SULTAN I. ABDULMECİD
(1 Temmuz 1839–25 Haziran 1861)
Sultan Abdülmecit babası İkinci Mahmud’u verem edip, ölümüne sebep olan kargaşa yaşanırken, artık “Cihan Devleti” diyemediğimiz Osmanlı’nın tahtına oturdu. 17 yaşındaydı. Daha önceki padişahların başlatıp, babasının devam ettirdiği batılılaşma veya modernleşme modasının rüzgârlarıyla büyümüş, yetişmişti. Doğudan çok batıyı tanıyordu. Fransızca biliyor, batı musikisi dinliyordu. Debdebeden hoşlanmıyordu.
Nizip’te Osmanlı ordusunun bozulduğunu, ilk acı haber olarak aldı. Bu, bir büyük devletin, valisine yenilgisi idi. Genç padişahı ne kadar sarsmıştır, Allah bilir.
İkinci önemli acı haberde, müjdelere ihtiyacı olduğu o günlerde geldi. Sultan Mecid Mehmed Emin Rauf Paşa’yı azledip, Koca Husrev Mehmed Paşa’yı sadrâzam tayin etmişti. Kapdan-ı derya Girit’li Ahmed Paşa kendisini bu görev için hazırlamış, gün sayıyordu. Donanma Çanakkale’de hareketsiz beklerken, Sultan Mahmud’un ölümü, Mecid’in tahta çıkışı ve Rauf Paşa’nın sadrâzam oluşu, yaşanıyor. Yeni pâdişâh, Mısırlı Mehmed Ali Paşa ile savaşmak yerine, sulh ile neticeye varmayı, yeğliyor, hakkındaki idam kararını kaldırıp, af ediyor, Kapdan-ı Derya Ahmed Paşa’ya da sefere çıkması emrini gönderiyor.
İsmail Hami Danişmend’in Rum dönmesi dediği, Ahmed Fevzi Paşa, rakibinin sadrâzam olmasını hazmedemiyor, gemileri harekete geçiriyor fakat dümeni İskenderiye’ye çeviriyor. Yani Mehmed Ali Paşa’ya iltica ediyor. “O tarihten itibaren “Hain” ve “Firari” lâkaplarıyla anılan Rum dönmesi Ahmed Fevzi’nin bu şeni ihaneti Mehmed Ali’nin vaziyetini son derece takviye etmiş olduğu için, Mısır’ın elden çıkmasında mühim bir âmil sayılır.”
“12 yıl önce Navarinde yakılan donanmanın yerine, Sultan Mahmud’un binbir fedâkârlıkla meydana getirdiği yeni donanma da elden gitmiş, Türk sahilleri açık kalmıştı. Mısır donanması da İngiltereden sonra, dünyanın en kuvvetli deniz gücü olmuştu.”
Baba’nın zamanında başlayıp, evladın ilk saltanat günlerinde neticelenen bu kayıpların, kısa zamanda telâfisi mümkün değildi. Devletin önünde uzun yıllar, yapılmayı bekleyen büyük işler sıradaydı. Yine Baba’dan evlada intikâl eden, tamamlanmayı bekleyen yenileşme hareketlerinin önemli merhaleleri vardı. Sultan Mecid’in ileriye bakmak, yarınları kurtarmak için ilk adımı atması yakındı.
Bab-ı Âli’ye Bir Nota
Mısır meselesi birkaç devleti de ilgilendiriyordu. Dünya hiç kimsenin yalnız yaşamasına müsait değil. Bir devletin mutlaka başka bir devletle münasebeti, kâr ya da zarar ilişkileri vardı. Mısır’da türeyen Mehmet Ali Paşa yeni bir problemin adı oldu. Öncelikle Osmanlı Devleti için kara bela sayılan Mehmed Ali tavizlerle durdurulmak istendi. “Mısır senin” dendiği zaman ne kadar sevineceği düşünülen Mehmed Ali Paşa’ya Akif Paşa gönderildi. Nizip’te Osmanlı ordusu bozguna uğratılmış, Mehmed Ali Paşa’nın hisseleri değer kazanmaya başlamıştı. Mısır’ın zaten kendisine ait olduğu fikrinden hareket eden vâliye göre bu teklif abes idi. Kara askeri iflas etmiş, donanması kendisini terk etmiş, başta, 17 yaşının içinde ve de devlet idare etme kabiliyetinden yoksun olduğu iddia edilen bir çocuk varken, çok şeyler alabilmeliydi Kavalalı.
