam, kuşun, şongur, parolan "Arucun", damgan palan olsun!.." Kendisine tabi olan boyların beylerine böylece damga, kuş, ağaç dağıtmıştır.

Bu damga ve kuş unsurları Oğuz destanında da vardır. Boyun, bir belgesi olarak "ağaç" Oğuz destanında geçmiyor ise de Dede Korkut hikâyelerinde Dede Korkut'un dualarında "Kaba ağacın kesilmesün!" denilmektedir. İlk Osmanlılar hakkındaki rivayette de "Kaba ağaç" motifi bulunmaktadır (Neşri tarihi).

"Çingizname'de araba icat edenin adı Baylınoğlu Kaldar Beydir. Oğuzname'ye göre Oğuz Han Altın Han ile savaşıyor; "Çingizname"ye göre Çingiz'in büyük anası Ülemelik'in babası Altın Handır.


W. Bang ve R. Rahmeti Arat Uygur harfleri ile yazılan Oğuz destanındaki Altın Kağan için şu notu veriyorlar:


"Altun kağan Yuçen (Kin)'lerin hükümdarı olsa gerek...Bu sülâle 1234 senesinde Moğollar tarafından kovulmuştur. Müellif Altun Kağan ile Çürçet Kağanın aynı olduğunun farkında olmayarak 'Yüçen'leri sonradan bir daha 'Çürçet' şeklinde gösteriyor" (s. 40, not 116).

İki ad taşıyan aynı ülkenin veya şahıs ve sülâlenin ayrı ayrı şeyler olarak geçmesi destanlarda, hatta tarih kitaplarında bile, olağan şeylerdir. Bununla beraber, Altun Kağan adı veya ünvanı Türkler ve Orta Asyada yaşamış başka milletler arasında Kin sülâlesinden çok önce dahi, destanî bir ad olarak, yayılmış olsa gerektir. Kâşgarlı Mahmut, İskender zamanına ait bir hadiseyi tasvir eden hikayede Altın kan adlı bir dağdan bahsetmektedir. XVI. yüzyılda Güney Moğolistan'da Tümet ulusu tarafından kurulan kuvvetli bir hanlığın hanı An-di (1532-1585) "Altun Han" ünvanını almıştı. Özbek Hanı Şeybanî Muhammed'in bir muammasında Altun Kağan adı geçmektedir.
Oğuz han destanlariyle Çingiznâme'nin karşılaştırmalarından anlaşılıyor ki XII - XIV. yüzyıllarda Kıpçak Bozkırlarında ve eski Uygurlar bölgesinde yaşayan Türk boyları arasında çok eski bir destan kalıntıları dağınık halde bulunmuş; sonra Çingiz adı çevresinde toplanıp Çingiznâme'yi meydana getirmiştir. Dikkate değer ki, Oğuz Han gibi Çingiz de Müslüman kahramanı oluvermiştir.

Bu destanî hikâyede Çingiz şöyle tarif ediliyor: "Gök atlı, ak donlu, altın külahlı, er suratlı, Cebrail gibi körklü (güzel) Reşîdeddîn'in Moğol rivayeti diye naklettiği Ergenekon hikâyesi de Oğuz destanının bir menkıbesinden ibarettir.

Bu menkıbenin kısaltması şöyledir: "Moğollara İlhan hakan olmuştu. Tatarların hanı da Sevinç Han idi. Moğollardan çok dayak yiyen Sevinç Han, Kırgız hanın ve başkalarını kandırıp hep birden Moğollara saldırdılar. Moğollar mağlûp oldular. İlhan'ın Kıyan adı ile bir oğlu ile yeğeni Nüküz kurtulup kaçtılar ve Ergenekon adlı bir vadiye gelip yerleştiler. Burası çok güzel ve bereketli yerdi. Bu iki adamdan birçok nesil türedi. Tam dörtyüz yıl bunlar Ergenekon'da kaldılar. Nihayet buraya sığamayacaklarını anlayıp buradan çıkmaya karar verdiler. Fakat yol bulamıyorlardı. Nihayet bir demirci "Burada demirden bir dağ var. Onu eritelim" dedi. Hemen dağın geniş bir yerine kat kat odun bir kat kömür koydular. Yetmiş deriden körük yapıp yetmiş yerden körüklediler. Yüklü deve çıkacak bir yol açıldı. Çıktılar ve Tatarlardan intikam aldılar. Bu sırada hanları Börte Çine (yani Boz Kurt) idi."

Bu menkıbe hakkında Profesör Dr. Fuat Köprülü şu mütalâada bulunmaktadır: "İslâmiyeti kabul eden Gazan Han zamanında yazılmış olan Reşîdeddîn'in Câmiü't-tevarih'inde bu menkıbe 'Ergene Kon' namı altında ilk şeklinden biraz farklı bir surete münderictir. Orada, İslâmiyet tesiri altında kurttan doğan çocuklar başka şekle ifrağ edilmiş ve Çingiz'e çıkarılan silsilename bunu tabiatiyle Moğollara atıf ve isnat edilmesine sebebiyet vermiştir. Esasen Gök-Türklerin bir parçası -ki Çinliler bunlara Şato Türkleri namı verirler- Milâdî 840 vekayii neticesinde şimali şarkiye muhaceret ederek Moğol kabileleri arasına karışmış, fakat eski Türk hakanları sülâlesinden olmak itibariyle Göktürk ananelerini muhafaza etmişti; işte Çingiz'in ecdadı bu Türklere mensup olduğundan, bu suretle Göktürk ananesi Moğollar arasına girmiş ve muahheren teşekkül eden Çingiz menkıbesi de tabiatiyle Göktürk destanının bir istitalesi şeklinde meydana gelmiştir. İşte bu nokta-î nazardan Reşid-ed-din ve Ebulgazi'deki Ergene Kon menkıbesinde zikredilen Moğollar, şüphesiz, Oğuzlar'dır; Çin menbalarındaki şekil ile bu muahhar şekil arasındaki ayniyet de bunu katî olarak gösterir." Ergene Kon menkıbesinin aynı olduğu tahmin edilen Çin rivayeti şöyledir:
"Türklerin ilk atası batı denizinin batısında bulunuyordu. Bunun ulusu Hunlar'ın bir bölümü olup Aşine adını taşıyordu. Bu Aşine kabilesi komşu kabilelerden biri tarafından yok edildi; bu kabileden ancak bir oğlan kaldı. On yaşındaki bu oğlana acıdılar. Ayağını, kolunu kesip bir kamışlıkta bıraktılar. Bu çocuğu dişi kurt besledi. Düşman han çocuğun yaşadığını işitip öldürmek için adamlarını gönderdi. Kurt çocuğu alıp Altay dağlarının ortasına geldi. Her tarafı dağlarla kapalı bir mağarada on çocuk doğurdu. Bu çocuklar evlendiler; herbirinden bir boy türedi. Bunlardan biri âşine boyu idi. Aşine'nin boyu büyüdü. Bir süre geçtikten sonra Aşine boyu Asın-çe denilen birinin idaresinde bu mağaradan çıktı." Çin kaynağı bu rivayeti, şüphesiz, Türklerin destanlarından almıştır. Bununla beraber şu gerçek tarihî vak'a-yı da kaydediyor: "536 yılında İlhan Tumın, Türk devletini kurduktan sonra, Cücen hanının kızını istedi. Cücen hanı Türk elçisine hakaret etti. "Türkler benim demircilerimdir. Kızımı istemeye nasıl cesaret ediyorsunuz?" dedi. Türkler bir süre önce Cücenlere tabi olup onlar için Altay dağlarında demircilik yapıyorlardı.

Reşîdeddîn Tabib'in tesbit ettiği Oğuznâme'nin, Oğuzların Müslüman olduktan sonra söyledikleri destandan alınmış olduğuna şüphe yoktur. Eski Oğuz destanında bulunduğuna şüphe olmayan Boz Kurt efsanesi Reş^deddîn Tabib'te yoktur. Hatta Ergene Kon efsanesindeki Börte Çine'yi bir şahıs adı saymıştır. Halbuki Börte Çine Moğolca Boz Kurt demektir. Eski Türk ve Moğol rivayet ve geleneklerini iyi bilen Ebülgazi Bahadır Han gerek Şecere-i Türk'de gerek Şecere-i Terâkime'de Boz Kurt efsanesinden bahsetmiyor; ona göre de Börte Çine bir kişi adıdır. Dikkate değer ki, İslâm tesirine hiç rastlanmayan Oğuz Kağan destanında dahi Boz Kurt ata değildir, ancak Oğuz Kağan'a yol gösteren kılavuz, arkadaştır.

Çin yıllıklarındaki, İslâm tarihçilerinin eserlerinde Türklere ait rivayetlerin çoğu Moğol istilâsından sonra yaşayan tarihî kahramanların destanlarına kadar sokulmuştur. Meselâ XV - XVI. yüzyıllarda Altun Ordu ve Çağatay hanlıklarında gelip geçen Ediğe, Toktamış, Çora Batır gibi tarihî kahramanların destanlarında bile eski destanların kalıntıları çoktur.

Destanlar eski görenekleri, gelenekleri, geçmiş ataların dünya görüşlerini, tıpkı ayna gibi, aksettirirler; Müslüman Türklerin gazi - kahramanlarının kâfirlele savaşlarını, yaşayışlarını tasvir een destanlarda bile evlenme, doğum, ad verme, ölüleri gömme, yas törenleri, askerlik, savaş, barış, av, töre ve yasalarını anlatan kısımları İslâmdan çok önceki devirlerin izlerini taşıyorlar. Eski Türk-Oğuz destanının kalıntılarından başka birşey olmayan Dede Korkut hikayelerinde tasvir edilen Oğuz gazilerinin inanışları, dünya göüşleri İslâmdan önceki kahramanlarınkinden farksızdır. Oğuz gazileri eski Türk kâhinlerinin kopuzunu kutlu sayıyor, "mere, kâfir, Dede Korkut kopuzu hürmetine çalmadım. Eğer elinde kopuz bulunmaydı, ağam başı için, yen bir pare kılırdım" diyor. Bu gazilerin yas törenleri VIII. yüzyılda Orhon boylarında yaşamış olan Göktürklerin yas törenlerinden farksızdır. Kahramanların ölümünden sonra bindiği atın kuyruğu kesilerek kurban edilir; yaslı kadınlar yüzlerini parçalayarak ağlarlar, erkekler sarıklarını yere vururlardı... Elimizdeki Türk destanlarından anlaşıldığına göre destan devri yaşamış Türklerde ana - babanın çocuklarına verdikleri ad gerçek ad sayılmamıştır. Bir delikanlı savaşta ya da avda kahramanlık gösterdikten sonra büyük düğün ve tören yapılır, soyun kâhini olan kam çocuğa ad vererek onu kabilenin üyesi ilân ederdi. Bu törenin izini Dede Korkut'un III. hikâyesinde görüyoruz. Korkut Ata "Sen oğlunu Basam diye ohşarsın, bunun adı Boz Aygırlık Bamsı Beyrek olsun!" diyor. "Ol zamanda bir oğlan baş kesmese, kan dökmese ad komazlardı." Yakut destanlarına göre Yakutlar çocuklarına ilk adını oturmaya başladığı, gerçek adını ise yay çekmeye (ok atmaya) başladığı zaman verirlerdi (Sereşevsky "Yakutı", 53).

Müslüman Türklerden Kırgızların 400.000 mısra tutan Manas destanı bu bakımdan bir etnoloji hazinesidir. Bu destanın bir faslı olan "Han Kögütey yoğu (mâtem töreni)" 1860 yılında Kazak - Kırgız âlimi Ç. Velihanov tarafından tesbit eilmişti. Bu fasılda Han Kögütey'in sözleri Orhon yazıtlarındaki Bilge Hakanın sözlerini hatırlatıyor. Bu rivayete göre ölürken han kögütey halkına hitaben şöyle diyor: "Benim gözlerim yumulduğu zaman vücudumu kımızla yıkayınız. Etlerimi keskin kılıçla kemiklerimden sıyırınız. Bana zırhımı giydiriniz... Başımı doğuya doğru koyunuz. Mezarıma gelen kadınlara kumaşlar dağıtınız. Karasart türbemi yapsın, kullandığı tuğlaları seksen keçi yağıyle terbiyelesin, aşımı veriniz..." "Beylerim, ulusum, sözlerime kulak veriniz: Sizlere sıçan kapanı ile kuş avlattım; serseri dolaşıyordunuz sizi topladım; topluluk kurdum, dağılmış boyları topladım, il kıldım. Benim ölümümden sonra tekrar dağılmasın. Ulusuma bakınız, toladığım il dağılmasın. Yaya gelenlere at, çıplak gelenlere giyim veriniz..."

"Manas" destanının bu parçası İslâmdan çok önceki Türklerin defin ve yas törenlerini tasvir etmektedir. XIX. asır Müslüman Kırgızlar için böyle defin ve yas töreni ancak çok eski destan devrinin hatırasıdır.

Altay ve Yenisey Türklerinin destanlarından eski devrin hatıralarına daha çok rastlanır. Sagayların "Ay Mergen ve Altın Kuş" destanında Ak Hanın atı ve karısiyle beraber gömüldüğü anlatılmaktadır. "Katay Han ve Buzalay Mergen" destanında Katay hanın oğluna vasiyeti ve ölümünden sonra atı ve karısı ile beraber gömülüşü tasvir ediliyor.

Altay ve Yenisey Türklerinin destanlarında tasvir edilen bu defin törenleri VI. asırda yaşamış olan Göktürkler için bile çok eski bir devrin hatırası sayılmış olduğuna şüphe yoktur.

Destan kahramanlarının tanrı, peri kızlarıyle evlenmeleri motifi de XVI. asırda teşekkül etmiş olan destanlarda bile görülmektedir. XV. asrın tarihî şahıslarından olan Edige Beyin adı çevresinde meydana gelen destana göre onun büyük atalarından Baba Tükles bir su perisi kız ile evlenmiştir. Bu Göktürk destanının motifidir. Türklerin babası yaz ve kış tanrılarının kızlariyle evlenmişti. Oğuz Kağan destanına göre Oğuz Han ışık içinden çıkan ilâhî bir kızla evlenmişti. Dede Korkut hikâyelerinden birinde Salur Kazan'ın çobanı peri kızıyla evlenmiş, ondan Tepegöz doğmuştur.

Destanlara göre alplar çok eski çağlarda, dünya yaratıldığı zamanda yaşamışlardır. Kırgızların "Manas" destanına göre bütün dünya milletleri "yer, yer olduğu; su, su olduğu zaman" Müslüman ve kâfir olarak iki bölüğe ayrılmışlar, Manas ve arkadaşları o devirde yaşamış ve ömür sürmüşlerdir. Altaylı Kaç'ların Soyun alp destanı şöyle başlıyor:

Yerin ilk yaratıldığı,
Akan kırmızı bakırın durulup
sertleştiği çağda,
akarsuların ilk defa akmaya başladığı
ak kavakların ilk defa bittiği çağda
Ak denizin kıyısındaki
dağın yamacına
Alp Soyun çadırını kurmuştu...

Altaylı Şor'ların "Kan Mergen" destanı bu alpın kavminin yaşadığı zamanı şöyle anlatıyor:

Pek eski çağda idi bu...
Şimdiki nesilden önce,
eski nesilden sonra olmuştu bu...
Kaşıkla yer bölündüğü
kepçe ile su üleşildiği,
yer yer olup yaratıldığı,
yer yarılıp ağaçlar bittiği
ağaçlar yarılıp tomurcuklandığı,
kayın ağacı yapraklar açtığı çağda
bir ulus yaşamıştı...

Destanlardan birinde "yağız yer yaratıldığı zaman Kır atlı Kır Cutay türemişti" deniliyor.

Destanlarda kalıplaşmış olarak sürüp gelen bu sözler, Orhon yazıtlarındaki "üstte mavi gök, altta yağız yer yaratıldıkta, ikisi arasında kişi oğulları yaratılmış, kişi oğulları üzerine babam ve dedem Bumın Kağan ve İstemi Kağan (hükümdar olarak) oturmuşlar" parçasını hatırlatmaktadır. Altay ve Kırgız destanlarında Orhon yazıtlarında geçen tasvir tarzı ve ifadelerini andıran birçok parçalara rastlamak mümkündür ("alpların kanı suca aktı, kemikleri dağca yattı...", "yoksulları zengin yaptı, yaya gelenlere at verdi, çıplak gelenleri giyindirdi"... gibi).

Alplar daha küçükken avlara, savaşlara iştirak ederler.

Altaylı Kaçlar'ın bir destanın kahramanı Kan Mergen çocukken ava çıkmak ve kız kaçırmak istiyor. Ablası ona: "Boyun posun gelişsin, ağzındaki süt temizlensin, sonra gidersin!" diyor. Kan Mergen şu cevabı veriyor:

Alpların boyu posu
Alplarla çekişirken gelişir
Ağzındaki süt
At üstünde seferlerde temizlenir.

Alpların güçleri çok mübalâğalı tasvir ediliyor. Alplar savaşa hazırlanıp ata binerken yalnız kişioğulları değil, tabiat bile korkuyor.

Kudretinden gün korktu
Gün buluta sığındı
Heybetinden ay korktu
Ay buluta sığındı ("Manas")

Alplar tanımadıkları bir kişi ile karşılaştıkları zaman "geyiğin ütyü olur, kişinin adı, soyu olur. Adın ne?" diye sorarlar. Yabancı da kim olduğunu (meselâ, "kır atlı Cotay Alp", "sarı atlı Salay Alp", "konut atlı Alp Kony beg" olduğunu) söyler. Sagayların "Ay Möke" destanının kahramanı Alp Ay Möke, babası Altun Ergin'in vediği dağda avlanırken, burada başka bir yabancının avlandığını görür ve "geyiğin tüyü olur, kişinin adı olur. Adın ne?" diye sorar. Yabancı "bana kan kızıl atlı Kan Kaygalak Alp derler. Yukarıdaki Tanrı bana vız gelir. Ulu Alpları fiske vurup öldürmüşüm, küçük Alpları kamçı sallayıp öldürmüşüm" der.

Dede Korkut'un Oğuz Alpları da aynı şekilde düşmanın adını, soyunu sorarlar: "Kalarda koparda yiğit yerin ne yerdir, karangu dün içinde yol azsan umun nedir?.. Alp eren erden adın saklamak ayıp olur" (Basat ve Depegöz hikâyesinde).

Türk destanlarının kahramanları alplarda mertlik (şövalyelik) geleneği hâkimdi. "Manas" destanında Hak Han, düşmanı Yolay ile karşılaşırken şöyle diyor:

bağırıp çağıran yiğit,
elma gibi başını kaldıran yiğit,
ad sormak güzel âdettir,
soy sormak töredir,
adın, soyun kim, yiğit?

Alplar kendilerini düelloya çağıran düşmanlarını, uzak yoldan gelmişse, misafir eder, silah seçmekte serbest bırakır. Alpların hile ve ihanet yoluna saptıkları ancak masallaşmış destanlarda söylenir. Düelloya hazırlanırken Alpların dostça konuştukları da olur. Meselâ Çinli kahraman Akıran Taş ile Altaylı Alp Çes Möke karşılaşırlar. Selâmlaştıktan sonra Akıran Taş, "Ben ölürsem Çin yurdu alpsız kalır. Çin'de benden başka alp yok" der. Çes Möke ona, "Ben de ölsem sen de ölsen mavi gök yere düşmez, akar sular da çekilmez. Bu dünya yaatıldığı gibi kalır, senin, benim ölümümle dünya değişmez" diye cevap verir.

Alplar uyuyan üşmanı öldürmezler; düşmanını hile ile öldürenler Alp sayılmazdı. Uyuyan düşmanı öldürme, düelloda hile yapma, ancak masallaşmış destanlarda görülür.

Türkelrin halk edebiyatında destan şekli en önemli yeri alır. Bütün Türk boylarının destanlarının büyük bir külliyatını meydana getirmenin zamanı gelmiştir. Bu külliyat için yeterli belgeler mevcuttur. Radloff'un "Türk halk edebiyatı" külliyatı muhtelif Türk boylarının destanlarını ihtiva etmektedir. Fin bilgini Castren (1813 - 1852) tarafından Altay - Yenisey Türklerinden tesbit edilen onbeşten fazla destan A. Schiefner tarafından, güzel bir tetkik olan önsöz ile, Almancaya tercüme edilmiştir. Son yıllarda Altay - Yenisey folklorcuları, şimdiye kadar Türkologlarca bilinmiştir. Son yıllarda Altay - Yenisey folklorcuları, şimdiye kadar Türkologlarca bilinmeyen birçok destanlar neşrettiler. Bunlardan "Kögötey" ve "Alp Manaş" destanları çok dikkati çeker. Altaylılardan Şor boyunun folkloru Dırınkova tarafından "Şorskiy Folklor" adıyla neşredilmiştir. Bu eserde bu boyun kahramanlık destanları vardır. Yakut Türklerinin halk edebiyatı - destanlar (olongo) Jastremskiy, Pekarskiy ve Yakutlar'ın kendi aydınları tarafından toplanıp neşredilmiştir. Müslüman Türk boylarında Kazan aydınları XIX. asrın otalarından başlayarak folklorun, bilhassa destanların tesbitine ve neşrine başlamışlardır. Kazak destanlarının neşrinde Kazanlı kitapçıların da hizmeti büyüktür. Bu folklor mahsullerinin çoğu ilmî metoda uygun olarak toplanmamış, baskılarında da itina gösterilmemişse de Türkologlar için değerli malzeme teşkil ederler. Bunlardan bazıları Radloff'un "Türk Halk Edebiyatı Örnekleri" külliyatının III. cildine alınmıştır. 1920 - 1923 yıllarında Kazakistan hükümeti tarafından "Batırlar" serisi adiyle Kazak destanları neşredilmiştir. Bu seridekilerin hepsi çok önce Kazan'da basılmış destanlar ve lirik şiirlerdir. Bu destanların kahramanları yalnız Kazakların değil, bütün Kıpçak zümresi Türklerin de söylenen ortak destanlardır. Bunlardan Koblandı, Alpamış, Çora Batır, Ertargın, Kamber Batır, Kuzu Körpeç destanı 1812 yılında bir Başkurt halk şairinden tesbit edilerek Rusçaya tercüme edilmiş, Alpamça ise Oğuzlarda söylenen Alp Bamsı destanının değişik bir şekildir. Kazak destanlarında adları geçen kahramanlar Altınordu devletinin belkemiğini teşkil eden Nogay, Nogaylı yahut Kıpçak boylarındandır. Coğrafî isimlerden en çok Kazan, Kırım, İdil (Volga), Cayık (Ural), İrtiş geçmektedir. Kırgızların 400 bin mısralı destanlarının baş kahramanı da "Sarı Nogay Er Manas" Nogaylardandı. Manas'la savaşa Yolay da Noğay oğludur. Ak Han ile karşılaştığında Yolay kendisini şöyle tanıtıyor:


On san Nogay yurtum var
On san nogay içinde
Nogay bay denen babam var
Nogay bayın yavrusu
Han yolay denen ben özüm. diyor.

