Türklerde Din

Din

Bozkır Türk halkının, sosyal muhteva bakımından daha ziyade siyasî karakterde bir topluluk teşkil ettiğini ve din adamlarının, yerleşik kültürdekilerde, çöl ve orman kavimlerinde görünenin aksine olarak, Türkler arasında mühim rol oynamadığını belirtmiştik. Ancak bu durum eski Türk sosyal hayatında dinin mevcut olmadığı gibi bir garip mana çıkarılmamalıdır.


Totemcilik Meselesi


Eski Türkler’de totemciliğin var olduğu ileri sürülmüş delil olarak da Kurt’un ata tanınması, bu hayvana karşı saygı duyulması başta olmak üzere, 19. yüzyılın 2. yarısında Orta Asya Türkleri arasında tespit edilen “ata”larla ilgili ve totemcilikteki “şuringa”yı andıran Put-fetişler (Altaylılar’da töz’ler, Yakutlar’da tangara’lar) vb. gösterilmiştir. (Asya Hunları’nda totemcilik izleri, “altun put”, Gök-Türkler’de keçeden kesilmiş Tanrı tasvirleri), Reşid’üd-din, Camiü't-Tevarih adlı eserinde (18. asır ilk çeyreği) 24 Oğuz kabilesini sıralarken, her dört kabile için bir kuşu “ongon” (Türkçe uğur ifade eden ong sözünden; totem manasına) olarak belirtilmektedir. Ancak bütün bunları eski Türkler’de totemcilik inancının mevcut olduğuna dair gerçek deliller olarak kabul etmek mümkün değildir.

Çünkü totemcilik sadece, bir hayvanı ata tanımaktan ibaret değildir. Bir inanç sistemi olarak onun sosyal ve hukukî cepheleri de vardır ki, sistemin yaşaması için bu şartların tamam olması gereklidir.

Totemcilikte “ana hukuku” cari iken, Türk ailesi esasta, baba hukukunun ağır bastığı “pederî” karakterde idi. Bir klan dini olan totemcilikte mülkiyet ortaklığı olduğu halde, Türkler’de hususî mülkiyet büyük rol oynuyordu. Totem inancında aynı toteme bağlı olanlar birbirleri ile akraba sayılır. Halbuki Türkler’de kan akrabalığı vardır. Totemci klanda “asalak” ekonomi (avcılık ve devşirme) bulunurken, Türk ekonomisi hayvan yetiştiricilik ve ziraat üzerine kurulu idi. Totemci topluluklarda her klan ata tanıdığı ayrı bir totemi bulunur.

Türkler’de ise, bütün bir kavmin kutlu saydığı bir hayvan mevcuttur. Totemcilikte, ayrıca yalnız hayvanlar değil, mesela bir taş parçası, yağmur suyu vb. totem olabilir. Türkler’de Kurt’un saygı görmesi ise, yüz binlerce baş sürülerin otladığı bozkırların korkulu hayvanı olmasından ileri geldiği düşünülebilir ki, bunun temelinde dini bir tasavvur keşfetmek müşküldür. Kurt efsanesinin toplayıcı bir vasfa sahip bulunması, klanları birbirinden ayıran ve onları karşı karşıya koyan totemcilik anlayışına aykırı düşmektedir. Klanda her fert totemin adını taşır. Türkler’de her ferdin, her ailenin ayrı adı vardır.

Eski Türkler’de “Kurt-ata”nın yaşadığı yer kabul edilen mağarada belirli törenler tertiplemek geleneği, Kurt’un vücudu ile değil, mazisi karanlıklara karışmış eski bir hatıranın canlandırılması ile ilgilidir. Nihayet klan, totemcilikte ruh’un ölmezliğine inanılmadığı halde, kainatı bile ruhlar dünyası olarak bilen eski Türkler’de dini inancın temellerinden birini ruh’un ebedîliği teşkil eder ve bu sebeple ataların ruhlarına adaklar adanır, kurbanlar kesilir.