Sultan Mecid’in saltanatının yirmiyedinci günü Avusturya Başvekili Metternich’in teklifiyle bir araya gelen İstanbul’daki büyük devlet elçileri bir nota vermişti. Mehmet Ali Paşa Suriye’yi ve yeni zaptettiği Maraş Paşalığını, bir de hiç sevmediği Hüsrev Paşa’nın sadâretten uzaklaştırılmasını istedi.
Verdikleri notada aracılık teklif eden devletlere Bab-ı Âli “sizin vereceğiniz karara uyacağız” dedi.
Kısmen Yorga Tarihi’nden nakledilen yukarıdaki manzara, Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu durumu bir nebze de olsa özetliyor. Kara ordusu yok denecek seviyede, donanma Hain Ahmed Paşa tarafından kaçırılıp Mısır’a iltica etmişti, dolayısıyla devlet bu hususta fakir. Askerî yönden böyle iken, baştaki pâdişâh toy bir delikanlı. Muhatap olunanlar ise dünyanın en büyük devletleri.
Yenilenme hareketleri imkânlar nispetinde devam ediyor. Sultan Mecid’in Batı tarzı yeniliklere hayranlığı olduğu belirtilmişti. Şehzadeliği döneminde aldığı kültürle Doğu asilzadesinden daha fazla Garb prenslerine benzediği dikkat çekiyordu. Pâdişâh olarak Doğulu sayılsa da, atacağı adımlar Batı’yı gösteriyor.
Sultan Mecid’in yanında, istediği istikamete yol almasına çalışacak bir isim var; Mustafa Reşid Paşa: El ele Tanzimata doğru gidiyorlar. Pâdişâh için hem şanstır hem şanssızlık; Tanzimat günahıyla ve sevabıyla ikinci isme mal edilecektir. Bu dönem mevzu edilince Sultan Mecid’den daha çok Reşid Paşa hatırlanacak, günahı da sevabı da ona yüklenecek. Daha sonra da, Reşid Paşa’nın talebeleri olduğu söylenen Ali ve Fuad Paşalar Tanzimat Paşaları diye bilineceklerdir. O günlerde, halkın nazarında kimin ne kadar Tanzimatçı sayıldığını bir tarafa bırakırsak, bugün Mustafa Reşid Paşa’nın baba hükmünde kabul edildiğini inkâr mümkün değil.
Tanzimat Fermanı (3 Kasım 1839 Pazar)
Devletin devamlı ileri gittiği seneler, asırlar olmuştu. Pâdişâhın vezirleri bazı devletlerin başkanlarından itibarlı, İmparatorluğun en basit tebaası “Osmanlıyım” demekle gururluydu. Hiç kimsenin hiçbir şeyden şikâyeti yoktu. (Yokluk kapıdan girince aşk bacadan çıkarmış.) Devlete yokluk çökünce; birer birer meydana çıktı, aksayan, bozulan yanlar…
Üçüncü Selim’le Nevşehirli İbrahim Paşa, Birinci Mahmud, Üçüncü Mustafa, Birinci Abdülhâmid bazı adımlar attılar ama bunlar diğer medeniyet bahçesine girebilecek uzunlukta değildi. Belki biraz daha gerilirdi adımlar, fakat arkadan çekenler olmasa!