Bugün Kırgızlara mahsus millî destan sayılan "Manas" destanı XV - XVI. asırlarda bütün Kıpçak - Nogay boylarının, yani Altınordu kavimlerinin, müşterek destanı olduğunu son yıllarda bulunan ve XVI. asırda yazılmış "Mecmua-i Tevârih" adlı Farsça eserden öğreniyoruz. Bu eserin verdiği bilgye göre Manas, Kıpçak boyunun başbuğu Cakıp Hanın oğludur. Efsanevî rivayetlerle dolu olan bu eserde muhtelif asırlarda yaşamış olan hanlar, hükümdarlar birbirine karıştırılmıştır. Sultan Sencer, Oğuzlar, Moğolların Ong hanı, onun oğlu (!) Toktamış, Turgay oğlu Temür, İlhan Argun Han, Hülâgü oğlu Abaka hep "Manas" destanının içinde zikrediliyor. Manas'ın Yolay ile savaşı bugünkü Kırgız destanına uygundur. Kırım Hanı Nogay'dı. Yolay Kalmuk hanı Çünkçen'in oğlu idi. Kırım Hanı Ak Hüseyin oğlu ak Nogay, Bulgar Hanı Kara Hüseyin oğlu Kara Nogay idi. Toktamış'ın yeğeni Anga Tüe Manas'a yardım ediyor. İdil boyundan dönüp Manas için "Manasiye" şehrini kuruyor. Kalmuklar tarafından Mangıt Pulat Han karşı çıkıyor. Ona Yamgurçı Mirza yardım ediyor... Toktamış Cayık (Ural) denizine gidiyor. Maksadı Pulad'ın ilini almaktır. Oradan Kulzem denizine, oradan da Kırım'a gidiyor. Sonra dönüp Cayık'ta kışlıyor.


Bu karmakarışık efsanevî hikâyelerden anlaşılıyor ki XV - XVI. asırlarda "Manas" destanı bütün Kıpçak - Nogay zümresinde müşterek bir destan olmuştur.

Altın Ordu'nun yıkılışı devrinde Nogay boyunun İrtiş'ten Kırım'a, kırım'dan Altay'a durmadan göç yaparak hareket halinde bulunması, tavâif-i mülükün biribiriyle mücadeleleri, sonra XVI - XVIII. asırlarda Kalmuk istilâsına karşı savaşlar Orta Türk (Kıpçak gurubu) destanlarında derin iz bırakmıştır. Orta Asya Türklerinin destanlarının aşağı yukarı hepsinde Nogay'dan, Nogaylıdan ve Kalmuk savaşlarından bahis vardır. Savaşçı Nogay göçebelerinin Kırım'dan, Dağıstan'dan Altaylar'a med ve cezir halinde dalgalanması XVII. asrın sonlarına kadar devam etmiştir. Kazak destanlarından Er Targın, Çora Batır, Koblandı'nın faaliyet sahaları Kırım, Kazan hanlığı, İdil (Volga) ve Cayık (Ural) ve Altay'dır. Edige'nin ise bütün Altın Ordu, Orta Asya ve Batı Sibirya sahasıdır. Bu destanlar da aynı sahada yayılmışlardır. Bu bakımdan Türk destanları muhtelif Türk zümrelerini birleştirici edebî türdür.

Türk destanları, İslâmdan önceki eski adet, inanç, tören ve bütün hayat tarzlarını öğrenmek için en önemli kaynaktır. Türkler asırlar boyu İslâm kültürü içinde yoğruldukları halde terennüm ettikleri destanlarda eski Türk inanç ve törenlerini muhafaza etmişlerdir. Meselâ, İslâm dininin sıkı kaidelere bağladığı defin töreni bile bu destanlarda VII. asır Göktürk defin törenlerini hatırlatmaktadır. Dede Korkut hikayelerinde kahramanların defin töreninde bindiği akboz (demir kır) atının kuyruğu kesiliyor. Nogayların Aysıla destanına göre bu kahraman ölürken söylediği vasiyetinde "Nâşımı sevgili boz atımın üzerinde taşıtınız. Ölümümden sonra kabrimi derin kazınız. Altınlı sadakımı (okluğumu), edirne yayımı başım üzerindeki kazığa bağlayınız, mezarımın çevresine oklarımı diziniz. Canım sıkıldığı zaman geyik avlayacağım" diyor.

Edige'nin torunlarından Mamay (XVI. asır) adına söylenen destanda anlatıldığına göre bu kahraman şöyle vasiyet ediyor; "Ben öldükten sonra yedi köy halkı yedi argımak (cins at) ile elbiselerini ters giyip ağlayarak gelsinler" diyor. Onun cenaze töreni şöyle tasvir ediliyor: "Arabaya altı at koştular. Atların üzerine kara çul örttüler. Atalıklar elbiselerinin yenlerini kestiler; eyerlenmiş atlara silahlar astılar, atları yeden ala giyimli uşaklar "beğimiz Mamay öldü!" deyip alınlarını parçaladılar. Elbiselerini ters giyip sığıtçı (ağlayıcı) lar geldiler."

Başkurtların XVIII. asra ait "Karas Batır" destanında bu Karas Batır'ın Kazak akıncılarıyla çarpışması anlatılırken Kazak alplarından Akça Batır ile yaptığı düello tasvir edilmektedir. Bu düelloda Akça Batır öldürülüyor. Öldüren Başkurt batırı Karas onu "Büyük kahraman alp idi" deyip törenle defnediyor, onun namına yüksek bir hüyük âbide yapıp baş üstüne oklarla dolu bir sadak koyuyor. Ona ağıt olarak şöyle diyor:

"Bundan sonra senden alp görmez gözüm
Yerinde öğünsen de her bir sözün
Od yürek arslan gibi akça batır
Gömeyim saygı ile bunda özüm.
Taş ile korgan yapıp kazdım orun (çukurun)
atalsın adın ile taykan yerin
Bir sadak ok baş üstüne dikip koydum
Desinler: "Alp geçmiş bizden burun (= önce)".

Bu ağıttan da anlaşıldığına göre alpların mezarına ok dolu sadak asmak âdeti, ta XIII. asra kadar, destanî gelenek olarak, devam etmiştir. Bu okluk koyma âdeti İslâmdan önceki silahlarla beraber defin adetinin sembolik bir şekilde devamından ibaret olsa gerek.

Birçok Türk boyları arasında müşterek bazı destanlar vardır. En eski Oğuz destanlarından Bamsı Beyrek destanı bunlardan biridir. Bu destanın kahramanı olan Bamsı (Alp + Bamsı) Kazak, Özbek ve Başkurt rivayetlerinde Alpamşa olmuştur. Köroğlu destanı bütün Oğuz zümresinde söylendiği gibi Özbek ve Kazaklarda da meşhurdur.

Türk destanlarında müşterek motiflerden en önemlisi ve yaygını at konusu üzerinedir. Türkler atlı millet oldukları için bütün destanları at sevgisi ve öğmesi ile doludur. Kahramanlar atlarını yalnız arkadaş değil, kardeş sayarlar. Birçok kahramanlar atlarını severek, okşayarak "aslım kara kişiydi, adımı sen çıkardın, yürüğüm!" derler. Dede Korkut hikâyelerinde başlıca rolü kahramanın atı oynar. "At işler er öğünür; Kazan diyor: "Hüner atın mıdır, erin midir?" "Hanım erindir" dediler. Han "yok, at işlemese er öğünmez. Hüner atındır" diyor. "At işler er öğünür" (Dede Korkut). At hakkındaki aynı sözleri Orta Türk destanlarında da buluyoruz. Hattâ XVIII. asrın tarihî kahramanlarından Kötübar Batır'ın al atı da düşmanın gelmekte olduğunu haber verdiği "Ayman - Çolpan" lirik şiirinde tasvir edilmiştir.

Altay - Yenisey destanlarında kahramanlar hep atlariyle beraber zikredilir. Ak atlı Ak Han, Akboz atlı Ak Molot, Kara atlı Katay Han, Kök atlı Kök Han ve başkaları gibi.
Geçen asrın ilk yarısında Altay - Yenisey Türklerinin destanları üzerine araştırmalar yapan V. Titov'a göre kahramanın atı yoksa adı da olmaz. Kahramana ad, at aldığı gün verilir. Dede Korkut hikâyelerinde de kahramanlık gösteren Bamsı Beyrek'e Dede Korkut, "bunun adı boz aygırlı Bamsı Beyrek olsun" diyor. Salur kazan da "Konur atın sahibi" diye anılır. Destanlara göre delikanlı kahramanlık gösterdikten sonra at ve ad alırdı. Yani bundan sonra delikanlı kabilenin gerçek ferdi olur. Minusinsk Türklerinin destanlarını tetkik eden V. Titov bu ad alma törenine çok önem vermiştir. Ona göre kahraman olmayan adi insanların adı yoktur (demek bunlar kabile adı ile göbek adlarını taşımakla yetinmiş olacaklar). Bu adet çok eski devrin hatırası olsa gerektir.
Bazı destanların bazı Türk boylarında yazı ile tesbit edildikten sonra kutlu kitap sayıldığı dikkate değer. Kırgızlar Manas destanını, hastalandıkları zaman, Manasçılara "şifa" için okuttukları etnograflar tarafından müşahede edilmiştir. "Çingizname"yi Başkurtlar'ın kutlu kitap saydıklarını, akademisyen lepehin 1770 yıllarında tespit etmiştir. Yani millî destanlarımız milletimizce en değerli millî miras sayılmakta devam etmiştir.

Türk destanları arasında Kırgız Türklerinin "Manas" destanından da kısaca bahsetmek gerektir.

Türk destanları arasında en büyüğü ve en ilgi çekeni Kırgızlar'ın Manas destanıdır. Yukarıda da zikrettiğimiz gibi bu destanın bazı parçaları XV. asırda yazılan bir tarih kitabına alınmıştır.

"Manas" destanı, baş kahramanı Manas; onun oğlu Semetey ve torunu Seytek'in hayatlarından bahseden üç şahıslı 400 bin mısralık büyük bir eser teşkil etmektedir ve Firdevsî'nin Şehname'sinin iki mislinden, Homer'in İliyada'sının onaltı mislinden büyüktür. Dünyada şimdiye kadar "Manas" kadar büyük bir destan tesbit edilmemiştir. Bu destan hakkında ilk bilgi 1849 yılında Kazak - Kırgızlarda idare amirliği yapan Rus memuru Franel tarafından hükümete verilen raporda görülmüştür. Franel'den yedi yıl sonra Kazak aydınlarından Çokan Velihanov, 1856'da Kırgızlar arasında yaptığı seyahat sırasında Manas destanını keşfetmişti. Sonra bu destanın (19.000 mısralık) bir kısmı meşhur Türkolog W. Radloff tarafından, "Türk Halk Edebiyatı Numuneleri" külliyatının V. cildi olarak 1885'de yayımlandı.

Sovyet ihtilâlinden sonra "Manas" destanının büyük bir kısmını Kırgızistan İlimler Akademisi yayımladı.

"Manas" destanının ilk teşekkülü, bazı bilginlere göre, IX. asırda kurulmuş olan Kırgız İmparatorluğu devrine rastlamaktadır. O zamandan beri muhtelif devirlerdeki olayların etkisiyle değişe değişe zamanımıza kadar ulaşmıştır.

"Manas" destanı Kırgızların asırlarca süren hayatlarının aynasıdır. Doğum, evlenme, ölüm törenleri, savaşları, mücadeleleri, dinî inançları, ıstırap ve sevinçleri hep bu destana aksetmiştir. Çokan Velihanov'un dediğine göre, Manas destanı Kırgız boyunun ansiklopedisi sayılmalıdır. Bu destanın bir yerinde İslâm velilerine sığınmalardan bahsedilirken birden bire önümüze şaman âyini çıkıverir. Bu büyük destanda muhtelif devirlerin olaylarıyla beraber muhtelif ideolojiler de yer almıştır. Bu destan üzerine en son çalışma "Sovyet halklarının destanlarını tetkik" külliyatının 2. cildini teşkil eden "Kırgız Destanı Manas" adlı onbir araştırmayı içine alan büyük bir eserdir; 1961'de Moskova'da basılmıştır.

Abdülkadir DONUK
 
TÜRK DESTANLARI
İlk Türk Destanları
1.Altay - Yakut
Yaradılış Destanı
2.Sakalar Dönemi
a.Alp Er Tunga Destanı
b.şu Destanı
3.Hun Dönemi
Oğuz Kağan Destanı
4.Köktürk Dönemi
a.Bozkurt Destanı
b.Ergenekon Destanı
5.Uygur Dönemi
a. Türeyiş Destanı
b. Göç Destanı

İslamiyetin Kabulunden Sonraki Türk Destanları :

1.Karahanlı Dönemi
Satuk Buğra Han Destanı
2.Kazak-Kırgız Kültür Dâiresi
Manas
3.Türk-Moğol Kültür Dâiresi
Cengiz-name
4.Tatar-Kırım
Timur ve Edige Destanları
5.Selçuklu-Beylikler ve Osmanlı Dönemleri
a. Seyid Battal Gazi Destanı
b. Danişmend Gazi Destanı
c.Köroğlu Destanı

Türk Kozmogonisi-Yaradılış Destanı:


Altaylardan Verbitskiy'in derlediği yaradılış destanı özetle şöyledir: Yer gök hiç bir şey yokken dünya uçsuz bucaksız sulardan ibaretti. Tanrı Ülgen bu uçsuz bucaksız dünyada durmadan uçuyordu. Göklerden gelen bir ses Tanrı Ülgen'e denizden çıkan taşı tutmasını söyledi. Göğün emri ile oturacak yer bulan Tanrı Ülgen artık yaratma zamanı geldi diye düşünerek şöyle dedi :
Bir dünya istiyorum, bir soyla yaratayım
Bu dünya nasıl olsun, ne boyla yaratayım
Bunun çaresi nedir, ne yolla yaratayımş
Su içinde yaşayan Ak Ana,su yüzünde göründü ve Tanrı Ülgen'e şöyle dedi :
Yaratmak istiyorsan Ülgen, Yaratıcı olarak şu kutsal sözü öğren :
De ki hep," yaptım oldu " başka bir şey söyleme.
Hele yaratır iken,"yaptım olmadı" deme.
Ak Ana bunları söyledi ve kayboldu. Tanrı Ülgen'in kulağından bu buyruk hiç gitmedi . insana da bu öğüdü iletmekten bıkmadı : " Dinleyin ey insanlar, varı yok demeyin. Varlığa yok deyip de, yok olup da gitmeyiniz." Tanrı Ülgen yere bakarak : " Yaratılsın yer!" Göğe bakarak "Yaratılsın Gök!" Bu buyruklar verilince yer ve gök yaratılmış. Tanrı Ülgen çok büyük üç balık yaratmış ve dünya bu balıkların üzerine konmuş. Böylece dünya gezer olmamış bir yerde sabit olmuş.Tanrı Ülgen balıkların kımıldadıklarında dünyaya su kaplamasın diye Mandı şire'ye balıkları denetleme görevi vermiş. Tanrı Ülgen, dünyayı yarattıktan sonra tepesi aya güneşe değen etekleri dünyaya değmeğen büyük Altın Dağın başına geçip oturmuş.Dünya altı günde yaratılmışdı, yedinci günde ise Tanrı Ülgen uyumuş kalmışdı. Uyandığında neler yarattım diye baktı: Ayla güneşden başka fazladan dokuz dünya birer cehennem ile bir de yer yaratmıştı. Günlerden bir gün Tanrı Ülgen denizde yüzen bir toprak parçacığı üzerinde bir parça kil gördü" insanoğlu bu olsun, insana olsun baba." dedi ve toprak üstündeki kil birden insan oldu. Tanrı Ülgen bu ilk insana "Erlik" adını verdi ve onu kardeşi kabul etti. Ancak Erlik'in yüreği kıskançlık ve hırsla doluydu. Tanrı Ülgen gibi güçlü ve yaratıcı olmadığı için öfkelendi.
Tanrı Ülgen, kemikleri kamıştan, etleri topraktan yedi insan yarattı. Erlik'in yarattığı dünyaya zarar vereceğini düşünerek insanı korumak üzere Mandışire adlı bir kahraman yarattıktan sonra yedi insanın kulaklarından üfleyerek can, burunlarından üfleyerek başlarına akıl verdi.Tanrı Ülgen insanları idare etmek üzere May-Tere'yi yarattı ve onu insanoğlunun başına han yaptı. Yakut'lardan (Saka) derlenen yaradılış efsaneleri de Altay yardılış destanının yakın varyantı niteliğindedir . XIX.yüzyıl'da derlenen bu efsanelerin çeşitli din ve kültürlerin etkilerini taşıdıkları düşünülmektedir.

Alp Er Tunga
Sakalar dönemine âit Alp Er Tunga ve şu olmak üzere iki destan tesbit edilmiştir. Alp Er Tunga, M.Ö. VII. yüzyılda yaşamış kahraman ve çok sevilen bir Saka hükümdarıdır. Alp Er Tunga Orta Asya'daki bütün Türk boylarını birleştirerek hâkimiyeti altına almış daha sonra Kafkasları aşarak Anadolu Suriye ve Mısır'ı fethetmiş ve Saka devletini kurmuştur. Alp Er Tunga'nın hayatı savaşlarla geçmiştir. Uzun süre mücadele ettiği iranlı Medlerin hükümdarı Keyhusrev 'in davetinde hile ile öldürülmüştür. Alp Er Tunga ile iranlı Med hükümdarları arasındaki bu mücadelelerin hatıraları uzun asırlar hem Türkler hem iranlılar arasında yaşatılmıştır. Alp Er Tunga, Asur kaynaklarında Maduva, Heredot'ta Madyes, iran ve islâm kaynaklarında Efrasyab adlarıyla anılmaktadır.
Orhun Yazıtlarında "Dokuz Oğuzlar" arasında "Er Tunga" adına yapılan "yuğ" merasiminden söz edilmektedir. Turfan şehrinin batısında bulunan "Bezegelik" mabedinin duvarında da Alp Er Tunga'nın kanlı resmi bulunmaktadır. "Divan ü Lügat-it Türk" ün yazarı Kaşgarlı Mahmud'a ve " Kutadgu Bilig" yazarı Yusuf Has Hacip'e göre "Alp Er Tunga" iran destanı "şehname" deki büyük ve efsanevî Turan hükümdarı "Efrasiyab"dır. Divan ü Lûgat-it Türk'de Turan hükümdarlığının merkezi olarak "Kaşgar" şehri gösterilmektedir. islâmiyeti kabul etmiş olan Karahanlı devleti hükümdarları da kendilerinin "Efrasyap" sülalesinden geldiklerine inanmışlar ve bunu ifade etmişlerdir. Moğol tarihçisi Cüveyni de Uygur devletinin hükümdarlarının da Efrasyap soyundan olduğunu yazmaktadır. şecere-i Terakime'ye göre Selçuklu Sultanları kendilerini Efrasyab soyundan kabul ederlerdi. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğıinin dağılmasından sonra iletişim kurmak imkânı bulduğumuz ve Rusların Yakut adını verdiği Türk gurup aslında kendilerine Saka dediklerini söylemişlerdir. Tarih içinde kaybolduğunu düşündüğümüz Saka Türklerinin az da olsa bir bölümünün bugün hayatiyetlerini sürdürmeleri pek çok meselenin yeniden araştırılarak doğruların ortaya çıkmasına yardımcı olabilecektir.Tarihçi Mesudî de M.S. 7. yüzyılın başındaki Köktürk hakanının "Efrasyab" soyundan olduğunu yazmaktadır. Bütün bu bilgilerden hareketle "Tunga Alp" le ilgili efsanelerin Kök Türklerden önce doğu ve orta Tiyanşan alanında yaşayan Türkler arasında meydana geldiğini ve bu destanın daha sonraları Kök Türk ve Uygurlar arasında yaşayarak devam ettiğini göstermektedir.Alp Er Tunga destanının metni bu güne ulaşamamıştır. Bir kısmından yukarıda bahsettiğimiz kaynaklarda bu değerli Saka hükümdarı ve kahramanı hakkında bilgiler ve bir de sagu (ağıt) tesbit edilmiştir:
Alp Er Tunga Öldü mü
Dünya sahipsiz kaldı mı
Korkak öcünü aldı mı
şimdi yürek yırtılır


Erler kurt gibi uludular
Hıçkırıp yaka yırttılar
Acı seslerle bağırdılar
Ağlamaktan gözleri kapandı

Beğler atlarını yordular
Kaygı onları durdurdu
Benizleri yüzleri sarardı
Safran sürülmüş gibi oldular
Kutadgu Bilig'de "Alp Er Tunga" hakkında şu bilgi verilmektedir: " Eğer dikkat edersen görürsün ki dünya beyleri arasında en iyileri Türk beyleridir. Bu Türk beyleri arasında adı meşhur ikbali açık olanı Tonga Alp Er idi. O yüksek bilgiye ve çok faziletlere sahip idi. Ne seçkin, ne yüksek, ne yiğit adam idi ; zaten âlemde ferasetli insan bu dünyaya hâkim olur. iranlılar ona Efrasiyap derler; bu Efrasiyap akınlar hazırlayıp ülkeler zaptetmiştir. Dünyaya hâkim olmak ve onu idare etmek için pek çok fazilet, akıl ve bilgi lâzımdır. iranlılar bunu kitaba geçirmişlerdir.Kitapta olmasa onu kim tanırdı." Bugünkü bilgilerimize göre Alp Er Tunga ile ilgili en geniş bilgi iran destanı şehname'de tesbit edilmiştir. şehname'nin başlıca konularından biri iran -Turan savaşlarıdır. Bu destana göre en büyük Turan kahramanı önce şehzade sonra hükümdar olan Efrasyap'tır.şehname'deki Alp Er Tunga ile ilgili bilgiler şöyle özetlenebilir:
"Turan şehzadesi Efrasyap babasının isteği üzerine iran'a harp açtı. iki ordu Dihistan'da karşılaştılar.Boyu servi, göğsü ve kolları arslan gibi ve fil kadar kuvvetli olan Efrasyap, iranlı'ları yendi. iran padişahı Efrasyap'a esir düştü. iran'ın ilk intikamını o zaman iran'a bağlı olan Kabil Padişahı Zal aldı. Zal başarılı olmasına rağmen iran şahının öldürülmesini engelleyemedi. Efrasyab iran'ı ele geçirmek için yeni bir savaş açtı. iran'ın yetiştirdiği en büyük kahramanlardan Zal oğlu Rüstem Efrasyab'ın üzerine yürüdü.. Efrasyab ile Zal oğlu Rüstem arasında bitmez tükenmez savaşlar yapıldı. iran tahtında bulunan Keykâvus, hem oğlu Siyavuş'u hem de Zal oğlu Rüstem'i darılttı. Siyavuş Efrasyap'a sığındı . Siyavuş'un Turan'da bulunduğu sırada evlendiği Türk beyi Piran'ın kızından bir oğlu oldu. Siyavuş oğluna babası Keyhusrev'in adını verdi. Efrasyab uzun yıllar Turan'da hükümdarlık etti. iran'lılar Siyavuş'un oğlu Keyhusrev'i kaçırarark iran tahtına oturttular. Keyhusrev Zaloğlu Rüstem'le işbirliği yaptı ve Turan ordularını yendi. Keyhusrev ile Efrasyap defalarca savaştılar. Sonunda ordusuz kalan Efrasyap Keyhusrev'in adamları tarafından öldürüldü. şehname'de Efrasyap adıyla anılan Turan hükümdarı Alp Er Tunga'nın iran hükümdarlarına sık sık yenildiği anlatılmaktadır. Ancak iran Turan savaşlarında iran hükümdarları sürekli değişmiş ı4o yıl yaşadığı rivayet edilen Alp Er Tunga ise mücadeleye devam etmiştir. Bu durum Efrasyap'ın başarısız olmadığını gösterir. Gerçek destan metni bulunduğu takdirde bu destanla ilgili daha sağlıklı değerlendirmeler yapılabilir görüşündeyim.