“Ongon” tabirine gelince, bunda Moğol tesirini sezmek mümkündür. Çünkü bir orman kavmi olan Moğollar, aslında “asalak” ekonomiye bağlı, ailede “ana hukuku”nun hakim olduğu, aynı zamanda “totem” telakkisi içinde yaşayan bir topluluk idi. “Ongon” sözünün kökü ong Türçe olsa bile, tabir olarak “ongon” Türkçe değildir ve gerçekten de Moğollar’dan önceki Türk dili vesikalarının hiç birinde (Kitabeler, Uygurca metinler), geçmemektedir.

Oğuz boylarının “ongon”ları olarak gösterilen kuşlar da, Moğol tesirinden önceki devirlerde aynı Oğuz boyları listesini veren Kaşgarlı Mahmud’un eserinde (burada Reşidü’d-din’deki damgalar aynen mevcut olduğu halde) yoktur.

Bununla beraber, eski Türkler’de “Kartal” inancının mühim bir yer tuttuğu anlaşılıyor. Orta Asya’da M.Ö. 2. bin başları olarak tarihlenen Kurat kurganı içinde bir kartal pençesine rastlanmış, Kül-Tegin’in bütünde serpuşun ön tarafında kanatları açık bir kartal kabartması yapılmıştır. Bugünkü çeşitli Asya Türk topluluklarında da Kartal’ın mühim yeri dikkat çekicidir. Yuvasını yalçın kayalar üzerine yapan, çok yükseklerde uçan kartalın aynı zamanda avcı kuşlar türünden olması ona kutsallık izafesine sebep teşkil etmiş olabilir ve belki de bu sebepten, ilk ve ortaçağlardan itibaren çok yaygın görünen (eski doğu kavimlerinde, İslav devletlerinde, Bizans’da, Batı devletlerinde) ve doğu menşeli olduğu kabul edilen, hâkimiyetin timsali Kartal’ın Türk aslından geldiği ileri sürülmüştür.



Şamanlık Meselesi

Bozkırlar sahasındaki dini inanışların Şamanlığa bağlanması adet haline gelmiştir. Eski Türk inancının Şamanlık olduğu kanaati 19. asrın 2. yarısında Orta Asya Türkleri arasında yapılan araştırmalar neticesinde iyice yerleşmiştir. Gerçekten de bilhassa Yakutlar’la Altaylar daha uzun zamandan beri bu inanca bağlı görünmektedir. Ancak buralarda dünyanın ve insanın yaratılışı ile ilgili rivayetlerden hiç biri Türkler’in kendi düşünce mahsulleri olmayıp, çeşitli dinlerden gelen tesirlerin bir birlerine karışmasından meydana gelmiş bir tasavvurlar örgüsüdür. Mesela rivayetlerde zikredilen has isimler, birkaçı dışında, hepsi yabancıdır. Kuday, Kurbustan, Körmüs, Maytere, Mangdaşire, Burkan, Matmas vb. Adem-Havva ve yasak meyve hikayesini andıran motifler, bazı tabirler (mesl. Tamu=cehennem), kıyamet, tufan rivayetleri de hep böyledir. Uzmanlarınca belirtildiği üzere, bu Orta Asya dinî gelenekleri başta Budizm olmak üzere Hind, İran, Yunan, Yahudî efsaneleri ile, belki eski Türk nitelemelerinden bazıları kırıntıların da katıldığı, Moğol devrinde peydahlanan bir takım hikayelerin birbiri içine girmesinden teşekkül etmiş olduğu için bunlardan Altay, Yakut şamanlığındaki asıl tasavvuru, yani Şaman Türk’ün dinî düşüncesini bulup çıkarmak hemen hemen imkansız görünmektedir.