İkinci Mahmut, memleketin sıkıntılarının kaynağım keşfetmişti. Aslında buna “keşif” demek biraz abartma olur; her şey göz önündeydi ve görmediği taraflar var idiyse onları da Üçüncü Selim söylemişti. Kökü, beş asır gerilere giden bir ulu çınar devrilecekti; çünkü kökü bozulmuş dalları çürümüş etrafa yaydığı hava, devleti de çürütüyordu. Böyle düşünmeyenlerde vardı; ama onların kıymeti harbiyesi yoktu. İkinci Mahmud yapacağını yapıp, oğlunun önüne dikilecek bir “Yapdurmazuk”, “İstemezük” diyecek eli silahlı kimse bırakmamıştı.
Burada büyük bir parantez açmak lâzım. (Pâdişâha karşı gelen eli silahlı kimse kalmadı da, düşmana karşı gelen eli silahlı kimse var mı? Olsaydı, Mısır valisinin oğlunun ordusu İmparatorluk ordusunu yenebilir miydi? Şimdi burada, muhterem Ziya Nur’un Osmanlı Tarihi’nden konuyla (Yeniçeriyle) ilgili kısa bir görüş almaya çalışacağız. Parça parça cümlelerde, Ziya Nur’un Yeniçeri Ocağı’nın ilgasına duyduğu öfkenin resmini seyredeceğiz:
Moltke ‘nin söylediklerinden “Türk Sultanı, bizzat Türk ordusunu mahvettiği için kendisini bahtiyar addediyordu.” Cevdet Paşa’nın: “Erkân-ı saltanat-ı seniye ise vukufsuzlukları cihetiyle, yeniçerilere galebe ettikten sonra, artık her devlete galebe edebilmek zu’muna düşmüşler idi.” Bu da müellifin kendi görüşü: “Es’ad Efendi Sultan Mahmud’u “Her yüz senede bir geleceği bazı hadislerle haber verilen bir müceddid” olarak görmüş; bunu ispat için bir hayli gayret sarfetmişti. Maalesef bu “müceddid”in yanlış icraatıyla, din-ü devlet uçurumun tâ kenarına gelmiştir”) konuya kaldığımız yerden devam ediyoruz: Ziya Nur’un dediği gibi devlet perişan, asker gittiği yerde boyun büküyor. Padişaha karşı gelen yok! Pâdişâh da babasının bıraktığı yerden başladı.
Sultan Mahmud’un baş adamlarından birisi hariciye nâzırıdır. Pâdişâh öldüğü zaman yanında bulunamaz Nazır hazretleri, amma, ölüm haberini alır almaz, Londra’dan döner Dersaadete, Birinci Abdülmecid’in sağ kolu olur, Vezir Mustafa Reşit Paşa. Üçüncü Ahmed’in Nevşehirli İbrahim’i gibi önemlidir. Reşit Paşa hatta onu da geçer; “Büyük Reşit Paşa” diye anılır bir zaman sonra.
Pâdişâh, hazırlanan Tanzimat Fermanı’na son şeklini Reşit Paşa’yla beraber çalışarak verir. O gün, bugündür bir tarafın “iyi”, bir tarafın “kötü” dediği tanzimata, acaba Reşit Paşa’nın katkısı ne olmuştu?
Mustafa Reşit Paşa Osmanlı Devleti’nin elçisi olarak bulunduğu Paris ve Londra’da Avrupa kültürünün içinde yaşamış, Fransa’nın da İngiltere’nin de tekniğini, medeniyetini yakından müşahede etmişti. Şimdi esas mesele, görgüsünü, bilgisini Türkiye’ye nasıl yansıtacağıdır.
Büyük dedesi Kastamonu’lu olan Reşit Paşa 1800’de İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Küçük yaşta devlet hizmetine giren, kabiliyeti sayesinde kendisini farkettiren Mustafa Reşit yavaş yavaş önemli görevlerin adamı oldu. 28 yaşına geldiğinde orduda kâtiplik yapan Reşit Efendi 32 yaşında iken, Âsi Mehmed Ali Paşa’ya Pâdişâhın fermanını götüren Halil Rıfat Paşa ile beraberdir ve 34 yaşında orta elçi olarak Paris’e gitti. 36 yaşına geldiğinde Londra Büyükelçisi olarak devletini temsil etti.