Şu Destanı :
Şu destanı M.Ö. 330-327 yıllarındaki olaylarla bağlantılıdır. Bu tarihlerde Makedonyalı iskender, iran'ı ve Türkistan'ı istilâ etmişti. Bu dönemde Saka hükümdarının adı şu idi. Bu Destan Türklerin iskender'le mücadelelerini ve geriye çekilmeleri anlatımaktadır. Doğuya çekilmeyen 22 ailenin Türkmen adıyla anılmaları ile ilgili sebeb açıklayıcı bir efsane de bu destan içinde yer almaktadır. Kaşgarlı Mahmud Divan ü Lügat-it Türk'de iskender'den Zülkarneyn olarak bahsetmektedir.Destanın tesbit edilebilen kısa metni şöyle özetlenebilir: iskender, Türk memleketlerini almak üzere harekete geçtiğinde Türkistan'da hükümdar şu isminde bir gençti. iskender'in gelip geçici bir akın düzenlediğine inanıyordu.Bu sebeble de iskender'le savaşmak yerine doğuya çekilmeği uygun bulmuştu. iskender'in yaklaştığı haberi gelince kendisi önde halkı da onu izleyerek doğuya doğru yol aldılar. Yirmi iki aile yurtlarını bırakmak istemedikleri için doğuya gidenlere katılmadılar. Giden gurubun izlerini takip ederek onlara katılmaya çalışan iki kişi bu 22 kişiye rastladı. Bunlar birbirleriyle görüşüp tartıştılar. 22 kişi bu iki kişiye: "Erler iskender gelip geçici bir kişidir. Nasıl olsa gelip geçer , o sürekli bir yerde kalamaz. Kal aç" dediler. Bekle , eğlen, dur anlamına gelen "Kalaç" bu iki kişinin soyundan gelen Türk boyunun adı oldu. iskender Türk yurtlarına geldiğinde bu 22 kişiyi gördü ve Türk'e benziyor anlamında " Türk maned " dedi.Türkmenlerin ataları bu 22 kişidir ve isimleri de iskender'in yukarıdaki sözünden kaynaklanmıştır. Aslında Türkmenler, Kalaçlarla birlikte 24 boydur ama Kalaçlar kendilerini ayrı kabul ederler. Hükümdar şu Uygurların yanına gitti. Uygurlar gece baskını yaparak iskender'in öncülerini bozguna uğrattılar.Sonra iskender ile şu barıştılar. iskender Uygur şehirlerini yaptırdı ve geri döndü. Hükümdar şu da Balasagun'a dönerek bugün şu adıyla anılan şehri yaptırdı ve buraya bir tılsım koydurttu. Bugün de leylekler bu şehrin karşısına kadar gelir, fakat şehri geçip gidemezler. Bu tılsımın etkisi hâlâ sürmektedir.
Bu destana göre iskender Türkistan'a geldiğinde Türkmenlerin dışındaki Türkler doğuya çekilmişlerdi. iskender Türkistanda mukavemetle karşılaşmamış bu sebeble de ilerlememiştir. Büyük ölçüde çadırlarda yaşayan Türkler iskender'in seferinden sonra şehirler kurmuş ve yerleşik hayatı geliştirmişlerdir.

Hun - Oğuz Destanı :
Oğuz Kağan destanı M.Ö. 209-174 tarihleri arasında hükümdarlık yapmış olan Hun hükümdarı Mete'nin hayatı etrafında şekillenmiştir. Bütün Türk destanlarında olduğu gibi bu destanın da ilk şekli günümüze ulaşmamıştır. Bugün, elimizde Oğuz destanının üç varyantı bulunmaktadır. XIII ile XVI yüzyıllar arasında Uygur harfleriyle yazılmış ve islâmiyetten önceki inancı yansıtan varyantın ilk örneği temsil ettiği kabul edilebilir. XIV. yüzyıl başında yazıldığı bilinen Reşîdeddîn'in Câmiüt-Tevârih adlı eserinde yer alan Farsça Oğuz Kağan Destanı islâmî varyantların ilkini temsil etmektedir. Oğuz Kağan Destanının üçüncü varyantı ise XVII. yüzyılda Ebü'l-Gazî Bahadır Han tarafından Türkmenler arasındaki sözlü rivayetlerden ve önceki yazmalardan faydalanarak yazılmıştır.
Oğuz Kağan Destanının islâmiyet Öncesi Rivayeti Ay Kağan'ın yüzü gök , ağzı ateş, gözleri elâ ,saçları ve kaşları kara perilerden daha güzel bir oğlu oldu. Bu çocuk annesinden ilk sütü emdikten sonra konuştu ve çiğ et ,çorba ve şarap istedi.Kırk gün sonra büyüdü ve yürüdü. Ayakları öküz ayağı , beli kurt beli, omuzları samur omzu, göğsü ayı göğsü gibiydi. Vücudu baştan aşağı tüylüydü. At sürüleri güder ve avlanırdı. Oğuz'un yaşadığı yerde çok büyük bir orman vardı. Bu ormanda çok büyük ve güçlü bir gergedan yaşıyordu. Bir canavar gibi olan bu gergedan at sürülerini ve insanları yiyordu. Oğuz cesur bir adamdı. Günlerden bir gün bu gergadanı avlamağa karar verdi. Kargı, yay, ok, kılıç ve kalkanını aldı ve ormana gitti. Bir geyik avladı ve onu söğüt dalı ile ağaca bağladı ve gitti. Tan ağarırken geldiğinde gergedanın geyiği almış olduğunu gördü. Daha sonra Oğuz, avladığı bir ayıyı altın kuşağı ile ağaca bağladı ve gitti. Tan ağarırken geldiğinde gergedanın ayıyı da aldığını gördü. Bu sefer kendisi ağacın altında bekledi. Gergedan geldi ve başı ile Oğuz'un kalkanına vurdu. Oğuz kargı ile gergedanı öldürdü. Kılıcı ile başını kesti. Gergedanın barsaklarını yiyen ala doğanı da oku ile öldürdü ve başını kesti. Günlerden bir gün Oğuz Kağan Tanrıya yalvarırken karanlık bastı. Gökten bir gök ışık indi. Güneşden ve aydan daha parlaktı. Bu ışığın içinde alnında kutup yıldızı gibi parlak bir ben bulunan çok güzel bir kız duruyordu. Bu kız gülünce gök tanrı da gülüyor, kız ağlayınca gök tanrı da ağlıyordu.Oğuz bu kızı sevdi ve bu kızla evlendi. Günler ve gecelerden sonra bu kız üç oğlan çocuk doğurdu. Çocuklara Gün, Ay ve Yıldız isimlerini verdiler. Oğuz ormanda ava çıktığı günlerden birinde göl ortasında bir ağaç gördü. Ağacın kovuğunda gözü gökten daha gök, saçı ırmak gibi dalgalı, inci gibi dişli bir kız oturuyordu. Yeryüzü halkı bu kızın güzelliğini görse dayanamaz ölüyoruz derlerdi. Oğuz bu kızı sevdi ve onunla evlendi. Günlerden gecelerden sonra Oğuz'un bu kızdan da üç oğlu oldu. Bu çocuklara Gök, Dağ ve Deniz isimlerini koydular.
Oğuz Kağan büyük bir toy(şenlik) verdi. Kırk masa ve kırk sıra yaptırdı.Çeşit çeşit yemekler,şaraplar, tatlılar, kımızlar yediler ve içtiler.Toydan sonra Beylere ve halka Oğuz Kağan şunları söyledi:
Ben sizlere kağan oldum
Alalım yay ile kalkan
Nişan olsun bize buyan
Bozkurt olsun bize uran
Av yerinde yürüsün kulan
Dana deniz, daha müren
Güneş bayrak gök kurıkan
Oğuz Kağan bu toydan sonra dünyanın dört bir tarafına elçilerle şu mektubu gönderdi:" Ben Uygurların kağanıyım ve yeryüzünün dört köşesinin kağanı olmam gerekir. Sizden itaat dilerim. Kim benim emirlerime baş eğerse, hediyelerini kabul eder ve onu dost edinirim. Kim baş eğmezse, gazaba gelirim. Onu düşman sayarım. Onunla savaşır ve yok ettiririm". Yine o zamanlarda sağ yanda bulunan Altun Kağan, Oğuz Kağan'a pek çok altın gümüş ve değerli taşlar hediye etti ve ona itaat ederek dostluk kurdu. Oğuz Kağanın sol yanında ise askerleri ve şehirleri çok olan Urum Kağan vardı. Urum Kağan Oğuz Kağanı dinlemezdi. Oğuz Kağan'ın isteklerini gene kabul etmedi. Oğuz Kağan gazaba geldi, bayrağını açtı ve askerleriyle birlikte Urum Kağana doğru yürüdü.Kırk gün sonra Buz Dağ'ın eteklerine geldi. Çadırını kurdurdu ve sessizce uyudu. Tan ağarınca Oğuz Kağanın çadırına güneş gibi bir ışık girdi.O ışıktan gök tüylü gök yeleli büyük bir erkek kurt çıktı. Kurt: " Ey Oğuz, sen Urum üzerine yürümek istiyorsun; Ey Oğuz ben senin önünde yürüyeceğim."dedi. Bunun üzerine Oğuz çadırını toplattırdı ve ordusuyla birlikte kurdu izlediler. Gök tüylü gök yeleli büyük erkek kurt itil Müren denizi yakınındaki Kara dağın eteğinde durdu. Urum Hanın ordusu ile Oğuz Kağanın ordusu arasında büyük savaş oldu. Oğuz Kağan savaşı kazandı, Urum Hanın hanlığını ve halkını aldı.Oğuz Kağan ve askerleri Gök tüylü ve gök yeleli kurdu izleyerek itil ırmağına geldiler. Oğuz Kağan'ın beylerinden Uluğ Ordu bey itil ırmağını geçmek için ağaçlardan sal yaptı ve böylece karşıya geçtiler. Oğuz'un bu buluş hoşuna gittiği için bu Uluğ Ordu Bey'e "Kıpçak" adını verdi. Gök tüylü gök yeleli kurdu izleyerek yeniden yola devam ettiler. Oğuz Kağan'ın çok sevdiği alaca atı Buz Dağa kaçtı. Oğuz Kağanın çok üzüldüğünü gören kahraman beylerinden biri Buz Dağa çıktı ve dokuz gün sonra alaca atı bularak geri döndü. Oğuz Kağan atını ve karlarla örtünmüş kahraman beyi görünce çok sevindi. Atını getiren bu beye: " Sen buradaki beylere baş ol. Senin adın ebediyen Karluk olsun." dedi. Bir süre ilerledikten sonra gök tüylü ve gök yeleli erkek kurt durdu. Çürçet yurdu adı verilen bu yerde Çürçetlerin kağanı ve halkı Oğuz Kağana boyun eğmeyince büyük savaş oldu. Oğuz Kağan, Çürçet Kağını yendi ve halkını kendisine bağladı. Oğuz Kağan, ordusunun önünde yürüyen bu gök tüylü gök yeleli erkek kurdla Hint, Tangut, Suriye, güneyde Barkan gibi pek çok yeri savaşarak kazandı ve yurduna kattı. Düşmanları üzüldü, dostları sevindi. Pek çok ganimet ve atla evine döndü. Günlerden bir gün Oğuz Kağanın tecrübeli bilge veziri Uluğ Bey rüyasında bir altın yay ve üç gümüş ok gördü. Altın yay gün doğusundan gün batısına kadar uzanıyordu. Üç gümüş ok da kuzeye doğru gidiyordu.Oğuz Kağan bu rüyayı dinleyince yurdunu oğulları arasında paylaştırdı.

Köktürk Destanı
Köktürklerle ilgili tesbit edilen destanın iki farklı rivayeti bulunmaktadır. Çin kaynaklarında tesbit edilen varyant "Bozkurt", Ebü'l-Gâzi Bahadır Han tarafından tesbit edilen varyant şecere-i Türk'te ise "Ergenekon" adıyla verilmiştir.

Ergenekon Destanı
Moğol ilinde Oğuz Han soyundan il Han'ın hükümdarlığı sırasında Tatarların hükümdarı Sevinç Han Moğol ülkesine savaş açtı. ilhan'ın idaresindeki orduyu Kırgızlar ve diğer boylardan da yardım alarak yendi. ilhanın ülkesindeki herkesi öldürdüler. Yalnız il Han'ınn küçük oğlu Kıyan ve eşi ile yeğeni Nüküz ile eşi kaçıp kurtulmayı başardılar.Düşmanın, onları bulamayacağı bir yere gitmeğe karar verdiler. Yabanî koyunların yürüdüğü bir yolu izleyerek yüksek bir dağıda dar bir geçite vardılar. Bu geçitten geçerek içinde akar sular,pınarlar, çeşitli bitkiler, çayırlar, meyva ağaçları, çeşitli avların bulunduğu bir yere gelince Tanrıya şükrettiler ve burada kalmağa karar verdiler. Dağın doruğu olan bu yere dağ kemeri anlamında "Ergene" kelimesiyle "dik" anlamındaki "Kon" kelimesini birleştirerek "Ergenekon" adını verdiler. Kıyan ve Nüküz'ün oğulları çoğaldı. Dört yüz yıl sonra kendileri ve sürüleri o kadar çoğaldılarki Ergenekon'a sığamadılar.Atalarının buraya geldiği geçitin yeri unutulmuştu.Ergenekon'un çevresindeki dağlarda geçit aradılar. Bir demirci, dağın demir kısmı eritirlerse yol açılabileceğini söyledi. Demirin bulunduğu yere bir sıra odun, bir sıra kömür dizdiler ve ateşi yaktılar. Yetmiş yere koydukları yetmiş körükle hep birden körüklediler.Demir eridi, yüklü bir deve geçecek kadar yer açıldı.ilhan'ın soyundan gelen Türkler yeniden güçlenmiş olarak eski yurtlarına döndüler, atalarının intikamını aldılar. Egenekondan çıktıkları gün olan 21 martta her yıl bayram yaptılar. Bu bayramda bir demir parçasını kızdırırlar, demir kıpkırmızı olunca önce Hakan daha sonra beyler demiri örsün üstüne koyarak döğerler. Bugün hem yeniden özgür hem de bahar bayramı olarak hala kutlanmaktadır.

Uygur Destanları
Uygurlara âit Türeyiş ve Göç isimli iki destan parçası tesbit edilmiştir.Türeyiş parçası Çin kaynaklarından Göç ise hem Çin hem iran kaynaklarında bulunmaktadır.

Türeyiş Destanı
Eski Hun beylerinden birinin çok güzel iki kızı vardı. Bu bey kızları ile ancak Tanrıların evlenebileceğini düşünüyordu. Bu sebeble ülkesinin kuzey tarafında yüksek bir kule yaptırarak iki güzel kızını Tanrılarla evlenmek üzere buraya yerleştirdi. Bir süre sonra kuleye gelen bir kurdun Tanrı olduğu düşüncesiyle kızlar bu kurtla evlendiler. Bu evlenmeden doğan Dokuz Oğuzların sesi kurt sesine benzerdi.

Göç Destanı
Uygurların yurdunda "Hulin" isimli bir dağ vardı. Bu dağdan Tuğla ve Selenge isimli iki ırmak çıkardı. Bir gece oradaki bir ağacın üzerine gökten ilâhi bir ışık indi. iki ırmak arasında yaşayan halk bunu dikkkatle izlediler. Ağacın gövdesinde şişkinlik oluştu, ilâhi ışık dokuz ay on gün şişkinlik üzerinde durdu. Ağacın gövdesi yarıldı ve içinden beş çocuk göründü. Bu ülkenin halkı bu çocukları büyüttü. En küçükleri olan Buğu Han büyüyünce hükümdar oldu. Ülke zengin halk mutlu oldu. Çok zaman geçti. Yuluğ Tiğin isimli bir prens hükümdar oldu. Çinlilerle çok savaştı. Bu savaşlara son vermek için Oğlu Galı Tigini bir Çin prensesi ile evlendirmeğe karar verdi. Çinliler , prensese karşılık hükümdardan Tanrı dağının eteğindeki Kutlu Dağ adını taşıyan kayayı istediler. Gali Tigin kayayı verdi. Çinliler kayayı götürmek için kayanın etrafında ateş yaktılar, kaya kızınca üzerine sirke döktüler. Ufak parçalara ayrılan kayayı arabalara koyarak Çin'e taşıdılar. Memleketteki bütün kuşlar, hayvanlar kendi dilleriyle bu kayanın gidişine ağladılar. Bundan yedi gün sonra da Gali Tigin öldü. Kıtlık ve kuraklık oldu . Yurtlarını bırakarak göç etmek zorunda kaldılar.
Buraya kadar kısaca tanıtmağa çalıştığımız Türklerin ilk dönem edebî eserleri olan Yaratılış, Alp Er Tunga, şu, Oğuz Kağan, Ergenekon, Türeyiş ve Göç destanları bugünkü bütün Türk Cumhuriyet ve Topluluklarının ortak destanları olarak kabul edilmektedir. Büyük bir ihtimalle XV. yüzyılda yazıya geçirildiği kabul edilen "Dede Korkut Hikâyeleri" nin Hun-Oğuz Destan dâiresinden ayrılmış destan parçası olduğu görüşü oldukça yaygındır. Dede Korkut Hikâyeleri ve bu hikâyelerin hem anlatıcısı hem de kahramanlarından biri olan Dede Korkut bütün Türk dünyasında ortak olarak tanınan sözlü ve yazılı gelenekte yaşatılan önemli eserlerden biridir. Türklerin X. yüzyılda büyük kitleler halinde islâmiyeti kabul etmelerinden ve Oğuzların büyük bir bölümünün batıya bugünkü Anadolu topraklarına göçmelerinden sonra gerek Orta Asyada gerek Anadolu , Balkanlar ve Orta Doğuda, Türkler farklı siyasî birlikler içinde yaşamışlardır. X. yüzyıldan sonra teşekkül eden destanlardan Köroğlu dışındakiler Türk topluluk ve guruplarının iletişimleri ölçüsünde yaygınlaşmıştır. Köroğlu destanı XVI. yüzyılda Anadolu'da teşekkül etmiş ve hemen hemen bütün Türk dünyası tarafından benimsenmiş ve çeşitlenerek yaşatılmaktadır.
İslâmiyetin Kabulünden Sonraki Türk Destanları Karahanlı hükümdarı Satuk Buğra Han X. yüzyılda islâmiyeti resmen devlet dini olarak kabul etmiştir. islâmiyetten sonra ilk teşekkül eden destan da bu hükümdarın islâmiyeti kabul ve yaymak için yaptığı mücadelelerin efsanelerle zenginleştirilerek anlatımıyla doğmuştur. Bu destanın bir elyazmasında bulunan metni kısaca şöyle özetlenebilir :

Satuk Buğra Han Destanı
Hz. Muhammed kanatlı atı Burak'ın sırtında göklere yükseldiği "Mirâc Gecesinde" gök katlarında kendinden önceki peygamberleri görür. Bunlar arasında birini tanıyamaz ve Cebrail'e bunun kim olduğunu sorar.
Cebrail :
" Bu peygamber değildir. Bu sizin ölümünüzden üç asır sonra dünyaya inecek olan bir ruhtur. Türkistan'da sizin dininizi yayacak olan bu ruh " Abdülkerim Satuk Buğra Han" adını alacaktır." Hz. Muhammed yeryüzüne döndükten sonra hergün islâmiyeti Türk ülkesine yayacak olan bu insan için dua etti. Hz. Muhammed'in arkadaşları da bu ruhu görmek istediler. Hz. Muhammed dua etti. Başlarında Türk başlıkları bulunan silâhlı, kırk atlı göründü. Satuk Buğra Han ve arkadaşları selâm verip uzaklaştılar. Bu olaydan üç asır sonra Satuk Buğra Han, Kaşgar Sultanının oğlu olarak dünyaya geldi. Satuk Buğra Hanın doğduğu gün yer sarsılmış, mevsim kış olduğu halde bahçeler , çayırlar çiçeklerle örtülmüştü. Falcılar bu çocuğun büyüyünce müslüman olacağını söyleyerek öldürülmesini isterler. Satuk Buğra Hanı, annesi : " Müslüman olduğu zaman öldürürsünüz." diyerek ölümden kurtarır.
Satuk Buğra Han ı2 yaşında arkadaşlarıyla birlikte ava çıkmağa başlar. Avda oldukları günlerden birinde kaçan bir tavşanın arkasından hızla koşarken arkadaşlarından uzaklaşır. Kaçan tavşan durur ve bir ihtiyar insan görünümü kazanır.Satuk Buğra Han'ın sonradan Hızır olduğunu anladığı bu yaşlı kişi ona müslüman olmasını öğütler ve islâmiyeti anlatır. Satuk Buğra, Kaşgar hükümdarı olan amcasından islâmiyeti kabul etmesini ister. Kaşgar Hanı, müslüman olmayacağını söyler. Satuk Buğra Han'ın işaretiyle yer yarılır ve hükümdar toprağa gömülür. Satuk Buğra Han hükümdar olur ve bütün Türk ülkeleri onun idaresinde islâmiyeti kabul ederler. Satuk Buğra Han, ömrünü müslümanlığı yaymak için mücadele ile geçirmiştir. Menkabelere göre Satuk Buğra Han'ın düşmana uzatıldığında kırk adım uzayan bir kılıcı varmış ve savaşırken etrafına ateşler saçıyormuş. 96 yaşında Tanrıdan davet almış bu sebeble Kaşgar'a dönmüş ve hastalanarak burada ölmüştür.