Şamanlık inancı üzerinde en derin araştırmayı yapmış olan M. Eliade, bütün orta ve kuzey Asya topluluklarında dinî faaliyetlerin hepsinde “icracı” durumunda olmadığı, birçok törenlere, meselâ Tanrı’ya kurbanlar sunuluşunda Şamanların katılmadığı, hatta her aile reisinin bu işi yapabildiğini, ayrıca, sıhrî dini hayat Şamanlıktan ibaret olmadığından, her sihirbazın da “Şaman” sayılmadığını ve şamanlıkta hastalara şifa vericilik esas unsurlardan olmakla beraber, her “tabip”in “şaman”lıkla tanımlanamayacağını belirtmek gerekir. Böylece şamanlık bir “vecd” hali olarak tanımlanır.

Bununla beraber, yine dinler tarihinde ve din ontolojisinde görülen çeşitli “vecd” hallerinin hepsi de şamanist “vecd”e dahil değildir. Şaman, her şeyden önce, kendi hususî usulleri vasıtası ile kazandığı “vecd” hali içinde, ruhunun, göklere yükselmek veya yer altına inmek ve oralarda gezip dolaşmak üzere, bedeninden ayrıldığını his eden bir “trans” (aşkın) ustasıdır.

Bu esnada bir alet durumuna düşmekten uzak, aksine kendisi ruhları hüküm altına alarak ölülerle, şeytanlarla, cin ve perilerle irtibat kurmağa muvaffak olur. Hastalanan (ruhları çalınan) kimselere şifa vermesi, ölülerin isteklerini yerine getirerek zararlarını önlemesi, insanların dert ve dileklerini arz etmek üzere gökteki ve yer altındaki tanrıların yanına giderek aracılık yapabilmesi böyle mümkün olmaktadır. Bu hususiyetleri ile iptidaî topluluk üzerinde korku ve saygı uyandıran Şaman, “insan ruhunun mütehassısı” olarak hak kütlesinin maneviyatına nezaret eder. Fakat fonksiyonu, diğer umumî dinî-sıhrî itikatların temsilcileri ölçüsünde kapsamlı değildir. Ruhun vasıtasız olarak müdahale etmediği hastalık (ruhun kaybolması), ölüm veya talihsizlik bahis konusu olmadığı veya bir kurban töreninde her hangi bir “vecd” tekniğinin (göğe veya yeraltına seyahat) yer almadığı hallerde şaman’a iş düşmez (Şamanlık dünyanın her yerinde, eski çağların bütün kavimleri ile iptidaî topluluklarda mevcut bulunmuş ve orta ve kuzey Asya Türk ülkelerine sonradan Asya’nın güney bölgelerinden gelmiştir).

Görülüyor ki dinden ziyade bir sihir karakteri ortaya koyan ve esasen bir bozkır inanç sistemi olmayan Şamanlığın tarihi Türk topluluklarında görülen ve aşağıda bahis konusu edeceğimiz Tanrı ve “yer-su” inançları ile bir ilgisi mevcut değildir. Bu ilginin var olabileceği intibaını uyandıran, Türkçe din adamı manasındaki “kam” ile “şaman” kelimesinin aynı olduğu yolundaki eski bir iddia da, bizzat “şaman” tabirinin bir Hind-İran dilinde keşfedilmesi ile geçerliliğini kaybetmiştir. Ancak Türk inancı ile Şamanlık arasında hayret edilecek bir intibak hasıl olmuş ve bu bilhassa Türkler’deki atalar kültünün, kartal inancının, demirciliğin ve at kurbanın “Şamanik” vasıf kazanmasında dikkati çekmiştir.

Esasen Şamanlığın en büyük hususiyeti nüfuz ettiği bölge halkının ruh alemine bürünme kabiliyetidir: “Vecd”, ruhun gezip dolaşması, tanrılarla irtibat kurması mevzuunda, eski Türk topluluğunun tabiata atfettiği gizil kuvvetleri istismar etmiş, yavaş yavaş gelişerek, ona yeni unsurlar ekleyerek, bütün bir maneviyat alemini belirli bir kadro içine almayı başararak, adeta bir din sağlamlığı kazanmıştır. Mamafih bu dıştan tesir yalnız eski Türk dinine mahsus değildir. Din tarihçilerine göre, her dinde bu türden tesirler, birleşmeler, yenilenmeler görülmektedir.