“Elçiliklerdeki çalışmaları takdir olunarak, 13 Temmuz 1837 de müşir rütbesi ile ve paşa unvanını kullanmamak şartı ile hariciye nazırlığına tayin edildi.” Bir yıl sonra paşa unvanını kullanmaya başladı; İkinci Mahmud’un ölümü üzerine İstanbul’a dönüp, kendisini çok seven merhum pâdişâhın oğlu yeni pâdişâh ile devleti badirelerden kurtarma çalışmasına başladı.
Avrupa medeniyetinin hayranı olan Abdülmecid Han, Avrupa’yı iyi bilen bu paşaya, mutlaka büyük ümitler bağlamıştır. Küçük evde oturanın büyük evde oturana imrenerek bakması durumu malumdur. Reşit Paşa dünya siyâsetini iyi biliyor, günden güne eriyen imparatorluğun âkibetini de hiç hoş görmüyordu. Dünya yeni düzenlerle tanışırken, her devlet neye, kime, nasıl dayanacağım hesap etmek ihtiyacındaydı. Bütün bunları düşünen “Reşit Paşa’nın, Fransa’ya ve İngiltere’ye yanaşması akla yatkındı. Bu ise; Osmanlı devletinin kuvvetlenmesini sağlayacak, devlet kurumlarında onların güvenliğini çekecek bir düzenin kurulmasıyla mümkündü. Mustafa Reşit Paşa, böyle bir düzenin “Tanzimat-ı Hayriye” ile sağlanacağına inanmakta idi.” Bu ifadelere bakınca Tanzimatın babası Reşit Paşa gibi geliyor. Zaten daha sonraki münakaşalarda, Tanzimatı övenler Reşit Paşa’yı övdüler, yerenler de Reşit Paşa’yı yerdiler.
Pazar günü Gülhane’de okunan Hattı Hümâyunla Tanzimat Devri başladı. Okunan metne “Gülhane Hattı Hümâyunu” dendi. Yüksekçe bir kürsüye çıkıp okuyan M. Reşit Paşa’dır, dinleyenler pâdişâh, bütün bakanlar, ulema, devletin askerî, sivil büyük memurları, Rum ve Ermeni patrikleri, Yahudi hahamı, esnaf teşkilatı temsilcileri ve elçiler” Büyük halk kalabalığının da dinlediği Hattı Hümâyun bir hayli uzuncadır ve dili ağdalıdır. Enver Ziya Karal’ın sadeleştirerek verdiği belli başlı kısım şöyle:
“Birinci bölümde, Osmanlı devletinin kuruluşundan itibaren Kur-an’ın kümlerine ve şerîatin kanunlarına saygı gösterildiğinden, devletin kuvvetli halkın refahlı bir hale geldiği belirtilmektedir.”
“İkinci bölümde, yüzelli yıldan beri türlü gaileler ve türlü sebeplerle ne şeriate, ne de faydalı kanunlara saygı gösterildiği, bu yüzden de devletin eski kuvve ve refahı yerine zayıflığın ve fakirliğin geçmiş olduğu anlatılmaktadır.”
“Üçüncü bölümde, bu itibarla Allah’ın inayeti ve Peygamber’in yardımıyla devletin iyi idaresini sağlamak için bazı yeni kanunların konulması gerektiğine işaret edilmektedir.”
“Dördüncü bölümde de, yeni kanunların dayandırılacağı genel prensipler gösterilmektedir.”
“a) Müslüman ve Hıristiyan bütün tebaanın ırz, namus, can ve mal güvenliğinin sağlanması,
b)Verginin düzenli usûle göre ayarlanması ve toplanması,
c) Askerlik ödevinin düzenli bir usûle bağlanması.”
Tanzimat’ın ilânıyla her şey kökünden değişiyordu. Pâdişâh selahiyetlerinin bir kısmından vazgeçiyor, vükelâ ve ulemâ ile beraber “Hırka-i şerif” dairesinde yemin ediyordu. “Sultan Mecid’in “Kasembillah” şekli şöyledir.”