Manas Destanı
Kırgız Türkleri arasında doğan Manas destanı Kazak-Kırgız Türk kültür dâiresi içinde bugün de bütün canlılığı ile yaşamaktadır. Bu destanın XI ile XII. yüzyıllarda meydana geldiği düşünülmektedir. Destanın kahramanı Manas da, Oğuz Kağan destanının islâmî rivayetindeki ve Satuk Buğra Han gibi islâmiyeti yaymak için mücadele eden bir kahramandır. Böyle olmakla beraber Manas destanında islâmiyet öncesi Türk kültür , inanç ve kabullerinin tamamını görmek mümkündür. Bazı varyantları 4oo.ooo mısra olan Manas destanı Türk-Bozkır medeniyetinin Kazak -Kırgız dâiresinin kültür belgeseli niteliğindedir.

Cengiz-nâme
Ortaasya'da yaşayan Türk boyları arasında XIII. yüzyılda doğup gelişmiştir. Cengiznâme Moğol hükümdarı Cengiz'in hayatı, kişiliği ve fetihleri ile ilgili olarak Cengiz'in oğulları tarafından idare edilen Türkler tarafından meydana getirilmiştir. Orta Asya'da yaşayan Türkler özellikle de Başkurd, Kazak ve Kırgız Türkleri, Cengiz destanını çok severek günümüze kadar yaşatmışlardır. Cengiz-nâme'de, Cengiz bir Türk kahramanı olarak kabul edilmekte ve hikâye Türk tarihi gibi anlatılmaktadır. Cengiz, Uygur Türeyiş destanının kahramanları gibi gün ışığı ile Kurt-Tanrı'nın çocuğu olarak doğar. Cengiz-nâme, Moğol Hanlarının destanî tarihi olarak kabul edildiğinden tarih araştırıcılarının da dikkatini çekmiştir. XVII. yüzyılda Orta Asya Türkçesinin değerli yazarı Ebü'l Gâzi Bahadır Han, "şecere-i Türk" adlı eserinde "Cengiz-Nâme"nin ı7 varyantını tesbit ettiğini söylemektedir. Bu bilgi, bu destanın, Orta Asya'daki Türkler arasındaki yaygınlığını göstermektedir. Orta Asya Türkleri, Cengiz'i islâm kahramanı olarak da görmüşler ve ona kutsallık atfetmişlerdir. Batıdaki Türkler tarafından ise Cengiz hiç sevilmemiştir. Arap tarihçilerinin, bu hükümdarı islâm düşmanı olarak göstermeleri ve tarihî olaylar onun sevilmemesinde etkili olmuştur. Moğolların Anadoluya saldırgan biçimde gelip ortalığı yakıp yıkmaları, Bağdat'ın önce Hülâgu daha sonra Timurlenk tarafından yakılıp yıkılması, Timurlenk'in Yıldırım Beyazıd'la sebebsiz savaşı gibi tarihi gerçekler, Cengiz'in de diğer Moğollar gibi sevilmemesine sebeb olmuştur. Cengiz-Nâme batıda yaşayan Türkler'in hafıza ve gönüllerinde yer almamıştır. "Cengiz-Nâme"nin Orta Asya Türkleri arasında bir diğer adı da " Dâstân-ı Nesl-i Cengiz Han"dır.

Edige
Bu destanda XIII yüzyılda Hazar denizi kıyısında kurulan Altınordu Hanlığının XV. yüzyılda Timurlular tarafından yıkılışı anlatılmaktadır. Destanın adı, Altınordu Hanı ve bu destanın kahramanı Edige Mirza Bahadır'a atfen verilmiştir. Edige Mirza Bahadır'ın devletini ayakta tutabilmek için yaptığı büyük mücadeleler, ölümünden sonra XV. yüzyılda destan haline getirilmiştir. 1820'yılından itibaren yazıya geçirilen Edige destanının Kazak-Kırgız, Kırım, Nogay, Türkmen, Kara Kalpak, Başkırt olmak üzere altı rivâyeti tesbit edilmiştir Çeşitli Türk guruplar arasında Alp Er Tunga ve Oğuz Kağan gibi ilk Türk destanlarının izlerini taşıyan Türk kahramanlık dtünya görüşünü temsil eden burada bahsi geçenler kadar yaygınlaşmamış ortak edebiyat geleneği içinde yer almamış pek çok başka destan örneği bulunmaktadır. Osmanlı sahasında destandan hikâyeye geçişte ara türler olarak da nitelendirilen çok tanınmış ve bir çok Türk topluluklarınca da bilinen Köroğlu örneği yanında daha sınırlı alanlarda tesbit edilen Danişmendname , Battalname gibi ilgi çekici örnekler de bulunmaktadır.


Battal-Nâme

Bu destanın kahramanı Türkler arasında Battal Gâzi adıyla benimsenmiş bir Arap savaşcısıdır. Asıl destan, VIII. yüzyılda, Emevî'lerin hırıstıyanlarla yaptıkları savaşlarda büyük kahramanlıklar göstermiş Abdullah isimli bir kişiyle ilgili olarak doğmuştur. Battal arapça kahraman demektir, Battal Gâzi, Arap kahramanına verilen unvanlardır. Türklerin müslüman olmalarından sonra Battal Gâzi destan tipi Türkleştirilmiş önceki destan epizotlarıyla zenginleştirilmiş ve anlatım geleneği içine alınmıştır. XII ve XIII yüzyıllarda Battal-Nâme adı ile ve nesir biçimi yazıya geçirilmiştir. Hikâyeci âşıkların repertuarlarında da yer almıştır.Seyyid Battal adıyla da anılan bu kahraman hem çok bilgili, çok dindar ve cömertdir. Müslümünlığı yaymak için yaptığı mücadelelerde insanların yanında büyücü, cadı ve dev gibi olağanüstü güçlerle de savaşır. " Aşkar Devzâde" isimli atı da kendisi gibi kahramandır. Arap, Fars ve Türklerin X-XX. yüzyıllar arasında oluşturdukları ortak islâm kültür dâiresinin ürünlerinden biri olmakla beraber Orta Asya'da yaşayan Türk guruplar arasına da yayılarak Türk kabul ve değerleriyle kaynaşmıştır.
Dânişmendnâme
Anadolunun fethini ve bu mücadelenin kahramanlarını anlatan, X11. yüzyılda sözlü olarak şekillenen X111. yüzyılda yazıya geçirilen islâmî Türk destanlarındandır. Danişmendnâme'de hikâye edilen olayların tarihi gerçeklere uygunluğu, kahramanlarının yaşamış Türk beyleri olmalarından, Anadolu coğrafyasının gerçek isimleriyle anılmasından dolayı uzun süre tarih kitabı olarak nitelendirilmiştir. Köroğlu metni destan adıyla anılmakla ve bazı destanî niteliklere de sahib olmakla birlikte XX. yüzyılda Anadolu'dan derlenen örnekleri daha çok halk hikâyesi geleneğine yakındır. Anadolu'da hikâyeci âşıklar tarafından 24 kol halinde anlatılan hikâyesinin özeti kısaca şöyledir :
Köroğlu Destanı
Bolu beyi, güvendiği seyislerinden biri olan Yusuf'a : " Çok hünerli ve değerli bir at bul ." emrini verir. Seyis Yusuf, uzun süre Bolu beyinin isteğine uygun bir at arar. Büyüdüklerinde istenen niteliklere sahip olacağına inandığı iki tay bulur ve bunları satın alır. Bolu beyi bu zayıf tayları görünce çok kızar ve seyis Yusuf'un gözlerine mil çekilmesini emreder. Gözleri kör edilen ve işinden kovulan Yusuf, sıska taylarla birlikte evine döner. Oğlu Ruşen Ali'ye verdiği talimatlarla tayları büyütür. Babası kör olduğu için Köroğlu takma adıyla anılan Ruşen Ali, babasının isteğine göre atları yetiştirir. Taylardan biri olağanüstü bir at haline gelir ve Kırat adı verilir. Kırat da destan kahramanı Köroğlu kadar ünlenir. Seyis Yusuf, Bolu beyinden intikam almak için gözlerini açacak ve onu güçlü kılacak üç sihirli köpüğü içmek üzere oğlu ile birlikte pınara gider. Ancak, Köroğlu babasına getirmesi gereken bu köpükleri kendisi içer, yiğitlik, şâirlik ve sonsuz güç kazanır. Babası kaderine rıza gösterir ancak oğluna mutlaka intikamını almasını söyler. Köroğlu Çamlıbel'e yerleşir, çevresine yiğitler toplar ve babasının intikamını alır. Hayatını yoksul ve çaresizlere yardım ederek geçirir. Halk inancına göre silâh icat edilince mertlik bozuldu demiş kırklara karışmıştır. Çeşitli dönemlere ve farklı siyâsî birlikler sahip Türk gurubları arasında tesbit edilen Türk destanlarının kısaca tanıtımı ve özeti bu kadardır. Bu destan metinleri incelendiğinde hepsinde ilk Türk destanı Oğuz Kağan destanının izleri bulunduğu görülür. Bu destan parçaları Türk dünyasının ortak tarihî dönem hatıralarını aksettiren ilk edebî ürünler olarak da önem ve değer taşırlar. Bir gün bu parçalardan hareketle Fin destanı Kalavala gibi değerli mükemmel bir Türk destanını yazılabilirse çeşitli kaynaklarda dağınık olarak bulunan malzeme daha anlamlı hale gelebilir kanaatindeyim.

Ziberkan
 
DESTANLAR


Milletlerin, tarihi açık-seçik bilinmeyen devrelerindeki hayatlarını yakından ilgilendiren ve daha sonraki yaşayışları üzerinde de izler bırakan savaşları, za- fer ve mağlubiyetleri, göçleri, kıtlık ve daha başka felâketleri ya da mutlulukları din, fazilet ve millî kahramanlık maceraları şeklinde anlatan manzum hikâye- lerdir.


Destanlar, efsanevî devirlerden sonraki zamanlarda doğarlar ve pek çok mitolo- jik unsurları ihtiva ederler.


Destanlar, insanın meydana getirdiği ilk sanat eserleri arasında yer alır. Ancak destanlar ferdî eserler değildir. Konularını ve o konu etrafındaki kahramanları- nı, hatta kahramanların maceralarını milletin ortak hayali yaratır. Bu sebeple
200 beyitlik bir destan, yıllar sonra karşımıza 2000 beyitlik bir destan olarak çıkabilir. Destanlarda beyit sayısı eksilmez daima artar. Bu da destanların halk arasında gördüğü ilgiyle doğrudan orantılıdır. Çünkü, halk sevdiği kahramana hayalinde yaşattığı pek çok özellikleri de yakıştırır. Destanlar hem tarihî, hem de psikolojik özellikler taşırlar. Tarihi vesika olarak destanları kullanmak isti- yorsak, destanlardaki ilâveleri gerçek olaylardan çok iyi bir şekilde ayırmalıyız.


Destanlar, sözlü olarak dilden dile geçer. Zaman içinde değişikliklere de uğrar- lar. Bu destanlar toplanıncaya ve yazıya geçirilinceye kadar uzun bir “oluş dev- resi” geçirirler. Nihayet bir şair çıkıp sözlü ve parça parça olan bu halk ürünle- rini toplar, bir araya getirir, özel üslûbuyla işler, ona edebî kimliğini kazandırır. Böylece bir “millî destan” doğmuş olur.


5.1. MİLLÎ DESTAN



You must be registered for see images

Eski Yunanlılar (Gılgameş, Odessa, İlyada), İranlılar (Şehnâme), Hindliler (Ramayana, Mahabarata), Finliler (Kalavela), Cermenler (Niebelungen), Ruslar (İgor), Fransızlar (Chansons de Geste) gibi milletlerin tarihî kahramanlarından bahseden ve doğrudan doğruya o milletin sinesinden fışkırmış millî destanları vardır. Bütün bu destanlar, millet tarafından oluşturulmuş, sadece kişiler tara- fından kaleme alınmıştır. Millî destanda başlıca şu özellikler bulunmalıdır:





a) Ortaya koyanı millet yani toplum olmalıdır. Destan, bir ferdin, bir sanatkarın değil milletin ortak dehasının ürünüdür. Ortaya koyucusu ortak deha olduğu gibi, değerlendirilmesi de ortak zevkin süzgecinden geçmiş- tir.
b) Konusu millet hayatı olmalıdır. Bu bakımdan destan, millî kültür değer- lerinin bir hazinesi, millî ve sosyal hayatın ayrıntılı bir tablosu demektir.
c) Büyük bir kahramanlık menkıbesi olmalıdır. Millî destanlar genellikle kahramanlık duygularının çok yüksek insanî özellikler olarak işlendikleri destanlardır.
d) Yüksek bir coşkunluk ifadesi taşımalıdır. Bu gibi destanlarda coşkun bir hava ve yüksek perdeden söyleyiş insanı sürükleyip götürür.
e) Eserde tabiat unsuru da ön plândadır. Bu tabiat durgun ve sakin değil, tıpkı kahramanları gibi canlı ve aktif, hayata ve olaylara, hikâyeye adeta katılan bir tabiattır.
f) Tabiatın tamamlayıcısı olarak da hayvanlar büyük bir yer işgâl etmekte- dir. Öyle ki, kahramanların ağlaması, bağırması ve bir çok hareketleri hayvanlara benzetilerek bir meziyetmiş gibi aynı kelimelerde birleştirilir.
g) İçinde hızlı bir hayat tarzı hüküm sürmektedir. Zaman zaman bir tek cümle veya deyişle zamanların aşıldığını ve yılların üzerinden uçularak geçildiği görülür.
h) Tarihle ilgi vardır. Destan tarih değildir, ancak tarihe de tamamen kayıt- sız değildir. Destan tarihten doğar ve tarihî bir olaya dayanır. Destan, ta- rihî olayların millet hayatında bıraktığı şiirleşmiş, sanat eseri haline gelmiş şeklidir de denilebilir. Destanların en önemli tarafı, tarihî olmala- rından çok, milletin ortak vicdanından doğmuş olmalarıdır.
i) Bir coğrafya vardır. Tarihe dayanma özelliğinin yanı sıra bir de tarihî coğrafya vardır.
j) Uzun, büyük ve manzum eserlerdir. Fakat beyit sayısı sabit değildir. Ar- tar, eksilmez.
k) Bir kahraman etrafında olaylar gelişir. Bu kahraman konuşulduğu, ta- nındığı çevrelerin şartlarını da şahsında barındırabilen bir kahraman- dır.Mükemmel denilebilecek bir dil özelliğine sahiptir. Destan dili, bağlı olduğu dilin en güzel örneğini teşkil eder. Bu dil, yüzyıllarca milletin ağ- zında süzüle süzüle adeta atasözleri ve vecizeler dizisi haline gelmiş bir dildir. Destan, dili bakımından mukaddes kitapların dilini andırır.


Destanların oluşmasında çekirdek, gelişme ve tespit olmak üzere üç aşama var- dır. Milletin ilk zamanlarında onu toptan sarsan bir tarihî olay üzerine destan çekirdeği oluşur; sonra bu çekirdek uzun zaman bir destan devri yaşayan o mil- let tarafından yeni olaylarla geliştirilir; son olarak da bu gelişme tamamlandık- tan sonra, fakat erimeden, canlı iken yazılı devreye geçilerek bir sanatkârın onu tespit etmesi gerekir.



Destanlarda başlıca şu iki unsur yer alır:


a) Destanlar, tarihî bir temel olaya dayanır. Bu olay tek ve derli toplu, ilgi uyandırıcı kahramanlık göstermeye müsait ve olağanüstü özelliklere sa- hiptir. Bir bütün olarak değil, bir takım bölümler halinde anlatılır.
b) Olay içinde genel ilgiyi üzerinde toplayan belli başlı bir tarihî şahıs var- dır. Bu şahıs, destanı yaratan ırkın kahramanlık, sadakat, merhamet, vb. gibi bütün üstün meziyetlerini şahsında toplar. Yaptığı büyük ve önemli işlerle milletin takdirini kazanır. O daima örnek insandır. Etrafındaki her şeye ve herkese hakimdir.


Destanlarda ikinci derecedeki şahıslar da önemlidir. Bunların her biri iyi veya kötü, ayrı bir davranış şeklinin (aşk, merhamet, kıskançlık, gayret, ihtiras, al- çaklık, vs.) temsilcisidirler. Tanrılar, tanrıçalar, yarı tanrılar gibi, gerçek kişile- rin kaderlerini tayin eden mitolojik varlıklar da destanlarda yer alır.
Destanlar, meydana geldikleri tarihte, ait oldukları milletin ortak ülküsünü be- lirtirler. Bu özelliklerinden dolayı, millet hayatında önemli yer tutarlar. Ayrıca milletin kendilerine güven duymalarını sağlar ve yeni nesillerde millî şuurun gelişmesinde yardımcı olurlar. Tarihî veya sosyal bir sebeple uzaklaşılan millî benliğe yeniden dönüşü kolaylaştırırlar.


İki türlü destan vardır:


a) Tabiî Destan; yukarıdan beri özellikleri anlatılan destanlar bu türe girerler.
b) Sun’i Destan; yeni ve yakınçağlarda cereyan etmiş herhangi bir önem- li tarihi olayın, bir şair tarafından tabiî destan kaidelerine uygun olarak kaleme alınması ile meydana gelen destanlardır.


Dünyada medeniyetler kurmuş pek çok milletin, kendine has orijinal destanları vardır. Bunlardan en eskisi, M.Ö. 1800 yıllarında yazıldığı tahmin edilen “Gılgameş Destanı” dır. Eski Babilce yazılmış olan bu destan, 3000 mısradır ve Gılgameş ile arkadaşı “Engidu”nun ölmezliği arayışlarını dile getirir. Uruk şeh- rinden çok uzaklardaki katran ağacını aramaya giden iki arkadaş, dağların ve ormanların bekçisi “Humumba” ile karşılaşır ve savaşarak onu öldürürler.


Anadolu’ya ait bir diğer destan, Hititler devrine ait Hititce yazılmış “Kumarbi Efsanesi”dir. Anadolu efsanelerinden bazılarını eski Yunanlılar’da da görürüz. Eski Yunanlılar’ın sözlü geleneklere dayanan destanlarını, M.Ö. 850 yıllarında “İlyada” ve “Odessa” adı altında sanatkarâne bir şekilde “Homeros” kaleme al- mıştır. Hintliler’in “Mahabarata” ve “Ramayana” destanlarının kahramanları da insan ve hayvan şekline girmiş tanrılardır. Hint destanlarında din ağır ba- sar.


Batılı milletler, 10-13. yüzyıllar arasında millî şahsiyet haline gelirlerken, des- tanlar da ortaya koymuşlardır. Fransızlar’ın “Chansonse de Geste”leri, 11-12. yüzyıllar arasında ortaya çıkmıştır. Almanlar’ın “Niebelungen” ve Finliler’in



“Kalavela Destanları” 13. yüzyıla aittir. Ruslar’ın da “İgor” adlı bir prensin “Kuçak” adlı bir Hunlu ile savaşını anlatan bir destanları vardır. Firdevsî de, Türkler arasında pek meşhur olan “Şehnâme” sinde İranlılar’ın İslâmiyet önce- si kahramanlık ve mitolojilerini anlatmıştır.


5.2. TÜRK DESTANLARI


Eski Türk Destanları’nın bugün elimizde bulunan parçaları çeşitli kaynaklardan derlenmiştir. Bu kaynakların en önemlileri, eski Çin yıllıklarıdır. Arap, İran tarihi ve edebiyatına ait el yazması eserlerde, Bizans tarihleri gibi bazı kaynak- larda da Türk destan parçaları yer alır. Destanlarımızın diğer mühim bir kısmı da bizzat Türk aydın ve yazarları tarafından tarihin çeşitli devirlerinde türlü sebeplerle, çeşitli dil ve yazılarla yazılı edebiyata geçirilmiştir.


Bu destanlardan bazıları Çin, İran, hatta Türk yazmalarına, Türk milletinin ta- rihi sanılarak alınmıştır.


Türk destanlarından çoğu, yazılı edebiyata, oluştukları tarihten çok sonra geç- miştir. Ancak destanlar, halk dilinde asırlarca yaşadıktan sonra yazıya geçiril- mişlerdir. Bu zaman içinde destanlar Türklerin duygu , düşünce, görgü, hayâl ve hatıralarıyla zenginleşir. Tarihin ister istemez birbirine benzeyen nice kah- ramanları ve kahramanlık olayları, bu destanlarda birbiriyle kaynaşmış ve tarih içinde Türk fazilet ve kahramanlığını özetleyen birer örnek olmuştur.

Aslında, bir destanın doğduğu zamanla yazıya geçirildiği zaman arasındaki me- safe ne kadar olursa olsun, destan meydana geldiği çağın ürünüdür. Yani des- tanları kaleme alındığı veya dinlendiği çağlarda değil, ortaya çıktığı çağların şartlarında düşünmek zorundayız. Çünkü, destanların temel olayları doğdukla- rı devre aittir. Aradan geçen asırlar, bu ana olayları ya halk dilinde yaşayan eski destan ve efsane miraslarıyla süsler veya az çok değiştirip zenginleştirir. Fakat destanlardaki ana olaylar daima korunur. Türk destanları genellikle Türk tari- hinin ilk devirlerini hikâye eden eserlerdir.


Türk Destanları iki bölümde incelenebilir:


5.2.1. İSLÂMİYETTEN ÖNCEKİ TÜRK DESTANLARI:


Bu destanlar, Saka, Hun, Şu, Göktürk ve Uygur devirleri ile ilgili destanlardır. Alp Er Tonga ve Şu devreleri hakkında bilgimiz yok denecek kadar az olmasına rağmen Hun, Göktürk, Uygur devreleri hakkında sağlam tarihî bilgilerimiz ol- duğundan, bu devrelerin destanlarını tarihî gerçekler ile karşılaştırma imkânı- na sahibiz.



5.2.1.1. YARATILIŞ DESTANI:


Türklerin, dünyanın yaratılışı hakkındaki duygu ve düşüncelerini, bu konudaki görüş ve inançlarını anlatan bir destandır. En doğru ve eksiksiz metni, Prof. W. Radloff tarafından tespit edilmiştir.