Bozkır Türkleri’nin dinini şu üç noktada toplamak mümkündür.

Tabiat Kuvvetlerine İnanma
Eski Türkler tabiatta bir takım gizli kuvvetlerin varlığına inanıyorlardı: Dağ, tepe, kaya, vadi, ırmak, su kaynağı, ağaç, orman, deniz, demir, kılıç, vb. Bunlar aynı zamanda birer ruh idiler. Ayrıca güneş, ay, yıldız, yıldırım, gök gürültüsü, şimşek gibi tanrılar tasavvur edilmiştir. Ruhlar iyi-kötü, yani iyilik seven, fenalık getiren olmak üzere iki gruba ayrılıyordu. Erkek tanrılar yanında bir de “Umay” denilen bir tanrıça vardı. Fizikî çevrede görülen tabiat ârıza ve hadiselerinin böyle telakki edilmesi “Halk dinleri” eski Yunan ve Roma dahil bütün eski kavimlerde umumîdir, hatta hayat tarzı üzerindeki tesirlerine göre bu ruhlar ve tanrılar, çeşitli topluluklarda değişik şekilde ehemmiyet taşırlar

Asya Hunları ilkbaharda (Mayıs ayında) Lung-çu bölgesinde ve sonbaharda atalara, tabiat tanrılarına kurbanlar keserlerdi. Hükümdar tan-hu, gündüz güneşe, gece tolun aya ta’zim ederdi. Hunlar, Göktürkler, Uygurlar teşebbüslerinin isabetini ayın ve yıldızların hareketleri ile kontrol ederlerdi. Tabgaçlar’da da ilk ve sonbaharlarda atalara kurban sunulur, tapınak makamındaki “taş-ev” içinde kesilen kurbandan sonra, civara kayın ağaçları dikilirdi ki, bunlardan kutlu ormanlar meydana gelirdi. Göktürkler kurt-ata mağarasının önünde tanrılara kurban takdim ederlerdi. Avrupa Hunları’nda, çoktan kaybolmuş “savaş tanrısı”nın kılıcı bulunarak Attila’ya teslim edilmiş, ve bu, Hun hükümdarının dünya hakimiyetine alâmet sayılmıştı. Ölüm halinde yas törenleri yapılır, kırda ise, ölü çadırın etrafında süratli atlarla dolaşılır, saç-baş dağıtılır, yüz, kulak bıçakla çizilerek kan akıtılır, ayrıca yemek verilirdi. Bu törenlere “yoğ” deniyordu.

Bizans kaynaklarının kayıtlarına göre, Türkler ateşe de tazim etmekte idiler. Fakat bunun yalnız Göktürkler zamanında ve hatta sadece Batı Göktürk bölümünde görülmesinden anlaşılıyor ki, bu, İran Mazdeizmi’nin (Zerdüşt’lüğünün) tesiri olup henüz Türkler arasında yayılmış değildi.

Tabiat ruhlarına Göktürk çağında, kitabelerde görüldüğü gibi, Yer-su “yir-sub”lar deniyordu. Bu tabir “yer-suv” şekliyle Uygurlar’da da vardı. Yer-su’lar kutsal “iduk” sayılıyorlardı. Kitabelerde yalnız iki yer-su’nun adı zikredilmiştir: “Idux Ötükan” ve “Tamıg ıduq baş”. Bunlardan ilki, bilindiği gibi “kaganlık” merkezi (bunun Moğol toprak tanrıçası Atügan ile ilgisi olmamak gerekir, zira Türkler’de toprak tanrıçası yoktur, ancak bölge sonraları, Moğollar zamanında böyle itibar edilmiş olabilir), diğeri de kutsal Tamıg (Tamır suyunun) kaynağıdır. Aslî Türk kültüründe bütün yer-su’lar maddî değil manevî kuvvet olarak tasavvur edildiklerinden, kendileri ile ilgili mitolojiler teşekkül etmemiştir.