“Hatt-ı Hümâyunumda mündemiç olan kavanin-i şer’iyyenin harf be harf icrasına ve mevâdd-ı esâsiyyenin fürûâtına dair ekseriyeti ârâ ile karar verilen şeylere müsâade eyliyeceğime ve hâfî ve celi haricen ve dahilen taraf-ı hümâyunuma ilkaa olunan şeyleri kavaanin-i müesseseye tevfik-u tatbik etmedikçe kimesnenin lehine ve aleyhine bir hukm-i ferman etmiyeceğime ve vaazolunmuş ve olunacak kavâninin tağyirimi tecviz buyurma-yacağıma vallahi”
Tanzimat Fermanı ile gelen her şey çok tartışılmıştır, tartışılıyor ve tartışılacaktır. İ.H.Danişmend ve benzerleri, “Osman Gâzî’nin itibari istikbâl tarihi sayılan 1299’dan tanzimata kadar geçen 540 senede Türklerin hâkim millet olarak görünmediğini, ümmet esasının geçerli olduğu için Türk ırkının millilik vasfını yitirdiğini yalanarak anlatırken; şimdide Müslim-Gayri müslim herkesin eşitliği kozmopolit bir Osmanlılık devri başlatmıştır,” derler.
Tanzimat Fermanı’nın gayr-i müslimleri sevindirip, Müslümanları üzdüğü, muhtelif tarihçiler tarafından vurgulanır. Yine bu mevzuda, dünyanın ve Türkiye’nin gidişatı hesap edilerek bu işin lüzumlu olduğu, devletin ömrünün uzatılmasına yaradığı bazı tarihçi ve fikir adamı tarafından savunula gelmiştir
.
Yeni moda bir elbiseye alışmanın kolay olmadığı düşünülürse, asırlarca Kuran hükümlerine göre yönetilen bir devletin, insan elinden çıkan kânunlara hemen sarılması, başına tac yapması elbette mümkün değildir.
Haklar alanında Tanzimat başlığı altında, E.Z. Koral diyor ki:
“… Osmanlı Devleti Tanrı hakları sistemine göre kurulmuştu. Bu sistemde din ve devlet birdi. Devletin haklar kaynağı şeriattır. Devletin haklar kaynağı piramidinde en yüksek yargıç Tanrı’dır. Bu sistem kutsal karakteri itibariyle hiçbir değişikliğe uğramadan 1839’a kadar sürdü. Gülhane Hatt-ı Hümâyunu Tanrı hakları sistemine son vermedi. Fakat batı devletlerince kabul edilmiş olan bazı hak prensiplerini aldı. Bu suretle Osmanlı devletinde Tanrı haklan sistemi yanında, Batının Lâik sistemi değer kazanmaya başladı.”
Bazı, inanmış ilim adamlarının söylediğine göre, yanlış adamların yanlış hareketlerinin sorumlusu iyi tespit edilemedi. Batılı milletleri ileri hamlelere taşıyan sistemin, inandıkları dinden kaynaklandığı; yani, Hıristiyan olduklarını unutmadan kanunlar yaptıkları, onu uyguladıklan, böylece başarıya ulaştıkları savunuluyor. Türkiye, kendi üzerine uyacak elbise yerine, Avrupalı elbisesi giyinince beden farkı meydana çıktığından bir türlü rahat edememiştir. Temeli Tanzimatta atılan laikliğin bugün bile, memleketimizde huzuru temin edemediği ortadadır. Fransız kanunları, sonra İsviçre kanunları alınırken keşke daha dikkatli olunsaydı. Benzinli arabaya, daha ekonomiktir diye mazot doldurmanın vereceği netice, keşke bilinseydi!
Tanzimat, Abdülmecid Han’ın en önemli icraatıdır. Sadece devrini değil, sonraki devirleri de alâkadar ettiği için üzerinde fazla duruyoruz. A. Cevat Eren’in İslam Ans. yazdığı Tanzimat maddesi 55 sayfa, ki; orta boy, 250 sayfalık kitap olur.