“Daha yer ve gök yaratılmadan evvel, her şey sudan ibaretti. Ne toprak, ne se- ma, ne güneş, ne de ay vardı. Bütün tanrıların en büyüğü, her mevcudun baş- langıcı ve âdem oğlunun ceddi “Tanrı Karahan” evvelâ kendisine benzer bir mahlûk yarattı ve ismine “kişi” dedi. “Karahan” ve “kişi” iki siyah kaz gibi ra- hatça su üzerinde uçuyorlardı. Fakat kişi bu mesud sükûnetten memnun değil- di. O, “Karahan”dan daha yükseğe uçmak istiyordu. Bu küstahlığı sebebiyle uçmak için lâzım olan kuvveti kaybederek, derin ve sonsuz suya yuvarlandı. Tehlike içinde hemen boğulacak bir halde Tanrı Karahan’dan imdad diledi. Karahan, Kişi’ye derinlikten yükselmesini emretti. Kişi yükseldi. Bunun üzerine kişi’nin üstüne oturarak batmaktan kurtulması için denizden bir yıldız yükselt- ti. Kişi artık uçmağa muvaffak olamadığından, “Karahan” arzı yaratmak tasav- vurunda bulundu. “Kişi”ye suyun dibine dalarak dipden toprak çıkarmasını emretti ve çıkan toprağı su yüzüne serpti. “Kişi” toprağı sudan çıkarınca onun bir kısmını kendisine gizli bir arz yapmak için ağzına sakladı. Fakat yukarı çı- kınca ağzındaki toprak o kadar şişti ki, eğer “Tanrı Karahan” tükürmesini em- retmeseydi, artık nefes alamayarak boğulacaktı. Karahan’ın yarattığı dünya dümdüz bir sahadan ibâretti; lâkin “Kişi”nin ağzından çıkan toprak her tarafa fırlayarak bütün arzı bataklık, tepeciklerle örttü. Bunun üzerine çok hiddetle- nen “Karahan”, bu itaatsiz “Kişi”ye “Arluk” lâkabını verdi ve onu “Nur ve Ziyâ” dairesinden kovdu, ondan sonra arzda yerleşebilecek başka adamlar yarattı. Dokuz dallı bir ağacı yerden bitirerek her bir dalın altında bir adam yarattı ki, bunlar, dünyadaki dokuz insan cinsinin cedleridir.


“Arlık” arzın bu yeni sâkinlerinin o kadar güzel ve iyi olduklarını görünce, onla- rı kendisine vermesini “Tanrı Karahan”dan istedi. “Karahan” razı olmadı, lâkin “Arlık” onları fenalığa sevkederek zorla kendisine çekmeyi biliyordu. “Karahan” “Arlık”ın bu aldatışlarına kolayca kapılan bu ahmaklara çok kızdığından bun- dan böyle insanoğlu’nu kendi haline terk etmeğe karar verdi. “Arlık”ı yeniden lânetleyerek yeraltı karanlık âleminin üçüncü tabakasına kovdu, kendisi için de semânın onyedinci tabakasını bütün sâkinleriyle birlikte yarattı ve böylece semânın en yüksek tabakasını ikâmetgâh olarak seçti. Kendi başlarına kalan insanlara hâmî ve muallim olarak, büyük “May-tere”yi geri gönderdi. “Arlık” güzel semâyı görünce o da kendisi için bir semâ yaratmağa karar verdi ve bu maksatla “Karahan”ın müsâdesini aldıktan sonra, kendi teb’asını -yani aldattığı fena ruhları- orada iskân etti. Fakat bu fena ruhlar, Karahan’ın yarattığı arzdaki insanlardan çok iyi yaşıyorlardı. Bu hal “Karahan”ın canını sıktı. “Arlık”ın semâsını yıkmak için kahraman “Mandişire”yi gönderdi. O’nun kuvvetli mızrak darbeleri altında, gök inlediği zaman, “Arlık”ın semâsı parça parça yarılarak toprağa düştü, o zamana kadar düz olan arz, düşen yıkıntılar sebepiyle bozula- rak, büyük dağlar, derin boğazlar, balta girmez ormanlar vücûde geldi. “Karahan” “Arlık”ı arzın en derin tabakasına sürdü ki, orada ne güneş, ne ay, ne de yıldız ziyâsı vardı. “Karahan” ona, dünyanın sonuna kadar orada oturmasını
emretti.”


Görüldüğü gibi gerek bu üstûrede, gerekse bu üstûrenin muhtelif şekillerinde ara sıra, İslâmiyetin ve daha ziyâde “Budizm”in tesirlerine rastlanır. Meselâ; yukarıdaki üstûrede “Mandişire” ve “May-tere” adlarında “Budizm” tesirleri açıktır. İşte bu üstûreye göre halen “Tanrı Karahan” on yedinci kat gökte yaşa- makta ve oradan kâinatı idare etmektedir.


Ondan sonra sırasıyla üç büyük ulûhiyet (Allahlık sıfatı, Tanrılık vasfı) daha vardır ki, bunlardan “Bay Ülgûn” (Bay-Ülgen) on altıncı katta Altın Dağ’da altın bir taht üzerinde oturur. Yedinci katta “Gün Ana” yâni “güneş”, altıncı katta “Ay Ata” vardır.


İşte daha bir çok tafsilâtı olan bu kozmogoni “Geneolojik” yani “Sülâlenâme” şeklinde ve “Menkıbevî-Tarihî” bir mahiyette olan Türk Destanı’ nın bir nevi başlangıcıdır.


5.2.1.2. ALP ER TONGA (AFRÂSYÂB) DESTANI:


Türk tarihinin ilk destanıdır. Kahramanı Alp Er Tonga isimli büyük bir Türk ve Turan hükümdarıdır. Alp Er Tonga, M.Ö. 7. yüzyıldaki Türk-İran Savaşları’nda ün kazanmış, İran ordularını defalarca mağlup etmiş, sonunda İran hükümdarı Keyhüsrev tarafından hile ile öldürülmüştür. Onun ölümünden sonra da Saka Devleti eski büyüklüğünü kaybetmiştir.


Bu kahraman hakkında Türkler arasında söylenen destanlar, zamanımıza kadar ulaşmamış olmakla birlikte, daha sonra devlet kurmuş Türk ailelerinin Alp Er Tonga’yı en eski ataları diye tanıdıklarını gösteren tarih kayıtları vardır.


Alp Er Tonga hakkında en önemli kaynak İran Destanı “Şehnâme”dir. Alp Er Tonga’nın bu İran destanındaki adı, “Afrasyâb” dır. Bu esere göre, İran-Turan Savaşları boyunca en büyük Tûran kahramanı önce şehzâde, sonra hükümdar olarak anlatılan Afrâsyâb’dır. M.S. 11. yüzyılda Divânü Lügati’t-Türk adlı ese- rinde Kaşgarlı Mahmud da bu büyük Saka hükümdarını her fırsatta anar.


Yine Kaşgarlı Mahmud, Alp Er Tonga’nın ölümü hakkında söylenmiş bir “Sa- gu”(=Mersiye)yu da eserine almıştır. Bu “Sagu”nun Alp Er Tonga Destanı’nın son bölümüne ait bir parça olması da mümkündür. Alp Er Tonga’nın adının Afrâsyâb olduğu Kutadgu Bilig’de de kayıtlıdır.


“Tûran şehzâdesi Afrâsyâb, babasının öğüdüyle, İran üzerine yürüdü. İki ordu Dihistan’da karşılaştılar. Boyu servi gibi göğsü ve kolları arslan gibi ve fil kadar kuvvetli Afrâsyâb, İranlılar’ı yendi. İran padişahı, Afrâsyâb’ın eline düştü, esir oldu.



İran’ın ilk intikamını, o zaman İran’a bağlı, Kâbil padişahı Zâl aldı. Fakat Zâl’in zaferi Afrâsyâb elindeki İran padişahını kurtaramadı. Şah öldürüldü.


İran tahtına geçen Zev de öldükten sonra Afrâsyâb, İran’ı almak için yeni bir savaş açtı. O tarihte Zâl ihtiyar olduğundan kendi yerine oğlu Rüstem’i yolladı. İran ülkesinin yetiştirdiği en büyük kahraman Zâloğlu Rüstem, Afrâsyâb üzeri- ne yürüdü. Teke tek veya ordu halinde vuruşmalar yapıldı. Bitmez tükenmez savaşlar oldu. Bu savaşları çok defa Rüstem, bazan Afrâsyâb kazanıyordu. Kâh Rüstem orduları Tûran’a giriyor, Çin’e kadar ilerliyor, Tûranlılar’ı nerede bulsa öldürüyorlardı. Bazan Afrâsyâb orduları ile İran’da ilerliyor, ekinleri yakıyor, kıtlık çıkarıyordu.


Bir aralık İran hükümdarı Keykâvûs, hem oğlu Siyâvuş’u hem de Rüstem’i da- rılttı. Siyâvuş, Afrâsyâb’a sığındı; Türk kahramanlarından Pîran’ın kızıyla ev- lendi ve bu izdivaçtan doğan oğluna Keyhüsrev adını koydu. Afrâsyâb, Siyâvuş’a kendi güzel kızı Ferengis’i de verdi.


Afrâsyâb uzun yıllar Tûran’da hüküm sürerken Keyhüsrev de büyüdü ve İranlı- lar tarafından kaçırılıp yurda padişah yapıldı. Keyhüsrev, Zâloğlu Rüstem’le işbirliği yaparak Tûran ordularını yendi. Zamanla büyük hükümdar oldu. Afrâsyâb’la defalarca savaştı. Bu savaşlar umumiyetle Afrâsyâb’ın yenilgisiyle bitti. Sonunda ordusuz ve yalnız kalan Afrâsyâb, kayalık bir dağda bir mağaraya sığınarak, uzun zaman insanlardan ayrı yaşadı. İzi keşfedilince bir suya atılıp kurtulmak istediyse de Keyhüsrev’in adamları tarafından tutulup öldürüldü.”
Alp Er Tonga’nın öldürülmesi üzerine söylenen “Sagu” şöyledir: Alp Er Tonga öldimu
Issız ajun kaldımu
Ödlek öçin aldımu
Emdi yürek yırtılur.


(Yiğit Er Tonga öldümi Fena dünya kaldımı Zaman öcünü aldımı Şimdi yürek parçalanır.)


Ulşıp eren börleyü Yırtın yaka ırlayu Sıkrıp üni yurlayu Sığtap közi örtilür.


(Adamlar tıpkı kurt gibi uluyorlar Seslerinin bütün kuvvetiyle haykırıp Yakalarını yırtarak bağrışıyorlar Gözleri kapanıncaya kadar ağlıyorlar.)



Bardı közim yarukı Aldı özüm konukı Kanda erinç kanıkı Emdi adın udgarur.


(Gözüm ışığı söndü
Bununla birlikte ruhum da gitti
Şimdi o nerelerdedir?
Beni o uykudan uyandırıyor.)


Ödlek yarağ közetti Oğrı tuzak uzattı Begler begin azıttı Kaçsa kalı kurtulur.


(Zaman fırsat gözetti Gizli tuzağını kurdu Beyler beyini azıttı Kaçsa nasıl kurtulur.)


Konglüm için örtedi Yetmiş yaşığ kartadı Keçmiş ödük irtedi Tün kün keçüp irtelür.

(Gönlüm için için yandı Olmuş yaranın başı açıldı Geçen zaman aradı
Felek durmadan onu kovalıyor.)


5.2.1.3. ŞU DESTANI:


Menkıbelere göre “Şu”, M.Ö. 4. yüzyılda yaşamış bir Türk hükümdarıdır. O’nun hayat ve hatırası etrafında söylenen bir menkıbe, Türkler arasında M.S. 11. yüz- yılda yaşamış ve bu asırda Kaşgarlı Mahmud tarafından yazıya geçirilmiştir.


Şu Destanı’nda, Araplar’ın “Zülkarneyn” olarak adlandırdıkları “İskender” ile Türklerin hükümdarı olan “Şu” arasındaki mücadele dile getirilir. “Şu”, İsken- der’in orduları Semerkant’ı geçip de Türk yurduna doğru yöneldiğinde “Balasagun” yakınlarında “Şu Kalesi”nde oturmaktaydı. İskender ile Şu kuvvet- leri arasında bir savaşın olup olmadığı konusu destanda kesinlik kazanmadığı halde, İskender ile Şu’nun daha sonra barıştıkları zikredilir.


“............


Sonra, İskender, Türk Hakanı’yla barıştı. Hatta Uygurlar için şehirler yaptı ve bir zaman kaldıktan sonra geri döndü. O zaman Şu, Balasagun’a gelip şimdi Şu



ismiyle anılan şehri yaptırdı. Oraya öyle tılsım koydu ki, bugün halâ leylekler bu şehre kadar gelir fakat şehri aşıp da daha ileri gitmezler.”


5.2.1.4. OĞUZ KAGAN DESTANI:


Bu destanın esası, Türkler’in hakimiyet ve saltanatını konu alır. Oğuz Han’ın bütün Türk kavimlerini bir araya toplayarak, Türk tarihinin en büyük devletle- rinden birinin kuruluşunu, Türkler’in cihan hakimiyeti duygusunu ve başka milletleri idare etmek için yaratıldığı düşüncesini dile getirir. Bugün elimizdeki parça, hiç şüphesiz çok daha geniş ve zengin bir destandan yapılmış özetten ibarettir.


Oğuz Kagan Destanı’nın M.Ö. 2. yüzyıla ait olduğu sanılmaktadır. Yazıya geçiri- lişi ise ancak M.S. 14. yüzyılda olmuştur. Bu aradaki zaman içinde destan, asır- larca Türk halkı arasında devam edegelmiş ve muhakkak ki bir takım değişik- liklere de uğramıştır. Türkler islâmiyeti kabul ettikten sonra bu destana bazı İslâmî özellikler de girmiştir.


Oğuz Kagan Destanı, Türkler’in asıl büyük destanıdır. Biliyoruz ki, destan fark- lı, efsane farklı şeylerdir. Destandaki tarihî çekirdek efsânede yoktur ya da net değildir. Oğuz Kagan Destanı’nda dikkate değer en başlıca unsur, bildiğimiz Türk efsânelerinde görülen üç temel unsurun; bozkurt, geyik ve ışık’n bir arada olmasıdır.

Oğuz Kagan Destanı 600 yıllık bir gecikmeyle yazıya geçirilmiştir. Dolayısıyla bizim elimizde 600 yıl evveline ait kayıtlar bulunmaktadır. Oğuz Kagan Desta- nı’nın iki varyantı vardır. Biri Uygur Lehçesiyle, diğeri de Farsça yazılmıştır. Farsça varyant, Reşîd-üd Dîn’74 in kitabındadır. Reşîd-üd Dîn bir Moğol devri aydını olduğundan Türkler’e ait olan son derecede renkli bu destanı Moğollar’a mal eder.


Oğuz Kagan Destanı, bütün bir destan hayatının ve efsane geleneğinin alt-üst olmasına sebep olmuştur. Bundan sonra bütün araştırmacılar son 35-40 yıla gelininceye kadar Reşîd-üd Dîn’in bu maledişi yüzünden Türk ve Moğol toplu- luklarını karıştırmış, bazan Moğol’a Türk, Türk’e de Moğol demek gafletine düşmüşlerdir.


You must be registered for see images

Reşîd-üd Dîn müslüman olduğu için, kaleme aldığı Oğuz Kagan Destanı’nda ne kadar müslümanlığa aykırı görüş ve anlayışlar varsa atmış ve kendisi bambaşka görüşler uydurmuştur. Fakat değiştirdiği unsurları belirtmemiş, sanki kendi yazdıkları gerçekmiş havası vermiştir. İşte bu sebeplerle Câmî-üt Tevârîh’de anlatılan Oğuz Kagan Destanı kesinlikle yeterli ve gerçek değildir.




Uygurca Oğuz Kagan Destanı da 14. yüzyılda kaleme alınmıştır. Ne Moğollar, ne de eski Türk anlayışına dair herhangi bir karışıklık yoktur. Bu nüsha man- zum ve ünik (=tek, eşi olmayan) tir. Bu nüsha Paris Bibliyoteque National’de muhafaza edilmektedir. Bu nüshanın baş ve son tarafı eksiktir.


Oğuz Kagan Destanı’nın Uygur lehçesiyle yazılmış nüshası üzerinde geçen asır- dan itibaren çalışanlar çıkmıştır. Bunların başında W. Radloff gelir. Radloff, 1864’den sonra Orta Asya’da Türkler arasında yaşamıştır. 1890 yılında Oğuz Kagan Destanı’nı tıpkı basım olarak basmış, 1891 yılında bunun Almanca ter- cümesini yapmıştır. Bu olay Türkoloji âleminde büyük olay uyandırdı. Rıza Nur konuyu ele aldı ve İskenderiye’de kurduğu bir Türkoloji Dergisi’nde destanı Fransızca olarak neşretti (1928). 1930 yılında da P. Pelliot, Rıza Nur’un yayını- na 1930 yılında bir dergide cevap vererek, Rıza Nur’un kullandığı bazı kelime- lerin yanlışlığını ortaya çıkardı.


Aynı konuda Almanlar’ın çalışması Alman Türkolog Bang ile başlar. Bang tara- fından “Oğuznâme” 1935’de Almanca olarak yayınlandı. Atatürk’ün girişimle- riyle aynı yıl Türkiye’ye getirilen Bang, 33 yaşında iken İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne profesör olarak tayin edildi. Bundan bir sene sonra da Almanca yayının Türkçe çevirisi yapıldı.


Oğuz Kagan Destanı için, Ebûl Gazî Bahadır Hân’ın Şecere-i Türk ve Şecere-i Terâkîme adlı eserleri de büyük ölçüde kaynak durumundadır. Bu eserler hazır- lanırken Reşîd-üd Dîn’in eserinden de yararlanılmış, ancak halk arasında dola- şan rivâyetler de eserde aktarılmıştır. Şecere-i Terakime incelendiğinde de gö- rülebileceği gibi, Oğuz Kagan’ın babası Moğol Hakanı olarak gösterilmekle bir- likte, Oğuz Kagan’ın doğumu ile ilgili kısımda, bu destanın İslâmî varyantı kul- lanılmaktadır. Halbuki Moğol ve İslâm kavramlarının destanlarda bile olsa bir araya gelmesi mümkün değildir.


Yazıcızâde Mehmed Bey’in Selçuknâme’sinde de Oğuz Kagan Destanı geçer. Burada da esas alınan Reşîd-üd Din’in eseridir.


5.2.1.4.1. OĞUZ KAGAN DESTANI’NIN MUHTEVİYATI:


Ay Kagan’ın bir oğlu olur. 40 günden sonra büyüyen bu çocuk (Oğuz Han) des- tanın kahramanıdır. Büyüyüp delikanlı olan Oğuz Han bir gün Tanrıya dua ederken, gökten mavi bir ışık düşer. Bu mavi ışığın içinde çok güzel bir kız var- dır. Oğuz Han bu kızla evlenir ve ondan Gün, Ay, Yıldız adlı üç oğlu olur. Oğuz Han daha sonra bir gölün ortasındaki bir ağaç kovuğunda yaratılan ikinci bir kızla evlenir. Bu kızdan da Gök, Dağ, Deniz adında üç oğlu olur. Bundan sonra Oğuz Han bir ziyafetten sonra dört bir yana elçi ve ferman yollayarak, bütün kavimleri kendi bayrağı altına çağırır. O zamanların iki büyük hakiminden Çin Kaganı, Oğuz’un emirlerini dinler, fakat Urum Kaganı, Oğuz’a tâbi olmaz. Oğuz, Urum üzerine yürür. Ordusu ile Buzdağı eteklerinde çadır kurar.



Burada, Oğuz Han’ın çadırına giren bir ışığın içinden gök tüylü, gök yeleli bir kurt çıkar. Bu kurt Oğuz’a önder olacağını bildirir. Oğuz, İtil Müren, kıyısında Urum Kaganı’nı yener. Kendisine bağlılığını ifade eden Uruz Beyi’nin oğluna “Saklap” (İslav); kaybettiği atını karlı dağdan getiren beye “Karluk”; Çürçet Kaganı yendikten sonra ganimetleri taşımak üzere kağnı yapan becerikli kişiye “Kanğaluğ” adını verir.


Daha bir çok yerlere gider. Kurt’un klavuzluğuyla Sindu (Hint), Şağam (Şam) gibi illeri ülkesine katar. Yaşlanır ve yurduna döner. Veziri Uluğ Türk’ün gör- düğü bir rüya üzerine, büyük oğullarını doğuya, küçük oğullarını batıya gönde- rir. Büyük oğulları dönüşlerinde bir altın yay, küçük oğulları da üç gümüş ok getirirler. Oğuz Kagan kurultay toplayarak ülkesini bunlar (Bozoklar-Üçoklar) arasında bölüştürür. (bak. Oğuz Boyları’nı gösteren tablo.)


5.2.1.4.2. OĞUZ KAGAN ADINDA BİR TÜRK HÜKÜMDARI VAR MIDIR?


Oğuz Han’ın etrafında böyle bir destanın oluşması, araştırmacıları şüphelen- dirmiştir. Oğuz Han gerçekten var mıdır? Yoksa sadece bir destan kahramanı mıdır? Bu sorular araştırmacılar tarafından sürekli sorula gelmiştir. Gerçekte Oğuz adında bir hakan, fatih vardır. Yaşadığı zamana gelince; Türkler’in ne zaman Mezopotamya’ya, Bizans’a ve Mısır’a seferler yaptıkları bellidir. Ve bu mantık yoluyla Oğuz Han’ın yaşadığı ortaya konmaya çalışılmaktadır. Fakat, bu yönlerde fütühat yapan bir çok Türk kumandanı vardır ve aşağı yukarı 130 se- neden beri bu kumandanlardan hangisinin Oğuz Han olduğu tartışılmaktadır.


1850 yılında Çin kaynaklarını Rusça’ya tercüme eden Biçurin adındaki ilim adamı, Çin kaynaklarındaki Türk kahramanlarını ele alırken, Oğuz Han’ın, Bü- yük Hun Hükümdarı Mo-Tun olduğu kararına varır. O zamanlar, yani 1850 yıllarında Göktürk Kitabeleri henüz okunamamıştır. Bu yalnız Çin kaynaklarına dayanılarak verilen bir hükümdür. Mo-tun da gerçekten çok büyük bir hüküm- dardır ama, Oğuz Han mıdır? Burada kesinlik yoktur.


Câmiü’t-tevârih’teki Oğuz Han Destanı’nda Oğuz Han’ın babası Karahan’ın av esnasında öldüğü görülür. Çin kaynaklarında avda öldüğü söylenen Tuman, Mo-tun’un babasıdır. Biçurin buradan yola çıkarak, olayın aynı olay olduğunu belirtir ve Oğuz Han=Mo-tun teorisini ortaya atar. Ondan sonra gelenler bu tezin doğruluğunda birleşirler.


Oysa Câmiü’t-tevârih’deki destan Türk unsurlarından uzaktır. Reşid-üd Din, kendi tarih malzemesini genişletmek için Çin kaynağından yararlanmış, Mo- tun veya Mete isimleri islâmî olmadığı için almamış ve bunları kendi kültürü (islâm kültürü) içinde eritmeye çalışmıştır. Reşid-üd Din’in yaptığı bu iş de Oğuz Han ile Mo-tun’un aynı kişi olduğu yanlışını ortaya çıkarmıştır.



Biçurin’den sonra konuya eğilenlerden bir olan Radloff da, Oğuz Han’ın Mo- tun olduğu tezini kabul etmez ama, o da daha çok kafaları karıştıran bir ismi ortaya atar: Oğuz Han, Bögü Han’dır.