Atalar Kültürü
Ölmüş büyüklere tazim, atalara saygı, baba hakimiyetinin inanç sahasındaki belirtisi olarak görülmektedir. Bunun sosyal ve iktisadî şartlar dolayısıyla, eski orta ve kuzey Asya kavimlerinde bulunabileceği hakkındaki düşünceler Türkler yönünden tarihî kayıtlarla kesinleşiyor. Yukarıda söylendiği gibi, Asya Hunları ilk baharda (18 Mayıs) atalarının ruhlarına kurban sunarlardı.

Atalara ait hatıraların kutlu sayılması, Türk mezarlarına yapılan tecavüzlerin ağır şekilde cezalandırılmasından anlaşılıyor. Attila’nın 2. Balkan seferinin bir sebebi de Hun hükümdar ailesi kabirlerinin Bizans’ın Margus piskoposu tarafından açılarak soyulması idi. M.Ö. 79 yılında benzer bir tecavüz hadisesi tan-hu’yu Moğol O-huan’lara karşı savaşa zorlamıştı.

Moğollar’ı ve Bizanslıları bu hırsızlık teşebbüslerine sevk eden sebep eski Türkler’de ölülerin silahları, kıymetli eşyası., bazen tam teçhizatlı atları, kadınların mücevherleri ile birlikte gömülmesi idi. Böylece öteki dünyada rahat yaşamalarının sağlandığı düşünülüyordu. Türkler gibi, atalar kültüne sahip diğer kavimlerde bu inanç, ölen bazı kudretli kimselerin yarı tanrı sayılmasına kadar ileri gitmiş iken ve bunlar ve diğer tanrılar için insan kurban edilirken. Türkler’de böyle adetlerin görülmemesi dikkat çekicidir. İbn Fadlan’ın, ölen Hazar hakanının hizmetçilerinin de kesildiği yolundaki haberi, hakan ve umumiyetle Hazarlar hakkında gerçeklerle bağdaşması müşkül diğer haberlerin çoğu gibi, doğruluktan uzaktır. Eski Türkler arasında insan kurban edildiği intibaını uyandıracak bazı kayıtların, iyi bir araştırma sonuncunda, bu manaya alınabilmesinde ancak zorlama yoluna gidilmek gerektiği anlaşılıyor. Asya Hunları için, Çin yıllıklarındaki ölünün “yakınları tarafından takip edilmesi” ibaresi tefsir yolu ile bu neticeye ulaştırılmak istenmiştir.

Halbuki, kaynak, hiçbir engel bahis konusu değilken, “insan kurbanı”nı açıkça kaydetmediği gibi, eğer gerçekten mevcut ise, bu adetin Hun İmparatorluğunda yaşayan kesimlerden hangisine ait olduğu da açıklanmış değildir. Diğer taraftan Attila’nın ölümü ile ilgili olarak Jordanes’in –hadiseden takriben 100 sene sonra- kütle halinde insanların öldürüldüğü hakkındaki haberi de, bu yazarın mensup olduğu sanılan Vizigotlar’da asırlardan beri mevcut kurbanı motifinin tekrarı gibi görünmektedir. Attila’yı gömenlerin, mezarının yeri bilinmemesi için öldürülüp gömüldükleri hususu ise, Türk kültürü anlayışının dışında kalan bir durumdur, çünkü, hem bazı milletlerde görülen bu adetin tersine Türkler mezarlarının üstüne tümsek yaparlar ve hatta taşlar (balballar) dikerlerdi.

Türkler insan kurban etmedikleri gibi, hükümlerini yürüttükleri yerlerde insan kurban adetini kaldırmağa çalışmışlardır (Mesela, Soğd’da) .