Yeni düzenin ceza kanunu kısa zamanda tatbike geçirildi. Bugün de sık sık, yetkili ve etkili ağızlarca telaffuz edilen “temiz toplum” özlemi o günler içinde geçerli idi. Bugün toplum bünyesini kemiren rüşvet hastalığı, o günde devlet kademelerini sarmıştı. “Bir aralık sadrazamlıkta bulunmuş olan Hüsrev Paşa, rüşvet suçundan Meclis-i vâlây-ı ahkâm-ı adliye önünde yargılanarak kürek cezası hükmü giydi. Valiliklerde bulunmuş olan Tahir, Akif, Nazif, Hasip Paşa’lar gibi kodamanlar da, Tanzimat kanunlarına aykırı hareketlerinden dolayı yargılanarak cezalara çarptırıldılar.”
“İleri” sayılan memleketlerin yaptıkları takliden uygulanınca, elbette kâh iyi, kâh kötü neticeler alınıyordu. Bir hastalığın tedavi şekli bile hastaya göre değişince, devlet idaresinde herkesin kendi insanlarının yapısını iyi hesap etmesi, ona göre uygulamalara gitmesi icâbederdi. Tanzimat’ta galiba bu hesaplar iyi yapılamamış, zira daha ziyâde müslüman tebâ yas’a, hıristiyan teba sevinc’e garkolmuş; bünyede ağrıyan yer değişmiş fakat, daha ağır ağrılarla hastalık devam etmiş.
Bazılarının cahil halk, bazılarının gericiler, dediği kesim, yani dindar kesim bilhassa tanzimattan memnun kalmamış. Onlar inandıkları dinin yüceliği ile kendileri arasında bir bağ kurduğundan hıristiyanlarla eşit duruma gelmeyi hazmedemiyorlardı. Biraz aşağılayıcı bir biçimde, kendilerinden olmayanlara “gâvur” diyorlardı. “Galata’da Voyvoda karakolunda kudemadan bir takım ağası var imiş. Hıristiyan ahali ara sıra bir müslümanı yakalayıp karakola götürür ve bana gâvur dedi diye mücazaatini istermiş. Tabur ağası “Ay oğul anlatamadık mı? Şimdi gâvura gâvur denmiyecek. Söyliye söyliye dilimizde tüy bitti” diye kabahatliyi tekdir ve tembih eylemiş.”
“İsnâd-ı taassup olunur merd-i gayyur’a; Dinsizlere tevcih-i reviyyet yeni çıktı. İslâm imiş devlete pâbend-i terakki; Evvel yağidi işbu rivayet yeni çıktı. Milliyyeti nisyân ederek her işimizde; Efkâr-ı Frenge teba-iyyet yeni çıkdı.” Ziya Paşa’mn o günlere, böyle bir şiirle tarif getirmesi, tanım getirmesi ne kadar muvafık görünüyor!!
Alt tabakada ve bazı yüksek dereceli devlet adamlarında Tanzimat aleyhinde davranışlar almış yürümüştü. Valilerin çoğu yeni kurallara uymakta zorluk çekiyorlardı. Aralarında en bilgini hareketlerinin kanunlarla sınırlandırılmış olduğuna kızarak odasında kılıcını çekip “ah Tanzimat, ah Tanzimat! diye mindere vurmakla hırsını ve hiddetini gidermeye çalıştı.” Damat Sait Paşa, Rüştiye okullarında coğrafya derslerinde öğrencilere gösterilen haritaların, kafir âdeti olduğunu, şeriatin buna cevaz vermediğini pâdişâhın önünde şikayet etmekten çekinmedi.”
Bu verilen misâller, en hafifleridir. Pâdişâhın dinsizliğini iddia edenler, müslümanlığın elden gittiğine inanarak aleni isyan edenler bile vardı. Bunun yanısıra, bir taraf da göklere çıkarmaktan geri kalmıyordu. Yeni düzenle Avrupalı refah devletleri gibi olunacağı inancı ile hem pâdişâh, hem de Reşit Paşa methü sena ediliyordu.