Rus Türkologlar’dan ve büyük oriantalist Barthold ise, Oğuz Han’ın, Moğol Ha- kanı Cengiz Han olabileceğini söyler.


Rahmetli hocam, Prof.Dr. İbrahim Kafesoğlu’na göre ise, Oğuz Han diye bir şahsiyet yoktur. Destan, herhangi bir kahramanın hayatını özetleyen bir eser değil, bir kültür bütününün özetidir. Oğuz Han Destanı’nın her satırı, Türk Kül- türü’nün bir doruğuna ışık tutan açıklamadır.



OĞUZLAR

BOZOKLAR
OĞUZ
KAGAN’IN OĞULLARI

ÜÇOKLAR

KAYI BAYAT ALKA-EVLİ KARA-EVLİ


GÖK HAN


GÜN HAN

BAYINDIR BEÇENE* ÇAVULDUR ÇEPNİ

YAZIR DÖGER DODURGA YAPARLU


AY HAN


DAĞ HAN

SALUR EYMÜR ALAYUNDLU YÜREGİR

AVŞAR* KIZIK BEG-DİLİ KARGIN


YILDIZ HAN


DENİZ HAN

İĞDİR BÜĞDÜZ YIVA*** KINIK

REŞİD’ÜD-DİN’E GÖRE OĞUZ BOYLARI

* Kaşgarlı’da “Afşar” şeklinde geçer.
** Kaşgarlı’da “Beçenek” şeklinde geçer.
*** Kaşgarlı’da “İva” şeklinde geçer.

5.2.1.5. BOZKURT DESTANI:


Bu destan eski Çin kaynaklarında rivâyetler halinde yer alır. Aynı kaynaklarda bu rivâyetleri destekler veya bütünler mahiyette başka bilgiler de vardır. Desta- nın esası, yok olmak felâketine uğrayan Göktürk soyunun yeniden toparlanıp çoğalmasında bir Bozkurt’un oynadığı roldür.
Birbirine konu itibariyle çok benzeyen üç destanın konusu kısaca şöyledir: “Göktürkler, eski Hunlar’ın soylarından gelirler ve onların bir koludurlar. Kendileri ise, A-şi-na adlı bir aileden türemişlerdir. Sonradan çoğalarak, ayrı oymaklar halinde yaşamağa başladılar.


Daha sonra Lin adını taşıyan bir memleket tarafından mağlup edildiler. Mağlu- biyetten sonra Göktürkler, bu memleket tarafından soyca öldürüldüler.


Tamamen öldürülen Göktürkler içinde, yalnızca on yaşında bir çocuk kalmıştı. Lin memleketinin askerleri, çocuğun çok küçük olduğunu görünce, ona acımış- lar ve onu öldürmemişlerdi. Yalnızca çocuğun ayaklarını kesmişler ve bir batak- lık içindeki otlar arasında bırakarak gitmişlerdi.


Bu sırada çocuğun etrafında bir dişi kurt peyda oldu ve ona et vererek çocuğu besledi. Çocuk bu şekilde büyüdükten sonra da, dişi kurtla karı-koca hayatı ya- şamağa başladı. Kurt da çocuktan bu yolla gebe kaldı.


Göktürkler’i mağlup eden ve hepsini kılıçtan geçiren Lin memleketinin kralı, bu çocuğun halâ yaşadığını duydu ve onun da öldürülmesi için askerlerini gönder- di. Çocuğu öldürmek için gelen askerler, kurtla çocuğu yan yana gördüler. As- kerler kurdu öldürmek istediler. Fakat, kurt onları görünce hemen kaçtı ve Kao-ch-’ang (Turfan) memleketinin kuzeyindeki dağa gitti. Bu dağda derin bir mağara vardı. Mağaranın içinde de büyük bir ova bulunuyordu. Ova, baştan başa ot ve çayırlarla kaplı idi. Çevresi de bir kaç yüz milden fazla değildi. Dört yanı çok dik dağlarla çevrili idi. Kurt, kaçarak bu mağaranın içine girdi ve orada on tane çocuk doğurdu.


Zamanla bu on çocuk büyüdüler ve dışarıdan kızlar getirerek, onlarla evlendi- ler. Bu suretle evlendikleri kızlar gebe kaldı ve bunların her birinden de bir soy türedi. İşte Göktürk Devleti’nin kurucularının geldikleri A-şi-na ailesi de bu On-Boy’dan biridir.


Onların oğulları ve torunları çoğaldılar ve yavaş yavaş yüz aile haline geldiler. Bir kaç nesil geçtikten sonra, hep birlikte mağaradan çıktılar. Juan-juan (Moğol kökenli bir topluluk) devletine tabi oldular. Altay (Chin-shan) eteklerinde yer- leştiler. Bundan sonra da Juan-juan devletinin demircileri oldular.”



Bir başka “kurttan türeme” efsanesi de şöyledir:


Türk Kaganının çok akıllı iki kızı vardır. (Bazı kaynaklara göre üç.) Bu kızlar o kadar akıllı ve iyilermiş ki; kagan bu kızların bir insanla değil de ancak bir tan- rıyla evlenebileceğini düşünmektedir. Bu düşüncedeki kagan, kızlarını götür- müş ve bir tepenin üzerine koyar. Burada kızları evlenmek için Tanrıyı bekle- meye başlarlar. Aradan epeyce zaman geçtiği halde, ne Tanrı gelir ne de kızlarla evlenir. Kızlar böyle bekleşirken tepenin etrafında ihtiyar ve erkek bir kurt pey- da olur. Kurt tepenin etrafında dolanıp durur ve bir yere de gitmez. Küçük kız, bu kurdun Tanrı olduğunu düşünür ve ablasının ısrarlarına rağmen gider ve kurtla evlenir. Türkler de bu kızla evlenen kurttan türerler.


Görüldüğü gibi, daha önce anlattığımız efsanede kurt dişiydi. Burada ise erkek- tir. Diğer Göktürk efsanelerinde de kurt dişidir. Öte yandan Türkler “kurt” ta- birini, küçük kurtçuklar için kullanırlardı. (Fındık kurdu, elma kurdu gibi.) Türkler, Çinliler’in dile getirdiği anlamdaki vahşi hayvan olan kurta “böri” der- lerdi. Çinliler’in buna rağmen neden Türkler’i “kurt”tan türetmeye çalıştığı üze- rinde düşünülmeye değer.


5.2.1.6. ERGENEKON DESTANI:


Bozkurt Destanı’nın daha zengin bir şeklidir. Destana göre Ergenekon, Türk- ler’in yüzyıllarca çift sürerek, avlanarak, maden işleyerek yaşayıp çoğaldıkları, etrafı aşılmaz dağlarla çevrili, kutsal bir toprağın adıdır. Ergenekon, Moğol- ca’da “geçilmesi güç dağ” anlamına gelmektedir.


Bu destanı ilk olarak 13. yüzyıl Moğol tarihçisi Reşîd-üd Din “Câmiü’t-tevârih” adlı Farsça eserine almıştır. Yazar, destanı halk arasındaki rivâyetlerden topla- dığını söyler. Bu destanı, 17. yüzyılda Ebu’l-Gazi Bahadır Han’ın “Şecere-i Türk” eserinde Türkçe’ye çevirdiğini görüyoruz.


Ergenekon’dan çıkış günü bir rivâyete göre, 21 Mart günüdür. Bugün, aynı za- manda güneşin balık burcundan, koç burcuna geçtiği ve gündüz ile gecenin eşit olduğu gündür. İşte bu gün “Nevrûz Bayramı” olarak kutlanan gündür. Türkler, demirden bir dağı eriterek Ergenekon’dan çıkışlarının anısına, örs üzerinde kızgın demir döğerek bu günü kutlamaktaydılar. Bugün de demirci için örs kut- saldır. Örsün üzerine oturulmaz, basılmaz.


Ergenekon Destanı’nda, Bozkurt Destanı’na ilâve olarak, nüfus artışı yüzünden Ergenekon adını verdikleri yurtlarına sığamayan ve buradan çıkış yolu arayan Türkler’in yakında bulunan bir demir dağı eriterek Ergenekon’dan çıkmaları ve Ergenekon’dan çıkışlarından sonra ne yana gideceğini bilemeyen Türkler’e bir Bozkurt’un yol göstermesi temaları yer alır.


Türkler’de kutsal dağ ve kutsal mağara anlayışı hakimdi. Ergenekon da büyük bir mağaradan başka bir yer değildir. Çin kaynaklarından Hunlar’a ait bir kutsal mağara olduğunu, Türk Kaganı bu kutsal mağarayı ziyaret ediyor ve önün- de yapılan dinî töreni bizzat idare ediyordu.


Bir başka destan kahramanı Basat, Türk halkının büyük düşmanı Tepegöz’ü bir dağın tepesinde yaşadığı mağarasında öldürür ve bu zaferini, dağın başında büyük bir ateş yakarak halkına duyurur. Kürtlerin kahraman olarak kabul ettiği Demirci Kawa’nın da Kürt halkının büyük düşmanı Dohak (veya Dohuk)’ı bir dağın tepesinde ve Dohak’ın yaşadığı mağarada öldürdüğünü ve onun da bu haberi dağda ateş yakarak duyurduğunu biliyoruz. Buradaki benzerlik de çok dikkat çekicidir.

5.2.1.7. DOKUZ OĞUZ-ON UYGUR DESTANI:


Türkler’in İslâmiyeti kabulünden önceki son Türk imparatorluğu Uygur Devle- ti’dir. M.Ö. 8. yüzyıla kadar Oğuz boylarıyla birlikte Moğolistan’ın kuzeyinde yaşayan On Uygurlar, 8. asır ortalarında yine Dokuz Oğuzlar’la birlikte Gök- türkler’in Türk illerindeki yaygın hakimiyetlerine son vererek, Uygur Devleti’ni kurdular. Yeni devlet kısa zamanda geniş ülkelere yayıldı. Kültür, sanat ve me- deniyet bakımından Orta Asya Tarihi en parlak devrini yaşadı.


840 yılında Uygur ilinde büyük bir kıtlık oldu. Ahali isyan etti. Özellikle Kırgız isyanının sertliği yüzünden perişan olan Uygurlar, ikiye bölündüler. Bir kısmı Çin hakimiyetini kabul ederek Kansu çevresinde kaldılar.


Diğer ve daha büyük bir kısım Uygurlar, güney-batıya doğru göçtüler. Doğu Tiyanşan’da Beş-Balıg ve Koçu şehirlerine yerleştiler. Esasen kendilerine bağlı bu ülkede yeni şehirler kurdular. Burada yüz yıl kadar, medenî bir ömür sür- dükten sonra, hakimiyetlerini 940 yılllarında müslüman bir Türk devleti olan Karahanlı ailesine bıraktılar.


Bugün elimizde bulunan Uygur Destanları tarihteki maceralarıyla birlikte, ken- di türeyişlerine dair inançlarını da birlikte verirler. Tanrı soyundan gelen Uygurlar’ın yurdu fena idare eden hakanlar yüzünden uğradıkları sarsıntıları nak- leder.

Bu destanlar, yurtta millî birliği sağlayan tılsımlar bozulunca nasıl ızdırap çek- tiklerini, nihayet kendilerine yiyecek vermeyen bu yurdu bırakarak nasıl batıya doğru göç ettiklerini bize anlatır. Böylelikle Uygur Destanı, biri Türeyiş Efsane- si öteki de Göç Destanı denilen iki bölümde toplanır.


Şimdi, tarihçi Cüveynî’( Alâaddin Atâ Melik Cüveynî, Moğol tarihçi olup Tarih-i Cihângüşâ adlı eseri vardır. Bu eser, 1912,1915 ve 1937 yıllarında üç cilt olarak yayınlanmıştır.) den Göç Destanı’nı özetlemeye çalışalım:


“Uygurlar’ın kutsal belledikleri bir kaya parçaları vardır. Uygurlar gayet huzur- lu ve refah içinde yaşamaktadırlar ve bunu sağlayan da Karakurum Bölgesi’nin güneyine düşen sıradağlar üzerinde doruk olan bir kaya parçasıdır.



Günün birinde bir Uygur prensi, Çinli prensesle evlenmek ister. Bu siyâsî bir birleşmedir. Fakat Çinliler, Türk geleneklerini ve bu kutlu kayaya olan inançla- rını çok iyi bilmektedirler. Çinli prenses karşılığında Kutlu Kaya’yı isterler. Uy- gurlar da bunu kabul ederler. Çinliler, Kutlu Kaya’yı parçalayarak ülkelerine taşırlar. Bu parçalardan her biri nereye götürülse orada bolluk ve refah başlar.


Kutsal Kaya’larından mahrum kalan Uygurlar’da ise kıtlık ve kuraklık başla- mıştır. Bu esnada kayanın gitmesine sebep olan hakan da ölmüştür ve yerine kim seçilirse o da ölmektedir.


Bütün bunlar üzerine sesini duyurabilen her mahlûk “göç” diye bağırır. Devleti idare edenler de göçetmeyi düşünürler ama, gidecekleri yeri kestiremezler. İşte bu sırada bir kurt ortaya çıkar ve yol gösterici olur. Bu kurt, Uygurlar’ı sulak, yeşil, huzurlu bir yere getirir. Burada yurt kurarlar ve Kutlu Kaya’yı ellerinden çıkaran hakanlarına lânet ederler.”


5.2.2. İSLÂMÎ TÜRK DESTANLARI:


İslâm medeniyetinin Türkler arasında benimsenerek yayılışı, duygu, düşünce ve geleneklerde bir değişiklik meydana getirmemiş, ancak ele alınan konuları islâmîleştirmiştir.


İslâmiyet’in kabulünden sonra Türk Destanları Millî-İslâmî destanlardır. Türk- ler, Oğuz Destanı gibi en tanınmış eski destanları İslâmden sonra, İslâm kültü- rü ve islâm ideolojisiyle birleştirerek bu destana geniş ölçüde İslâmî bir rûh vermişlerdir.


Türkler, bir taraftan, eski millî destanlarına İslâm ruhu katarken öte yandan, yeni dinin kabulü ve yayılışı olaylarının doğurduğu savaşlar ve türlü karışıklık- lar dolayısıyla da yeni ve İslâmî destanlar söylemişlerdir.


Divânü Lûgati’t-Türk’de Türk kavimleri arasındaki ilk din savaşlarının üzerine söylenmiş destanlardan parçalar vardır. Ayrıca İslâmî devrede oluşmuş daha çok dinî kahramanlık hikâyeleri şeklinde uzun destanlara da rastlıyoruz. Bun- lardan en önemlileri, Manas Destanı, Battal Gazi Destanı, Danişmendnâme, Dede Korkut Hikâyeleri ve Köroğlu Destanı olarak gösterilebilir.


5.2.2.1. MANAS DESTANI:


Kırgız Türkleri arasında büyük bir kahramanlık hikâyesi olarak zamanımıza kadar yaşayan Manas Destanı, 11.-12. yüzyıllarda Türkistan’da Yedisu çevresin- de doğmaya başlamış, bu İslâmî destan yüzyıllar boyunca bütün Orta Asya Türkleri arasında ortak destan olarak yaşamış, işlenmiş ve gelişmiştir.


Destan, İslâmiyet’in kabulü, yayılması ve bu yayılma uğruna yapılan gazâlar etrafında söylenmekle beraber, eski Türk destanlarından izler de taşımaktadır. Bu destan zaman içinde bazı değişikliklere uğramış, en yakın zamanlarda bile



bünyesine yeni kısımlar ilâve edilmek suretiyle değişik destan metinleri ortaya çıkmıştır.


Manas Destanı’nın esasını Müslüman Türkler’le, Müslüman olmayan Türkler arasındaki savaşlar meydana getirir. Manas’ın destandaki tarihî şahsiyeti, daha çok Karahanlılar ordusunda bir kumandan gibi görünmektedir.


Bu destanı söyleyen saz şairlerine (Akın, Bahşı veya Baksı) göre, Er Manas sa- vaşta kimseye yenilmeyen bir dünya kahramanıdır. O hemen hemen bütün mil- letlerle savaşmış; Çinliler’i, Sartlar’ı, İranlılar’ı yenmiştir. Manas’a ok işlemez. O’nun elbisesi ak zırhdır ve destanda ak zırha ok geçmiyor mısraı tekrarlanır.


Manas Destanı, “Manascı” denilen meddahlar tarafından asırlarca halk arasın- da yaşatılmış ve yakın zamanlarda yazıya geçirilmiştir.


Türk Destanları’nın en uzunu olma özelliğini de taşıyan Manas Destanı şu bö- lümlerden meydana gelir: Manas’ın Doğuşu, Almambet’in müslüman olarak önce Gökçe’ye sonra Manas’a sığınması, Manas’ın Almambet’in eski arkadaşı Er Gökçe ile savaşması, Manas’ın evlenmesi, Manas’ın en sadık ve vefâlı olan arkadaşı Kanikey’in bir sözünü dinlemeyerek hata yapması ve ölmesi, Ancak bir üstün insan oluşu dolayısıyla yeniden dirilmesi, Oğlu Semetey’in doğması, Ma- nas ebediyete göçtükten sonra oğlu Semetey ile torunu Seytek’in maceraları.


5.2.2.2. BATTALNÂME:


Halk arasında “Battal Gazi Destanı” diye de anılan hikâyenin kahramanı “Battal Gazi” dir. Bu kişinin kahramanlıkları etrafında meydana gelen menkabeler ilk defa Arapça “Zelhimme” adlı kitapta toplanır. Kitabın ilk bölümünde Seyyid Battal Gazi’nin kahramanlıkları, 8. yüzyılda Bizanslılar’la yaptığı savaşlar ve İstanbul’u kuşatan Emevî kumandanı Mesleme’nin silâh arkadaşı Sahsâh’ın başından geçen olaylar anlatılır. Bir destan kahramanı olması dolayısıyla, kita- bın ikinci bölümünde, o devirde ve daha sonraki devirlerde cereyan eden bir çok olay da Battal Gazi’ye mâl edilir. Görüldüğü gibi destanın kahramanı Arap cengâveri olmasına rağmen, Türk halkı O’na Anadolu gazilerine uygun bir ünvan olmak üzere Battal Gazi adını verir.


12. yüzyılda Dânişmendliler Devleti’nin gazi hükümdarları da Haçlılar ve Bi- zanslılar’a karşı çetin mücadeleler verdikleri için, yaptıkları bu gazâlar halk arasında Emevî-Bizans ve Abbasî-Bizans savaşlarının devamı gibi gösterilmiş ve bu devirde geçen olaylar da Battal Gazi Destanı’na ilâve edilmiştir. Böylece,
12. ve 13. yüzyıllarda Dânişmendliler Devleti bünyesinde nesir halinde yazıya geçen “Battalnâme” adındaki Türkçe destan bu şekilde meydana gelir.


Yazıya ne zaman ve kimin tarafından geçirildiği bilinmeyen ve Türkçe’de çok çeşitli yazma ve basma nüshaları bulunan eser Türk halkı arasında büyük rağ- bet görmüş, bazı hikâyeler saz şairleri tarafından çeşitli meclislerde şifâhen (ağızdan, sözle) okunarak yayılması sağlanmıştır. Destanın esas kahramanı



Battal Gazi tipi ayrıca bazı din kitaplarına, Yeniçeri Ocağı’nda okunan destanî hikâyelere ve bazı tasavvufî şiirlere kadar da girmiştir.


Battal Gazi Destanı, daha sonra, 18. yüzyılda Dârendeli Bekaî adlı bir halk şairi tarafından manzum olarak ve 7000 beyit halinde yeniden kaleme alınmıştır.


Destanın esas hikâyesi, idealist bir İslâm cengâverinin olağanüstü olaylarla do- lu macerasından ibarettir. Hikâyenin aslî kahramanı ise, İslâm dini uğrunda sadece Rumlar ve diğer kâfirlerle değil, cinler, devler, cadılar ve ifritlerle de çarpışmak zorunda kalır. Hikâyede ayrıca Battal Gazi’nin atı “Aşkar Devzâde” de önemli bir yer tutar.


Türk edebiyatı tarihinde Türkler’in İslâmiyet’i kabul ettikleri ve yerleşik mede- niyete geçtikleri dönemin yazılı ürünü olması bakımından ayrı bir önemi olan destanda, önceki dönemin alp tipi yerine, bu defa İslâm uğrunda gazâ eden gazî ve velî tipi geçer.


5.2.2.3. DANİŞMENDNÂME:


Türkler’in Anadolu’yu fethini anlatan destandır. Anadolu’da Türk büyükleri için 12. yüzyılda söylenmeye başlanan İslâmî-Türk Destanları’nın 13. yüzyılda yazıya geçirilmiş bir örneğidir. Başta Battal Gazi soyundan olan Danişmend Ahmed Gazi olmak üzere Danişmendliler’in kahramanlıklarını, bunların Bi- zanslı, Haçlı ve Ermeniler’le olan savaşlarını anlatır. Bir bakıma Malatya’nın Arap emiri Ömer bin Übeydillahi’s-Sülemî’ye ait efsanenin Türk Destanı üslû- buyla söylenmiş bir devamı gibidir.
Danişmendnâme ilk olarak Sultan II. İzzeddin Keykâvus’un emriyle, yazıcıla- rından İbni Alâ tarafından derlendi. Aynı eser, 14. yüzyılda I. Murad’ın emriyle Tokat dizdârı Arif Ali tarafından 1361 yılında sade bir Türkçe ile, on yedi bölüm halinde, araya manzum parçalar da ilâve edilerek yeniden yazıldı. Daha sonra “Gelibolulu Åli” eseri “Mirkadü’l-Cihâd” adı ile yeniden kaleme aldı.


Danişmendnâme’de anlatılan olayların, gerçek olmasalar bile tarihî olaylara uygunluğu, eserde adı geçen kahramanların tarihî şahsiyetler oluşu ve yer adla- rının Anadolu coğrafyasına ait bulunması eserin, uzun müddet bir tarih kitabı olarak benimsenmesine sebep olmuştur. Tarih bakımından pek de değerli ol- mayan eser Cenabî, Åli, Karamanî, Katip Çelebi, Müneccimbaşı ve Hezarfen Hüseyin Efendi gibi yazarlar tarafından kaynak eser olarak kullanıldı. Ancak eserdeki tarih yanlışları kendilerine göre düzeltildi.


Pek çok yazma nüshası olan eser üzerinde Mükrimin Halil Yınanç, Fuat Köprü- lü gibi âlimler çalışmalar yaptı. Destan son olarak Irene Melıkof tarafından “La Geste Melik Dânişmend” adı ile 2 cilt halinde ve uzun bir inceleme ile yayın- landı.