Eski Türkler’de kurban olarak hayvan kesilirdi. Hayvan cinsinden de erkek’ler seçilirdi (koyundan koç, deveden buğra, attan aygır). En makbul olan at iskeletine bozkır-Türk kavimlerine ait mezarlarda çok sık rastlanır. Bundan dolayı Asya Hun İmparatorlarına ait kurganlarda at cesetlerine tesadüf edilmiştir (Mesela Altaylar’da Pazarlık mevkiinde).



Gök-Tanrı Dini
Bozkır Türk topluluğunun asıl dini bu idi. Eskiçağlarda başka hiçbir kavim ile iştiraki olmayan bu inanç sisteminde Tangri (Tanrı) en yüksek varlık olarak itikadın merkezinde yer almıştı. Yaratıcı, tam iktidar sahibi idi. Aynı zamanda “semavî” mahiyeti haiz olup, çok kere “Gök-Tanrı” adı ile anılıyordu. Gök-Tanrı telakkisinin, toprakla ilgisi olmadığı için, avcu, çoban ve hayvan besleyici topluluklara mahsus bulunduğu, bu itibarla kaynağınin Asya bozkırlarına bağlanması gerektiği umumiyetle araştırıcılar tarafından kabul olunmuştur

Orta ve kuzey Asya toplulukları için karakteristik bir sistem olan Gök-Tanrı, doğrudan doğruya “bütün Türkler’in ana kültü” durumundadır.

Gök-Tanrı itikadının esaslarını başta Orhun kitabeleri olmak üzere, eski Türk vesikalarından az çok tespit etmek mümkün oluyor. Tonyukuk kitabesinde çok zikredilen Tangri bazen “türk tangrisi” şekliyle o çağlarda “milli” bir Tanrı olarak görünmektedir. Göktürkler’in bir “hakanlık” kurması onun isteği ile olmuştur. Hakan, Türkler’e onun tarafından verilmiştir. Yani Tanrı Türk halkının istiklali ile alakalanan bir ulu varlıktır. Savaşlarda onun iradesi üzerine zafere ulaşılır. Türk’ün ve umumiyetle insanların hayatına Tanrı vasıtasız müdahale eder. Emreden, iradesine uymayanı cezalandıran Tanrı bağışladığı kut ve ülüg (kıymet)’ü layık olmayanlardan geri alır.

Ulu Tanrı şafak söktürür bitkiyi canlandırır. Ölüm de onun iradesine bağlıdır. Can veren tanrı, onu isteğine göre gelir alır (“Kül-Tegin vadesi gelince öldü. Kişioğlu ölmek için yaratılmıştır” Kitabeler). “Kara-yol (kanun, hak) Tanrı’dır. Kırılanları birleştirir, yırtılanları birbirine ular... İnsan diz çökerek Tanrı’ya yalvarır, kut isterse verir, atlar çoğalır, insanı yalancıyı Tanrı bilir. Bulgarlar Hıristiyanların (Bizanslılar’ın) iyiliği için çok çalıştılar. Onlar bunu unuttu. Fakat Tanrı biliyor”. İnsanlar fani, tanrı ebedîdir (Bulgar kitabesi).

Ne kadar dikkate değer ki daha geç devirlerde Türkler arasında yayılan iptidaî şamanlık eski Türk Gök-Tanrı telakkisine dokunamamıştır.

Türkler’de Tanrı düşüncesinde maddî gökyüzünde manada ulu varlık’a doğru bir gelişme dikkati çeker. Orhun kitabelerinde Türk kozmogonisini tek cümle içinde açıklayan bir ifade şöyledir: “Üze kök Tangrı asra yagız yir kılındıkta ikin ara kişi oğlu kılınmış...” (Yukarıda mavi gök, aşağıda yer yaratıldıkta, ikisi arasında insanoğlu yaratılmış...). Burada “kök-Tangri”nin, gökyüzü olduğu aşikârdır. O halde Gök-Türk çağında, dünyayı kaplayan, yeryüzünde herşeyi hükmü altında tutan sema’nın bozkırlı gözünde Tanrı kabul edilmesi mümkündür.