Mısır Meselesi (15 Temmuz 1840)
Sultan Abdülmecid Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa ve ona sığınan Ahmed Fevzi Paşa’ya diş biliyor, çareler düşünüyordu. Hele ikinci şahıs için duyduğu hınç daha fazlaydı. Devlete ait donanmayı alıp İskenderiye’ye kaçması atfedilecek suçlardan değildi. Her devlet, hayatını devam ettirmek ve ileride sıkıntıya düşmemek için politika üretiyordu. Bazı Avrupa devletleri de, Türkiye’yi Rusya’nın himayesine bırakmanın kendileri için sakıncalarını görüp, Mısır meselesine yardımcı olarak iki devletin biribirine fazla yaklaşmasını önlemeye teşebbüs ettiler. “İngiltere’nin tesiriyle, 15 Temmuz 1840’ta, Rusya, Avusturya ve Prusya arasında Londra Andlaşması imza edildi.” (Y.Ö.) Bu andlaşmaya göre imza sahibi devletler Mısır meselesinde Türkiye’ye yardımcı olacaklardı. Ve Mehmed Ali Paşa’ya ültimatom verildi. Hain Ahmed Paşa’nın kaçırdığı donanmanın iadesi, Girit, Adana, Suriye, Hicaz ve Lübnan’ın derhal boşaltılması istendi. Eğer kabul ederse Mısır irsi olarak; Güney Suriye ve Akka, ölene kadar Mehmed Ali Paşa’ya bırakılacaktı. Kararını bildirmesi için on gün süre tanınmıştı. Mehmet Ali Paşa kendisine ültimatomu getiren Dış İşleri Bakam Katib-i Sadık Rifat’a niyetini şöyle anlatır. “Vallah billahi tallahi malik olduğum araziden bir karış yer terketmem. Eğer bana ilan-ı harp ederlerse, padişahın memleketlerini alt üst ederek İmparatorluğunun harabeleri altında kendini gömdürürüm.”
Mehmed Ali Paşa’nın sözleri ulaştığında İngiltere, Rusya, Avusturya ve Prusya elçileri vaziyeti devletlerine bildirdiler. On gün geçtikten sonra tekrar Mehmed Ali Paşa’ya gidildi;Paşa bu sefer: “Mülkü Allah verir ve tekrar Allah alır; ben Allah’a mütevekkilim” demekle inadını sürdürdü. Ali Paşa ayrıca, harb başlarsa İstanbul’a yürüyeceğini bildirip, elçilere, çekip gitmelerini söyledi.
Yabancıların yanında böyle konuşan ihtiyar kurt, iki gün sonra Sadık Rifat Bey’i yanma çağırıp, meselenin ehl-i İslama âit olduğunu, dostça görüşülmesini ve buna ecnebilerin karıştırılmaması gerektiğini söylemiş, Mısır’ın bil verâse, Berrü-ş Şam’ın ise kayd-ı hayatla uhdesinde kalmasına razı olduğunu belirtmiş
Mehmed Ali Paşa nereden ve nasıl geldiğini unutmuş, bütün gücünün kendisini bulunduğu yere getirenlerdeki zayıflıktan kaynaklandığını hiç aklına getirmiyor, adetâ Kanunî Sultan Süleyman rolü oynuyor. Pâdişâh yahut Bab-ı Âli müşterek hareket edeceği dostlar bulduğu için, Paşa’ya eğilme ihtiyacı ortadan kalktı.