Danişmendnâme’nin konusu kısaca şöyledir:


“Hicret’ten 360 sene sonra Battal Gazi’nin torunlarından Melik Ahmed Danişmend, Bağdat halifesinden izin alarak Tursun, Çavuldur, Kara Togan baş- ta olmak üzere, arkadaşlarıyla Malatya’dan hareket edip Rumlar üzerine yürür. Gayesi Anadolu’yu fethetmektir. Önce Sivas’a gider. Orayı tamir ettirir. Ordu- sunu ikiye ayırır. Bir kısmı İstanbul, diğeri ise Karaman üzerine yürür. Kendisi de Sivas’dan Karadeniz’e kadar olan bölgeyi fethetmek üzere harekete geçer. Çorum, Niksar ve Amasya’yı alır. Canik’i fethetmek üzere sefere çıkar. Ancak yolda kâfirler tarafından pusuya düşürülür. Çatışmada ağır yaralanır, Niksar’a döner ve orada ölür. Danişmend Gazi’nin ölümünden sonra Niksar, Amasya, Tokat ve Sivas teker teker Hristiyanlar’ın eline geçer. Danişmend’in İstanbul ve Karaman üzerine giden arkadaşlarından pek çoğu da ölmüşlerdir.


Danişmend Gazi’nin oğlu Melik Gazi, Bağdat halifesine başvurur. O da Hora- san’da, Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’e haber gönderir, Selçuklular’ı gazâya davet eder. Tuğrul Bey Anadolu’nun fethine Süleyman Şah’ı memur eder. Süleyman Şah, Melik Gazi ile birlikte Anadolu’yu fetheder.”


Anadolu’nun fethini anlatan bu destanda Danişmendliler’e büyük yer ayrılır. Destan kahramanı Danişmend Ahmet Gazi tam bir İslâm gazisidir. Dedesi Bat- tal Gazi’nin bir benzeridir. Bütün gazâlarını İslâm uğruna yapar. En büyük ga- yesi Hristiyanlar’ı hak dinine çağırmak ve ülkelerinin İslâm nuruyla aydınlan- masına vesile olmaktır.

Battalnâme’nin devamı gibi görünen eser, ondan daha küçük, daha az olaylı ve daha basittir. Ancak, mahallî özellikleri daha çoktur.


5.2.2.4. DEDE KORKUT DESTANI:


12., 13., 14. yüzyıllarda Oğuz Türkleri’nin Doğu Anadolu’ya gelip yerleştikleri zamanlardan kalma, Türkler arasında sözlü olarak yaşamış, işlenmiş ve yayıl- mış, 12 bağımsız hikâyeden meydana gelen destan mahiyetindeki eserdir. Dün- yanın ünlü destanları arasında kabul edilir. Bu hikâyelerde Oğuz Türkleri’nin Gürcüler, Abazalar, Rumlar ve Ermeniler’le yaptıkları savaşlar ile yeni edinilen vatan toprakları üzerindeki çatışmalar anlatılır.


Hikâyelerin oluşumu ile yazıya geçirildiği tarih arasında uzun bir zaman vardır. Oğuz Boyları’nın, Akkoyunlu ve Karakoyunlu Türkmenleri’nin Doğu Anado- lu’ya gelip, oraları yurt edinmeleri 12.-14. yüzyıllar arasındadır. Oysa hikâye- lerin dili ve anlatılan tarihî olaylardan anlaşıldığına göre bu destanlar 15. yüzyıl sonu ile 16. yüzyıl başlarında bilinmeyen bir kişi tarafından yazıya geçiril- mişlerdir.


Dede Korkut Hikâyeleri’nin elimizde Dresden ve Vatikan olmak üzere iki nüs- hası bulunmaktadır. Dresden yazmasında 12, Vatikan nüshasında ise 6 hikâye vardır. Her iki kitapta da aynı olan giriş bölümünde Dede Korkut’un tanıtılması ve Oğuz Türkleri’nin töresini yansıtan atasözleri ve çeşitli bilgiler yer alır. Giriş bölümünde ayrıca Allah’tan bahseden, Peygamber’i ve din ulularını yücelten bölümler yer alır. Bu kısımda Dede Korkut “Oğuz’un ol kişi tamam bilicisi idi. Ne derse olur idi.” şeklinde kimliği ve kişiliği anlatılır.


Hikâyelerin dışındaki Dede Korkut hakkında kesin bilgimiz yoktur. Ancak Batı Göktürkler zamanında yaşamış, manevî nüfuzu yüksek bir şahsiyet olabileceği bir ihtimal olarak düşünülebilir. Dede Korkut’un 295 yıl yaşadığı, Hazreti Mu- hammed’e elçi olarak gönderildiği, Oğuzlar arasında İslâmiyeti yaydığı da söy- lentiler arasındadır. Siriderya kıyısında, Derbend yakınlarında, Cebel-i Erba- in’de ve Ahlat’ta Dede Korkut’a ait olduğu iddia edilen mezarlar vardır. Dede Korkut Kitabı’nın içinde yer alan hikâyeler şunlardır:


1. Dirse Han oğlu Boğaç Han destanı,
2. Salur kazan’ın evinin yağmalandığı destanı,
3. Kam Püre’nin oğlu Bamsı Beyrek destanı,
4. Kazan Bey oğlu Uruz Bey’in esir olduğu destanı,
5. Duha Koca oğlu Deli Dumrul destanı,
6. Kanglı koca oğlu Kan Turalı destanı,
7. Kazılık Koca oğlu Yigenek destanı,
8. Basat’ın Tepegöz’ü öldürdüğü destanı,
9. Begil oğlu Emre’nin destanı,
10. Uşun Koca oğlu Segrek destanı,
11. Salur kazan esir olup oğlu Uruz’un çıkardığı destanı,
12. İç Oğuz’a Dış Oğuz’un âsi olup Beyreğin öldüğü destanı.


Bütün bu destanların haricinde kitabın baş tarafında “Besmele” ile başlayan bir
“Mukaddime” vardır.


5.2.2.5. KÖR-OĞLU DESTANI:


Geredeli Celâlî Kör-Oğlu Ali Ruşen’in şahsiyeti etrafında meydana gelen bu destan, Dede Korkut Destanları gibi, Oğuz Türkleri’nin, başka bir deyişle Batı Türkleri’nin üç ayrı ülkede yaşayan torunlarının müşterek millî destanları özel- liğini kazanmıştır.


Kör-Oğlu Destanı daha 17. yüzyılda İran Türkleri arasında yayıldı ve onlar tara- fından da ilgi ile karşılandı. O derecede ki, onların da millî destanları haline geldi. Destanın ortaya çıkışı hakkında çeşitli araştırmacıların değişik görüşleri vardır. Fuad Köprülü ve Zeki Velidî Togan, Göktürkler zamanında Oğuzlar’la Sasanîler arasındaki savaşların, Ziya Gökalp ise Gazneli Mahmud ile onun ne- dimi Ayvaz’ın başından geçen olayların Köroğlu rivâyetlerinin kaynağı olduğu- nu kabul ederler. Bazı yerli belgelerde Kör-Oğlu’nun Celâlî Ayaklanma-ları’na katılanlar arasında bulunduğu belirtilmiştir. O’nun İranlı ya da Ermeni oldu- ğunu ileri süren yabancı araştırmacılar da olmuştur. Prof. Dr. Faruk Sümer’in Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’nde bulduğu 1580-85 arasında yazılmış belge- lerde, Kör-Oğlu’nun adının Ruşen olduğundan, Gerede ve çevresinde devlete karşı ayaklandığından söz edilmektedir. Faruk Sümer, O’nun daha sonra Sivas- Tokat yolu üzerindeki Çamlıbel’e yerleşerek gelip geçen kervanlardan bac (haraç, vergi) aldığı görüşündedir.


Kör-Oğlu Destanı’ndaki bazı motifleri dikkate alırsak, hikâyenin aslında çok eskilere dayandığı, daha sonra uğradığı değişiklik ve eklemelerle gelişerek, 16. yüzyılda gerçekten yaşamış Ruşen adındaki Celâlî’nin şahsında bir kahraman durumuna geldiği, kahramanın ölümünden sonraki 17. yüzyılda da tam bir des- tan olarak halk arasında dolaşmaya başladığı anlaşılmaktadır.


Balkanlar’dan Orta Asya’ya kadar yayılmış olan bu destanın knusu kısaca şöyledir:


“Bolu Beyi, seyisi Yusuf’u kendisine cins atlar bulup getirmekle görevlendirir. Ama onun cins at olarak getirdiği, henüz gelişmemiş cılız bir kısrağı görünce öfkelenerek seyisin gözlerine mil çektirir. Yusuf’un oğlu Ruşen Ali bu olayın ardından yörede Kör-Oğlu namıyla anılmaya başlar. Babasının gözlerinin açıl- masını sağlayacağı ileri sürülen üç köpüğü almak için Aras Irmağı’na gider. Ama köpükleri kendisi içer. Böylece yiğitlik ve şairlik gücü kazanır. Bu arada babasının da yardımlarıyla, cılız hayvanı bakıp besleyerek yağız bir at haline getirmiştir. Babası gözleri açılmadan ölünce Kör-Oğlu O’nun öcünü almaya and içer. Çamlıbel’e yerleşir ve Bolu Bey’ine karşı savaşa girişir. Deli Hoylu, Demircioğlu, Kiziroğlu Mustafa, Koca Bey, Köse Kenan, Reyhan Arap gibi ünlü yiğitleri kendine bağlar. “Kır At” diye andığı atı ve yiğitleriyle birlikte girdiği bütün mücadeleleri kazanır. Ezilen halkın gözünde bir kahraman durumuna yükselir.”


Kör-Oğlu Hikâyesi, Anadolu dışında Azerbaycan, İran, Türkmenistan, Özbekis- tan, Kazakistan ve Balkanlar’da da bilinir.


Osmanlı Devleti, 16. yüzyılın sonlarında eski sosyal düzeninin yıkılmasına en- gel olamamış, devlet kudretini kaybetmiş ve Türk halkı zayıf ve yoksul düşmüş- tür. İşte Kör-Oğlu bu muzdarip cemiyetin destanıdır. Celâlî Kör-Oğlu’nun şah- sında halk Osmanlı’ya başkaldırışını dile getirmiştir. Kör-Oğlu, halkın gözünde, devletin sağlayamadığı sosyal adaleti sağlayan, zenginden bileğinin hakkıyla aldığını fakirleşen halka dağıtan bir kahramandı. Kahramandan da öte, devle- tin görevini üstlenmiş bir güç timsaliydi





5.2.1.5. BOZKURT DESTANI:


Bu destan eski Çin kaynaklarında rivâyetler halinde yer alır. Aynı kaynaklarda bu rivâyetleri destekler veya bütünler mahiyette başka bilgiler de vardır. Desta- nın esası, yok olmak felâketine uğrayan Göktürk soyunun yeniden toparlanıp çoğalmasında bir Bozkurt’un oynadığı roldür.
Birbirine konu itibariyle çok benzeyen üç destanın konusu kısaca şöyledir: “Göktürkler, eski Hunlar’ın soylarından gelirler ve onların bir koludurlar. Kendileri ise, A-şi-na adlı bir aileden türemişlerdir. Sonradan çoğalarak, ayrı oy-
maklar halinde yaşamağa başladılar.


Daha sonra Lin adını taşıyan bir memleket tarafından mağlup edildiler. Mağlu- biyetten sonra Göktürkler, bu memleket tarafından soyca öldürüldüler.


Tamamen öldürülen Göktürkler içinde, yalnızca on yaşında bir çocuk kalmıştı. Lin memleketinin askerleri, çocuğun çok küçük olduğunu görünce, ona acımış- lar ve onu öldürmemişlerdi. Yalnızca çocuğun ayaklarını kesmişler ve bir batak- lık içindeki otlar arasında bırakarak gitmişlerdi.


Bu sırada çocuğun etrafında bir dişi kurt peyda oldu ve ona et vererek çocuğu besledi. Çocuk bu şekilde büyüdükten sonra da, dişi kurtla karı-koca hayatı ya- şamağa başladı. Kurt da çocuktan bu yolla gebe kaldı.


Göktürkler’i mağlup eden ve hepsini kılıçtan geçiren Lin memleketinin kralı, bu çocuğun halâ yaşadığını duydu ve onun da öldürülmesi için askerlerini gönder- di. Çocuğu öldürmek için gelen askerler, kurtla çocuğu yan yana gördüler. As- kerler kurdu öldürmek istediler. Fakat, kurt onları görünce hemen kaçtı ve Kao-ch-’ang (Turfan) memleketinin kuzeyindeki dağa gitti. Bu dağda derin bir mağara vardı. Mağaranın içinde de büyük bir ova bulunuyordu. Ova, baştan başa ot ve çayırlarla kaplı idi. Çevresi de bir kaç yüz milden fazla değildi. Dört yanı çok dik dağlarla çevrili idi. Kurt, kaçarak bu mağaranın içine girdi ve orada on tane çocuk doğurdu.


Zamanla bu on çocuk büyüdüler ve dışarıdan kızlar getirerek, onlarla evlendi- ler. Bu suretle evlendikleri kızlar gebe kaldı ve bunların her birinden de bir soy türedi. İşte Göktürk Devleti’nin kurucularının geldikleri A-şi-na ailesi de bu On-Boy’dan biridir.


Onların oğulları ve torunları çoğaldılar ve yavaş yavaş yüz aile haline geldiler. Bir kaç nesil geçtikten sonra, hep birlikte mağaradan çıktılar. Juan-juan (Moğol kökenli bir topluluk) devletine tabi oldular. Altay (Chin-shan) eteklerinde yer- leştiler. Bundan sonra da Juan-juan devletinin demircileri oldular.”



Bir başka “kurttan türeme” efsanesi de şöyledir:


Türk Kaganının çok akıllı iki kızı vardır. (Bazı kaynaklara göre üç.) Bu kızlar o kadar akıllı ve iyilermiş ki; kagan bu kızların bir insanla değil de ancak bir tan- rıyla evlenebileceğini düşünmektedir. Bu düşüncedeki kagan, kızlarını götür- müş ve bir tepenin üzerine koyar. Burada kızları evlenmek için Tanrıyı beklemeye başlarlar. Aradan epeyce zaman geçtiği halde, ne Tanrı gelir ne de kızlarla evlenir. Kızlar böyle bekleşirken tepenin etrafında ihtiyar ve erkek bir kurt pey- da olur. Kurt tepenin etrafında dolanıp durur ve bir yere de gitmez. Küçük kız, bu kurdun Tanrı olduğunu düşünür ve ablasının ısrarlarına rağmen gider ve kurtla evlenir. Türkler de bu kızla evlenen kurttan türerler.


Görüldüğü gibi, daha önce anlattığımız efsanede kurt dişiydi. Burada ise erkek- tir. Diğer Göktürk efsanelerinde de kurt dişidir. Öte yandan Türkler “kurt” ta- birini, küçük kurtçuklar için kullanırlardı. (Fındık kurdu, elma kurdu gibi.) Türkler, Çinliler’in dile getirdiği anlamdaki vahşi hayvan olan kurta “böri” der- lerdi. Çinliler’in buna rağmen neden Türkler’i “kurt”tan türetmeye çalıştığı üze- rinde düşünülmeye değer.


5.2.1.6. ERGENEKON DESTANI:


Bozkurt Destanı’nın daha zengin bir şeklidir. Destana göre Ergenekon, Türk- ler’in yüzyıllarca çift sürerek, avlanarak, maden işleyerek yaşayıp çoğaldıkları, etrafı aşılmaz dağlarla çevrili, kutsal bir toprağın adıdır. Ergenekon, Moğol- ca’da “geçilmesi güç dağ” anlamına gelmektedir.


Bu destanı ilk olarak 13. yüzyıl Moğol tarihçisi Reşîd-üd Din “Câmiü’t-tevârih” adlı Farsça eserine almıştır. Yazar, destanı halk arasındaki rivâyetlerden topla- dığını söyler. Bu destanı, 17. yüzyılda Ebu’l-Gazi Bahadır Han’ın “Şecere-i Türk” eserinde Türkçe’ye çevirdiğini görüyoruz.


Ergenekon’dan çıkış günü bir rivâyete göre, 21 Mart günüdür. Bugün, aynı za- manda güneşin balık burcundan, koç burcuna geçtiği ve gündüz ile gecenin eşit olduğu gündür. İşte bu gün “Nevrûz Bayramı” olarak kutlanan gündür. Türkler, demirden bir dağı eriterek Ergenekon’dan çıkışlarının anısına, örs üzerinde kızgın demir döğerek bu günü kutlamaktaydılar. Bugün de demirci için örs kut- saldır. Örsün üzerine oturulmaz, basılmaz.


Ergenekon Destanı’nda, Bozkurt Destanı’na ilâve olarak, nüfus artışı yüzünden Ergenekon adını verdikleri yurtlarına sığamayan ve buradan çıkış yolu arayan Türkler’in yakında bulunan bir demir dağı eriterek Ergenekon’dan çıkmaları ve Ergenekon’dan çıkışlarından sonra ne yana gideceğini bilemeyen Türkler’e bir Bozkurt’un yol göstermesi temaları yer alır.


Türkler’de kutsal dağ ve kutsal mağara anlayışı hakimdi. Ergenekon da büyük bir mağaradan başka bir yer değildir. Çin kaynaklarından Hunlar’a ait bir kut-



sal mağara olduğunu, Türk Kaganı bu kutsal mağarayı ziyaret ediyor ve önün- de yapılan dinî töreni bizzat idare ediyordu.


Bir başka destan kahramanı Basat, Türk halkının büyük düşmanı Tepegöz’ü bir dağın tepesinde yaşadığı mağarasında öldürür ve bu zaferini, dağın başında büyük bir ateş yakarak halkına duyurur. Kürtlerin kahraman olarak kabul ettiği Demirci Kawa’nın da Kürt halkının büyük düşmanı Dohak (veya Dohuk)’ı bir dağın tepesinde ve Dohak’ın yaşadığı mağarada öldürdüğünü ve onun da bu haberi dağda ateş yakarak duyurduğunu biliyoruz. Buradaki benzerlik de çok dikkat çekicidir.

5.2.1.7. DOKUZ OĞUZ-ON UYGUR DESTANI:


Türkler’in İslâmiyeti kabulünden önceki son Türk imparatorluğu Uygur Devle- ti’dir. M.Ö. 8. yüzyıla kadar Oğuz boylarıyla birlikte Moğolistan’ın kuzeyinde yaşayan On Uygurlar, 8. asır ortalarında yine Dokuz Oğuzlar’la birlikte Gök- türkler’in Türk illerindeki yaygın hakimiyetlerine son vererek, Uygur Devleti’ni kurdular. Yeni devlet kısa zamanda geniş ülkelere yayıldı. Kültür, sanat ve me- deniyet bakımından Orta Asya Tarihi en parlak devrini yaşadı.


840 yılında Uygur ilinde büyük bir kıtlık oldu. Ahali isyan etti. Özellikle Kırgız isyanının sertliği yüzünden perişan olan Uygurlar, ikiye bölündüler. Bir kısmı Çin hakimiyetini kabul ederek Kansu çevresinde kaldılar.


Diğer ve daha büyük bir kısım Uygurlar, güney-batıya doğru göçtüler. Doğu Tiyanşan’da Beş-Balıg ve Koçu şehirlerine yerleştiler. Esasen kendilerine bağlı bu ülkede yeni şehirler kurdular. Burada yüz yıl kadar, medenî bir ömür sür- dükten sonra, hakimiyetlerini 940 yılllarında müslüman bir Türk devleti olan Karahanlı ailesine bıraktılar.


Bugün elimizde bulunan Uygur Destanları tarihteki maceralarıyla birlikte, ken- di türeyişlerine dair inançlarını da birlikte verirler. Tanrı soyundan gelen Uy- gurlar’ın yurdu fena idare eden hakanlar yüzünden uğradıkları sarsıntıları nak- leder.

Bu destanlar, yurtta millî birliği sağlayan tılsımlar bozulunca nasıl ızdırap çek- tiklerini, nihayet kendilerine yiyecek vermeyen bu yurdu bırakarak nasıl batıya doğru göç ettiklerini bize anlatır. Böylelikle Uygur Destanı, biri Türeyiş Efsane- si öteki de Göç Destanı denilen iki bölümde toplanır.


Şimdi, tarihçi Cüveynî’( Alâaddin Atâ Melik Cüveynî, Moğol tarihçi olup Tarih-i Cihângüşâ adlı eseri vardır. Bu eser, 1912,1915 ve 1937 yıllarında üç cilt olarak yayınlanmıştır.) den Göç Destanı’nı özetlemeye çalışalım:


“Uygurlar’ın kutsal belledikleri bir kaya parçaları vardır. Uygurlar gayet huzur- lu ve refah içinde yaşamaktadırlar ve bunu sağlayan da Karakurum Bölgesi’nin güneyine düşen sıradağlar üzerinde doruk olan bir kaya parçasıdır.



Günün birinde bir Uygur prensi, Çinli prensesle evlenmek ister. Bu siyâsî bir birleşmedir. Fakat Çinliler, Türk geleneklerini ve bu kutlu kayaya olan inançla- rını çok iyi bilmektedirler. Çinli prenses karşılığında Kutlu Kaya’yı isterler. Uy- gurlar da bunu kabul ederler. Çinliler, Kutlu Kaya’yı parçalayarak ülkelerine taşırlar. Bu parçalardan her biri nereye götürülse orada bolluk ve refah başlar.


Kutsal Kaya’larından mahrum kalan Uygurlar’da ise kıtlık ve kuraklık başla- mıştır. Bu esnada kayanın gitmesine sebep olan hakan da ölmüştür ve yerine kim seçilirse o da ölmektedir.


Bütün bunlar üzerine sesini duyurabilen her mahlûk “göç” diye bağırır. Devleti idare edenler de göçetmeyi düşünürler ama, gidecekleri yeri kestiremezler. İşte bu sırada bir kurt ortaya çıkar ve yol gösterici olur. Bu kurt, Uygurlar’ı sulak, yeşil, huzurlu bir yere getirir. Burada yurt kurarlar ve Kutlu Kaya’yı ellerinden çıkaran hakanlarına lânet ederler.”


5.2.2. İSLÂMÎ TÜRK DESTANLARI:


İslâm medeniyetinin Türkler arasında benimsenerek yayılışı, duygu, düşünce ve geleneklerde bir değişiklik meydana getirmemiş, ancak ele alınan konuları islâmîleştirmiştir.


İslâmiyet’in kabulünden sonra Türk Destanları Millî-İslâmî destanlardır. Türk- ler, Oğuz Destanı gibi en tanınmış eski destanları İslâmden sonra, İslâm kültü- rü ve islâm ideolojisiyle birleştirerek bu destana geniş ölçüde İslâmî bir rûh vermişlerdir.


Türkler, bir taraftan, eski millî destanlarına İslâm ruhu katarken öte yandan, yeni dinin kabulü ve yayılışı olaylarının doğurduğu savaşlar ve türlü karışıklık- lar dolayısıyla da yeni ve İslâmî destanlar söylemişlerdir.