10. asır Oğuzlar’ında da benzer bir telakki göze çarpar. İbn Fadlan’ın naklettiğine göre, Oğuzlar’dan biri haksızlığa uğradığı yahut hoşlanmadığı bir iş başına geldiği zaman, başını göğe kaldırarak “Bir Tanrı”der. 13. asır Uygur’ları da Tanrı’nın insan veya herhangi bir tasvir şeklinde cisimlendirilemeyeceğine inanıyorlardı. Demek ki, asli Türk itikadında putçuluk yoktu.

Kitabelerin bir yerinde Tanrı ile “yer” eşit fonksiyon icra eder gibi görünmekle beraber (“yukarıda Tanrı, aşağıda yer buyurduğu için” Kitabeler), Gök-Tanrı’nın çok eski zamanlardan belki -Hunlar’dan- beri tek ulu varlık’ı temsil ettiğine dair deliller vardır.

Hunlar devrinde, üstelik 6-8, asırlarda artık fonksiyonunu kaybetmiş olan güneş, ay, yıldız tanrılar da mevcuttu. Ancak bu durum Gök-Tanrı’nın, tıpkı semavi dinler (Musevilik, Hristiyanlık, İslamlık) deki gibi, tek kudret olduğu keyfiyetini gölgelendirmez. Çünkü dinler tarihinde tesbit edilmiştir ki, hiçbir din, hiçbir devirde tek itikad ve amelden ibaret olmamış, “hiçbir Tanrıya tek başına itaat edilmemiş” ve Tanrı daima kutsal sayılan ikinci derecede, yan varlık inançları ile çevrilmiştir (Semavi dinlerde Tanrı = Allah ile beraber azizlere, meleklere, resullere, kitaplara da iman edilir).

Türkler’de de Gök-Tanrı yanındaki: Hun devrinde güneş, ay, yıldızlar ve Gök-Türkler çağında, yer ve yer-su’lar böylece kutsallar (“aziz’ler) durumundadır (bu sebeple V. Thomsen “yer-sub” tabirini “saints” = azizler diye tercüme etmişti). 7. asır Bizans tarihçisi Th. Simocattes, Gök-Türkler’in kutsal saydıkları ateşe, suya, toprağa tazim ettiklerini, fakat yalnız, yerin göğün yaratıcısı bildikleri Tanrı’ya taptıklarını belirtmiştir. Yeryüzünde mevcut dinlerde “uluhiyet” konusunda araştırmaları ile tanınmış W. Schmidt’e göre de, daha Hunlar’da tek tanrılığa doğru oldukça ileri bir gelişme gözlenen Gök-Tanrı dininde, Tanrı, Gök-Türkler devrinde manevi, büyük bir kudret haline yükselmiş bulunmakta idi. Tiflis’li St. Abo (790’lardı) Hazarlar’ın “bir yaratıcı Tanrı” tanıdıklarını söylemiştir. Hazar başkentine, Bizans’tan St. Cyrill ile mülakatı sırasında (862’de) hakan, hıristiyanların Tanrının “üçlü kişiliği”ne (Trinity) inandıkları halde kendilerinin (Türkler’in) tek Tanrı’ya iman ettiklerini belirtmişti.

Bulgar Türkleri de yaratıcı tek Tanrıya inanıyorlardı. Burada yanlış bir tefsiri önlemek için belirtelim ki, eski dinlerde görülen, sema ile ilgili inançlarda tanrılar (Babil’de Şamas, Pamir’de Arso, Azizo, Baolsamin, Mısır’da Amon-re, İran’da Ahura, Hind’de Varuno, Roma’da Mithra vb.) hep güneşi, ayı, yıldızları temsil etmişler iken, Türkler’in dininde, bunlara ikinci planda yer verilerek, bizzat Gök, Tanrı sayılmıştır. Gök dinini bütün öteki dinlerden ayıran bu hususiyet, bu inanç sistemini, Orhun kitabelerinde ifade edildiği gibi, Türkler’in “millî” dini haline getirmiştir. Nitekim Tanrı kelimesi de bunu gösterir.

Tanrı tabiri, aşağı yukarı, bütün Türk lehçelerinde mevcuttur ve Türkçe’nin temel kelimelerinden biridir.

Eski Türk din adamlarına umumiyetle “kam” deniyordu. Türk lehçelerinde bu kelime de yaygındır ve ilk olarak Avrupa Hunları’nda görüldüğü bildirilmiştir (Atakam, Eş-kam). Gök-Tanrı dininin ne amel (ibadet) şekilleri ve “tangirilik” denilen tapınakları, ne de “tangrilik” (Irk bitig) adı verilen din adamları kesimi hakkında başkaca bir şey bilinmiyor.



Diğer Dinler

Tarihte çeşitli Türk kütleleri, bulundukları çevreye göre çeşitli dinlere de girmişlerdir ve bu durum, İslamiyet hariç Türk kavimleri üzerinde menfî tesirler doğurmuştur. Asya Hunları’nın, Budizm ile, Avrupa Hunları’nın Hıristiyanlıkla pek alakaları olmamış ise de, Çin’de devlet kuran Tabgaçlar Budizm tesiri ile, 495 yılından itibaren “millî” unsurları yasak etme neticesinde Çinlileşmişlerdir. Bununla beraber, Tabgaçlar Budist sanatta yeni bir devir olan “Wei” sanatının geliştiricisi olmuşlardır (Yung-kang ve Long-men Buddha heykelleri).

Göktürkler devrinde Budist rahip seyyah Hiuen-Tsang bütün Batı Göktürk sanatını bir Budistler memleketi olarak tasvir etmekte ise de, Türk halkının bu dine karşı direndiği ve II. Göktürk Devleti’nce Budizm’in reddedildiği malumdur. Ancak Uygurlar zamanında Maniheizm Türkler arasına girmiş ve bilhassa Uygurlar’ın Türkistan’daki hakimiyetleri devrinde iyice yerleşmiştir. Göktürk yazısı değiştirilmiş, yerine Soğd menşeli ve tamamen başka karakterde Uygur yazısı kullanılmıştır. Sonra Budizm’in de yayıldığı bu sahada Uygur tarihi artık yerleşik kültüre bağlanmış sayılmak gerekeder.

Uygurlar bu kültürün de en iyi temsilcilerinden bir olmağı başarmışlardı. Maniheist ve Budist eserlerin Uygurca’ya tercümesinden doğan zengin bir dini ortaya çıkmıştır. Bunlardan bir kısmı resimli ve ciltli olarak, Bin-Buddha mağara tapınaklarında bulunmuş olup, aralarında, 10. asır başlarında Göktürk alfabesi ile yazılmış kehanet kitabı Irk-bitig dikkati çekenlerden biridir.

Bir kısım Türkler de Museviliğe (Hazarlar) ve Hıristiyanlığa girmişlerdi. Türk nüfusunun çoğunluk meydana getirdiği sahalarda bir menfi tesiri görülmeyen bu yabancı dinler, bu imkanın mevcut olmadığı bölgelerde Türkler’in silinip kaybolmalarına sebep teşkil ettiği gibi (Doğu Avrupa’da ve Balkanlar’da: Hazarlar, Peçenekler, Uzlar, Kumanlar), 1000 tarihinden itibaren Ortodoksluğu kabul eden Bulgarlar’ın kısa zamanda Türklüklerini kaybetmeleri neticesini vermiştir. Yalnız İslam dinidir ki Türkler’in kadim inançları ile bazı bakımlardan uygunluk göstermesi dolayısıyla Türklüğü takviye eden bir din durumundadır.
 

Bu konuyu görüntüleyen kullanıcılar

Geri
Üst Alt