Divânü Lûgati’t-Türk’de Türk kavimleri arasındaki ilk din savaşlarının üzerine söylenmiş destanlardan parçalar vardır. Ayrıca İslâmî devrede oluşmuş daha çok dinî kahramanlık hikâyeleri şeklinde uzun destanlara da rastlıyoruz. Bun- lardan en önemlileri, Manas Destanı, Battal Gazi Destanı, Danişmendnâme, Dede Korkut Hikâyeleri ve Köroğlu Destanı olarak gösterilebilir.


5.2.2.1. MANAS DESTANI:


Kırgız Türkleri arasında büyük bir kahramanlık hikâyesi olarak zamanımıza kadar yaşayan Manas Destanı, 11.-12. yüzyıllarda Türkistan’da Yedisu çevresin- de doğmaya başlamış, bu İslâmî destan yüzyıllar boyunca bütün Orta Asya Türkleri arasında ortak destan olarak yaşamış, işlenmiş ve gelişmiştir.


Destan, İslâmiyet’in kabulü, yayılması ve bu yayılma uğruna yapılan gazâlar etrafında söylenmekle beraber, eski Türk destanlarından izler de taşımaktadır. Bu destan zaman içinde bazı değişikliklere uğramış, en yakın zamanlarda bile



bünyesine yeni kısımlar ilâve edilmek suretiyle değişik destan metinleri ortaya çıkmıştır.


Manas Destanı’nın esasını Müslüman Türkler’le, Müslüman olmayan Türkler arasındaki savaşlar meydana getirir. Manas’ın destandaki tarihî şahsiyeti, daha çok Karahanlılar ordusunda bir kumandan gibi görünmektedir.


Bu destanı söyleyen saz şairlerine (Akın, Bahşı veya Baksı) göre, Er Manas sa- vaşta kimseye yenilmeyen bir dünya kahramanıdır. O hemen hemen bütün mil- letlerle savaşmış; Çinliler’i, Sartlar’ı, İranlılar’ı yenmiştir. Manas’a ok işlemez. O’nun elbisesi ak zırhdır ve destanda ak zırha ok geçmiyor mısraı tekrarlanır.


Manas Destanı, “Manascı” denilen meddahlar tarafından asırlarca halk arasın- da yaşatılmış ve yakın zamanlarda yazıya geçirilmiştir.


Türk Destanları’nın en uzunu olma özelliğini de taşıyan Manas Destanı şu bö- lümlerden meydana gelir: Manas’ın Doğuşu, Almambet’in müslüman olarak önce Gökçe’ye sonra Manas’a sığınması, Manas’ın Almambet’in eski arkadaşı Er Gökçe ile savaşması, Manas’ın evlenmesi, Manas’ın en sadık ve vefâlı olan arkadaşı Kanikey’in bir sözünü dinlemeyerek hata yapması ve ölmesi, Ancak bir üstün insan oluşu dolayısıyla yeniden dirilmesi, Oğlu Semetey’in doğması, Ma- nas ebediyete göçtükten sonra oğlu Semetey ile torunu Seytek’in maceraları.


5.2.2.2. BATTALNÂME:


Halk arasında “Battal Gazi Destanı” diye de anılan hikâyenin kahramanı “Battal Gazi” dir. Bu kişinin kahramanlıkları etrafında meydana gelen menkabeler ilk defa Arapça “Zelhimme” adlı kitapta toplanır. Kitabın ilk bölümünde Seyyid Battal Gazi’nin kahramanlıkları, 8. yüzyılda Bizanslılar’la yaptığı savaşlar ve İstanbul’u kuşatan Emevî kumandanı Mesleme’nin silâh arkadaşı Sahsâh’ın başından geçen olaylar anlatılır. Bir destan kahramanı olması dolayısıyla, kita- bın ikinci bölümünde, o devirde ve daha sonraki devirlerde cereyan eden bir çok olay da Battal Gazi’ye mâl edilir. Görüldüğü gibi destanın kahramanı Arap cengâveri olmasına rağmen, Türk halkı O’na Anadolu gazilerine uygun bir ünvan olmak üzere Battal Gazi adını verir.


12. yüzyılda Dânişmendliler Devleti’nin gazi hükümdarları da Haçlılar ve Bi- zanslılar’a karşı çetin mücadeleler verdikleri için, yaptıkları bu gazâlar halk arasında Emevî-Bizans ve Abbasî-Bizans savaşlarının devamı gibi gösterilmiş ve bu devirde geçen olaylar da Battal Gazi Destanı’na ilâve edilmiştir. Böylece,
12. ve 13. yüzyıllarda Dânişmendliler Devleti bünyesinde nesir halinde yazıya geçen “Battalnâme” adındaki Türkçe destan bu şekilde meydana gelir.


Yazıya ne zaman ve kimin tarafından geçirildiği bilinmeyen ve Türkçe’de çok çeşitli yazma ve basma nüshaları bulunan eser Türk halkı arasında büyük rağ- bet görmüş, bazı hikâyeler saz şairleri tarafından çeşitli meclislerde şifâhen (ağızdan, sözle) okunarak yayılması sağlanmıştır. Destanın esas kahramanı



Battal Gazi tipi ayrıca bazı din kitaplarına, Yeniçeri Ocağı’nda okunan destanî hikâyelere ve bazı tasavvufî şiirlere kadar da girmiştir.


Battal Gazi Destanı, daha sonra, 18. yüzyılda Dârendeli Bekaî adlı bir halk şairi tarafından manzum olarak ve 7000 beyit halinde yeniden kaleme alınmıştır.


Destanın esas hikâyesi, idealist bir İslâm cengâverinin olağanüstü olaylarla do- lu macerasından ibarettir. Hikâyenin aslî kahramanı ise, İslâm dini uğrunda sadece Rumlar ve diğer kâfirlerle değil, cinler, devler, cadılar ve ifritlerle de çarpışmak zorunda kalır. Hikâyede ayrıca Battal Gazi’nin atı “Aşkar Devzâde” de önemli bir yer tutar.


Türk edebiyatı tarihinde Türkler’in İslâmiyet’i kabul ettikleri ve yerleşik mede- niyete geçtikleri dönemin yazılı ürünü olması bakımından ayrı bir önemi olan destanda, önceki dönemin alp tipi yerine, bu defa İslâm uğrunda gazâ eden gazî ve velî tipi geçer.


5.2.2.3. DANİŞMENDNÂME:


Türkler’in Anadolu’yu fethini anlatan destandır. Anadolu’da Türk büyükleri için 12. yüzyılda söylenmeye başlanan İslâmî-Türk Destanları’nın 13. yüzyılda yazıya geçirilmiş bir örneğidir. Başta Battal Gazi soyundan olan Danişmend Ahmed Gazi olmak üzere Danişmendliler’in kahramanlıklarını, bunların Bi- zanslı, Haçlı ve Ermeniler’le olan savaşlarını anlatır. Bir bakıma Malatya’nın Arap emiri Ömer bin Übeydillahi’s-Sülemî’ye ait efsanenin Türk Destanı üslû- buyla söylenmiş bir devamı gibidir.
Danişmendnâme ilk olarak Sultan II. İzzeddin Keykâvus’un emriyle, yazıcıla- rından İbni Alâ tarafından derlendi. Aynı eser, 14. yüzyılda I. Murad’ın emriyle Tokat dizdârı Arif Ali tarafından 1361 yılında sade bir Türkçe ile, on yedi bölüm halinde, araya manzum parçalar da ilâve edilerek yeniden yazıldı. Daha sonra “Gelibolulu Åli” eseri “Mirkadü’l-Cihâd” adı ile yeniden kaleme aldı.


Danişmendnâme’de anlatılan olayların, gerçek olmasalar bile tarihî olaylara uygunluğu, eserde adı geçen kahramanların tarihî şahsiyetler oluşu ve yer adla- rının Anadolu coğrafyasına ait bulunması eserin, uzun müddet bir tarih kitabı olarak benimsenmesine sebep olmuştur. Tarih bakımından pek de değerli ol- mayan eser Cenabî, Åli, Karamanî, Katip Çelebi, Müneccimbaşı ve Hezarfen Hüseyin Efendi gibi yazarlar tarafından kaynak eser olarak kullanıldı. Ancak eserdeki tarih yanlışları kendilerine göre düzeltildi.


Pek çok yazma nüshası olan eser üzerinde Mükrimin Halil Yınanç, Fuat Köprü- lü gibi âlimler çalışmalar yaptı. Destan son olarak Irene Melıkof tarafından “La Geste Melik Dânişmend” adı ile 2 cilt halinde ve uzun bir inceleme ile yayın- landı.



Danişmendnâme’nin konusu kısaca şöyledir:


“Hicret’ten 360 sene sonra Battal Gazi’nin torunlarından Melik Ahmed Danişmend, Bağdat halifesinden izin alarak Tursun, Çavuldur, Kara Togan baş- ta olmak üzere, arkadaşlarıyla Malatya’dan hareket edip Rumlar üzerine yürür. Gayesi Anadolu’yu fethetmektir. Önce Sivas’a gider. Orayı tamir ettirir. Ordu- sunu ikiye ayırır. Bir kısmı İstanbul, diğeri ise Karaman üzerine yürür. Kendisi de Sivas’dan Karadeniz’e kadar olan bölgeyi fethetmek üzere harekete geçer. Çorum, Niksar ve Amasya’yı alır. Canik’i fethetmek üzere sefere çıkar. Ancak yolda kâfirler tarafından pusuya düşürülür. Çatışmada ağır yaralanır, Niksar’a döner ve orada ölür. Danişmend Gazi’nin ölümünden sonra Niksar, Amasya, Tokat ve Sivas teker teker Hristiyanlar’ın eline geçer. Danişmend’in İstanbul ve Karaman üzerine giden arkadaşlarından pek çoğu da ölmüşlerdir.


Danişmend Gazi’nin oğlu Melik Gazi, Bağdat halifesine başvurur. O da Hora- san’da, Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’e haber gönderir, Selçuklular’ı gazâya davet eder. Tuğrul Bey Anadolu’nun fethine Süleyman Şah’ı memur eder. Süleyman Şah, Melik Gazi ile birlikte Anadolu’yu fetheder.”


Anadolu’nun fethini anlatan bu destanda Danişmendliler’e büyük yer ayrılır. Destan kahramanı Danişmend Ahmet Gazi tam bir İslâm gazisidir. Dedesi Bat- tal Gazi’nin bir benzeridir. Bütün gazâlarını İslâm uğruna yapar. En büyük ga- yesi Hristiyanlar’ı hak dinine çağırmak ve ülkelerinin İslâm nuruyla aydınlan- masına vesile olmaktır.

Battalnâme’nin devamı gibi görünen eser, ondan daha küçük, daha az olaylı ve daha basittir. Ancak, mahallî özellikleri daha çoktur.


5.2.2.4. DEDE KORKUT DESTANI:


12., 13., 14. yüzyıllarda Oğuz Türkleri’nin Doğu Anadolu’ya gelip yerleştikleri zamanlardan kalma, Türkler arasında sözlü olarak yaşamış, işlenmiş ve yayıl- mış, 12 bağımsız hikâyeden meydana gelen destan mahiyetindeki eserdir. Dün- yanın ünlü destanları arasında kabul edilir. Bu hikâyelerde Oğuz Türkleri’nin Gürcüler, Abazalar, Rumlar ve Ermeniler’le yaptıkları savaşlar ile yeni edinilen vatan toprakları üzerindeki çatışmalar anlatılır.


Hikâyelerin oluşumu ile yazıya geçirildiği tarih arasında uzun bir zaman vardır. Oğuz Boyları’nın, Akkoyunlu ve Karakoyunlu Türkmenleri’nin Doğu Anado- lu’ya gelip, oraları yurt edinmeleri 12.-14. yüzyıllar arasındadır. Oysa hikâye- lerin dili ve anlatılan tarihî olaylardan anlaşıldığına göre bu destanlar 15. yüzyıl sonu ile 16. yüzyıl başlarında bilinmeyen bir kişi tarafından yazıya geçiril- mişlerdir.


Dede Korkut Hikâyeleri’nin elimizde Dresden ve Vatikan olmak üzere iki nüs- hası bulunmaktadır. Dresden yazmasında 12, Vatikan nüshasında ise 6 hikâye vardır. Her iki kitapta da aynı olan giriş bölümünde Dede Korkut’un tanıtılması



ve Oğuz Türkleri’nin töresini yansıtan atasözleri ve çeşitli bilgiler yer alır. Giriş bölümünde ayrıca Allah’tan bahseden, Peygamber’i ve din ulularını yücelten bölümler yer alır. Bu kısımda Dede Korkut “Oğuz’un ol kişi tamam bilicisi idi. Ne derse olur idi.” şeklinde kimliği ve kişiliği anlatılır.


Hikâyelerin dışındaki Dede Korkut hakkında kesin bilgimiz yoktur. Ancak Batı Göktürkler zamanında yaşamış, manevî nüfuzu yüksek bir şahsiyet olabileceği bir ihtimal olarak düşünülebilir. Dede Korkut’un 295 yıl yaşadığı, Hazreti Mu- hammed’e elçi olarak gönderildiği, Oğuzlar arasında İslâmiyeti yaydığı da söy- lentiler arasındadır. Siriderya kıyısında, Derbend yakınlarında, Cebel-i Erba- in’de ve Ahlat’ta Dede Korkut’a ait olduğu iddia edilen mezarlar vardır. Dede Korkut Kitabı’nın içinde yer alan hikâyeler şunlardır:


1. Dirse Han oğlu Boğaç Han destanı,
2. Salur kazan’ın evinin yağmalandığı destanı,
3. Kam Püre’nin oğlu Bamsı Beyrek destanı,
4. Kazan Bey oğlu Uruz Bey’in esir olduğu destanı,
5. Duha Koca oğlu Deli Dumrul destanı,
6. Kanglı koca oğlu Kan Turalı destanı,
7. Kazılık Koca oğlu Yigenek destanı,
8. Basat’ın Tepegöz’ü öldürdüğü destanı,
9. Begil oğlu Emre’nin destanı,
10. Uşun Koca oğlu Segrek destanı,
11. Salur kazan esir olup oğlu Uruz’un çıkardığı destanı,
12. İç Oğuz’a Dış Oğuz’un âsi olup Beyreğin öldüğü destanı.


Bütün bu destanların haricinde kitabın baş tarafında “Besmele” ile başlayan bir
“Mukaddime” vardır.


5.2.2.5. KÖR-OĞLU DESTANI:


Geredeli Celâlî Kör-Oğlu Ali Ruşen’in şahsiyeti etrafında meydana gelen bu destan, Dede Korkut Destanları gibi, Oğuz Türkleri’nin, başka bir deyişle Batı Türkleri’nin üç ayrı ülkede yaşayan torunlarının müşterek millî destanları özel- liğini kazanmıştır.


Kör-Oğlu Destanı daha 17. yüzyılda İran Türkleri arasında yayıldı ve onlar tara- fından da ilgi ile karşılandı. O derecede ki, onların da millî destanları haline geldi. Destanın ortaya çıkışı hakkında çeşitli araştırmacıların değişik görüşleri vardır. Fuad Köprülü ve Zeki Velidî Togan, Göktürkler zamanında Oğuzlar’la Sasanîler arasındaki savaşların, Ziya Gökalp ise Gazneli Mahmud ile onun ne- dimi Ayvaz’ın başından geçen olayların Köroğlu rivâyetlerinin kaynağı olduğu- nu kabul ederler. Bazı yerli belgelerde Kör-Oğlu’nun Celâlî Ayaklanma-ları’na katılanlar arasında bulunduğu belirtilmiştir. O’nun İranlı ya da Ermeni oldu- ğunu ileri süren yabancı araştırmacılar da olmuştur. Prof. Dr. Faruk Sümer’in Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’nde bulduğu 1580-85 arasında yazılmış belge- lerde, Kör-Oğlu’nun adının Ruşen olduğundan, Gerede ve çevresinde devlete



karşı ayaklandığından söz edilmektedir. Faruk Sümer, O’nun daha sonra Sivas- Tokat yolu üzerindeki Çamlıbel’e yerleşerek gelip geçen kervanlardan bac (ha- raç, vergi) aldığı görüşündedir.


Kör-Oğlu Destanı’ndaki bazı motifleri dikkate alırsak, hikâyenin aslında çok eskilere dayandığı, daha sonra uğradığı değişiklik ve eklemelerle gelişerek, 16. yüzyılda gerçekten yaşamış Ruşen adındaki Celâlî’nin şahsında bir kahraman durumuna geldiği, kahramanın ölümünden sonraki 17. yüzyılda da tam bir des- tan olarak halk arasında dolaşmaya başladığı anlaşılmaktadır.


Balkanlar’dan Orta Asya’ya kadar yayılmış olan bu destanın knusu kısaca şöy- ledir:


“Bolu Beyi, seyisi Yusuf’u kendisine cins atlar bulup getirmekle görevlendirir. Ama onun cins at olarak getirdiği, henüz gelişmemiş cılız bir kısrağı görünce öfkelenerek seyisin gözlerine mil çektirir. Yusuf’un oğlu Ruşen Ali bu olayın ardından yörede Kör-Oğlu namıyla anılmaya başlar. Babasının gözlerinin açıl- masını sağlayacağı ileri sürülen üç köpüğü almak için Aras Irmağı’na gider. Ama köpükleri kendisi içer. Böylece yiğitlik ve şairlik gücü kazanır. Bu arada babasının da yardımlarıyla, cılız hayvanı bakıp besleyerek yağız bir at haline getirmiştir. Babası gözleri açılmadan ölünce Kör-Oğlu O’nun öcünü almaya and içer. Çamlıbel’e yerleşir ve Bolu Bey’ine karşı savaşa girişir. Deli Hoylu, Demircioğlu, Kiziroğlu Mustafa, Koca Bey, Köse Kenan, Reyhan Arap gibi ünlü yiğitleri kendine bağlar. “Kır At” diye andığı atı ve yiğitleriyle birlikte girdiği bütün mücadeleleri kazanır. Ezilen halkın gözünde bir kahraman durumuna yükselir.”


Kör-Oğlu Hikâyesi, Anadolu dışında Azerbaycan, İran, Türkmenistan, Özbekis- tan, Kazakistan ve Balkanlar’da da bilinir.


Osmanlı Devleti, 16. yüzyılın sonlarında eski sosyal düzeninin yıkılmasına en- gel olamamış, devlet kudretini kaybetmiş ve Türk halkı zayıf ve yoksul düşmüş- tür. İşte Kör-Oğlu bu muzdarip cemiyetin destanıdır. Celâlî Kör-Oğlu’nun şah- sında halk Osmanlı’ya başkaldırışını dile getirmiştir. Kör-Oğlu, halkın gözünde, devletin sağlayamadığı sosyal adaleti sağlayan, zenginden bileğinin hakkıyla aldığını fakirleşen halka dağıtan bir kahramandı. Kahramandan da öte, devle- tin görevini üstlenmiş bir güç timsaliydi.
 
Türk Destanları



Bütün dünya edebiyatlarında olduğu gibi Türk Edebiyatının da ilk örnekleri destanlardır. Türk edebiyat geleneği içinde "destan" terimi birden fazla nazım şekli ve türü için kullanılmış ve kullanılmaktadır.

Eski Türk Edebiyatı nazım şekillerinden mesnevilerin bir bölümü ve manzum hikâyeler, Anonim edebiyatta ve Âşık edebiyatında koşma veya mâni dörtlükleri ile yazılan veya söylenen ferdî, sosyal,tarihi, acıklı veya gülünç olayları tahkiye tekniği ile çeşitli üslûplarla aktaran nazım türüne ve bu yazıda ele alınan kâinatın, insanlığın, milletlerin yaradılışını , gelişimini, hayatta kalma mücadelelerini ve çeşitli olay ve nesnelerle ilgili sebep açıklayan ve Batı Edebiyatında "epope" terimiyle anılan eserlerin tamamı da Türk edebiyatı geleneği içinde "destan" adı ile anılmaktadır.

Bütün dünya edebiyatlarının başlangıç eserleri olan destanlar, çeşitli konularda yaradılış hikâyeleri yanında, milletlerin hayatında büyük yankılar uyandırmış bir kahramanın veya tarih olayının millet muhayyilesinde ortak sembol ve ifadelerle zenginleştirilmiş uzun manzum hikayeleridir.

Destanlar bütün bir milletin ortak mücadelesini ortak değerler, kurallar, anlamlar bütünlüğü içinde yorumladığı ve yaşatıldığı toplumun geçmişini ve geleceğini temsil ettiği için dünya edebiyatının en ülkücü eserleri olarak kabul edilirler.

Destanlar her zaman tarihî gerçekleri doğru biçimde nakletmezler. Destanlarda tarihi olay ve kahramanlar milletin ortak bilinçaltının, vicdanının istek, beklenti, doğruları ve değerleri ile idealleştirilir. Eski hatıralarla birleştirilerek tarihî gerçekmiş gibi anlatılırlar. Her milletin millî kimlik ve nitelikleri, ortak dünya görüşü , hatıra ve beklentileri yanında kusurları ve yanlışları da destanlarına yansır.

Cihangirlik tutkusu, kuvvet, binicilik ve savaşçılık yanında verdiği sözde durma , acizlere ve mağluplara hoşgörü ile yaklaşma, yardımcı olma Türk destanlarında dile getirilen ortak değer ve kabullerdir.

Türk destanları, kâinatın, insanın, kadının ve erkeğin yaradılışı, Türk milletinin doğuşu, çeşitli Türk devletlerinin kuruluş gelişme, çöküşleri, zafer ve yenilgileri gibi konularla beraber pek çok sebeb açıklayıcı efsaneyi de içinde barındırır.

İlk örneklerinin manzum olduğu kabul edilen Türk destanlarından Kırgız Türkleri arasında yaşayan Manas destanı dışında bütünüyle günümüze gelebilen örnek bulunmamaktadır.

Diğer Türk destanları çeşitli kaynaklarda özet, epizot, hatıra, kısaltılmış seçme metinler halinde bulunmaktadır. Türk tarihine ana hatlarıyla bakıldığında Türk hayatı fetihlerle başlamış ve yeni toprakları yurt edinerek gelişmiştir. ilk anayurt olan Orta Asya hiç bir zaman terk edilmemiştir. Türk halkları ilk anayurt olan Orta Asya'dan itibaren dünya coğrafyası üzerinde geniş alana yayılmış ve bugün yedi Türk cumhuriyetinde, pek çok özerk toplulukta ve çeşitli devletlerin idaresinde azınlık halinde yaşamaktadır.

Türk kültürü de tarih ve coğrafyadaki çok boyutluluğa paralel olarak çeşitlenmiş farklı seviye ve birikimlerle zenginleşerek ve farklılaşarak ancak ilk kaynaktan gelen ortaklıklarını sürdürerek günümüze ulaşmıştır. Bu sebeple Türk destanları da tarihî ve coğrafî çok boyutluluğun getirdiği dil ve kültür dairelerine paralel olarak çeşitlenmiştir.
 

Bu konuyu görüntüleyen kullanıcılar

Geri
Üst Alt