Mehmed Ali Paşa Fransa’ya güvenerek böyle davranıyordu. Oğlu İbrahim Paşa’yı Türk, İngiliz ve Avusturya harp gemilerinden kurulu filoya karşı savaşa sürdü. Mısır gemileri Beyrut önlerinde yakıldı. Fransa’dan, imdada gelen olmadı. Neticede, babadan evlada geçecek şekilde Mısır’ın kendisine bırakılmasına razı olan Mehmed Ali Paşa kendisine hain Ahmed Paşa’nın götürdüğü Osmanlı Donanması’nı iadeye de mecbur oldu ve 9 yıllık anlaşma yapıldı. (4 Kasım 1840)
Yapılan anlaşma ile diğer valilerden M. Ali Paşa’nın veya Mısır’ın farkı, vazifenin babadan evlada devridir. Diğer her şey de diğerleri neyse bunlarda odur. Senede 80 bin kese altın devlet hazinesine verilecek ve “Mısır’da tarafı devletten bir defterdar olup varidatı Devlet namına istifa ve asâkir ve sair memurinin maaşlarını namı şahaneye alarak vermek şartları münderic olup, bu defterdar maddesinden Mehmed Ali Paşa pek ziyâde dilgir olmağla fermanın tadili için Reşit Paşa’ya 60 bin kese akçe ikramiye arz etmişken!” anlaşıldığı üzere Mehmed Ali Paşa her şeyden çok, İstanbul’dan gelecek bir hesap uzmanının para işlerini kontrolü ağırına gitmiş, bunu önlemek için rüşvet teklifinden bile çekinmemiş. Cevdet Paşa burada Reşit Paşa’yı gökleri çıkarır, Mehmed Ali’nin de acziyetine sevinir.
Boğazlar Meselesi
Hünkar İskelesi Antlaşması 1833 Temmuz’unda Türkiye ile Rusya arasında yapılmış, sekiz senelik süreyi kapsıyordu. Bu antlaşmaya göre kısmen, Rusya himayesine giren Türkiye, diğer devletleri rahatsız ediyordu.
Sebep: Rusya ile savaşı olan bir devlete boğazlar Türk Devleti tarafından Rusya’nın menfaatine kapatılacak, Rusya ise rahatça giriş-çıkış yapabilecekti.
Mısır meselesinde Türklere yardımcı olan devletlerin amacı, Türk-Rus dostluğunu ortadan kaldırmaya yönelikti. Boğazların önemini idrak hiçbir devlet için zor değil. Avrupa devletleri, sadece kendi menfaatleri açısından Türk-Rus dostluğunu birçok bakımdan tehlikeli görürken, bunun en yakın ve en dikkate değeri elbette Boğazlar idi.
Hünkâr İskelesi Andlaşması’nın sekiz senelik müddeti dolmuştu. Bunun için Boğazlar meselesi yeniden görüşmeye açıldı; Londra’da müzâkerelere başlandı.
Rusya, İngiltere, Avusturya, Prusya ve Fransa ile Osmanlı temsilcilerinin de bulunduğu oturumlarda Boğazlarla ilgili tartışmalar yapıldı. Akdedilen dört maddelik “Boğazlar Mukavelesi’yle meseleye yeni bir boyut kazandırıldı. Sadece Rusya’a ait olan haklar taksim edildi. Bu arada Sultan’ın hükümranlık haklarının ihlâl edilmeyeceği de vurgulandı.
Hükümranlık kuvvetsiz ne ifade eder ki? Bir sene sonra, aynı anlaşmaya imza atmış olan Toskana, Belçika, İsveç, Norveç ve Danimarka Boğazlarda haklar elde ettiler. (1842) Bu durum, Boğazların beynelmilel olmasına doğru atılan adımlardan biriydi.
Tanzimat Fermanı’nın okunmasından sonra Hüsrev Paşa’nın yerine Mehmed Emin Rauf Paşa sadrazamlığa getirildi. Beşinci Murad doğdu. Rauf Paşa gitti. Topal İzzet Paşa sadârete geldi. Mehmed Emin Rauf Paşa 20 Ağustos 1842’de dördüncü defa geldi. 21 Eylül’de İkinci Abdülhâmid doğdu. Sultan Mecid 25 Haziran 1844 Salı günü bir vapurla bazı kaleleri ziyarete çıktı. İzmit, Mudanya, Bursa, Gelibolu, Çanakkale, Midilli ve başka kaleleri kontrol edip halkın şikâyetlerini dinledikten sonra İstanbul’a döndü.
“Mes’elei Cebeliyye” (1845)
Mısır meselesinin halli Sultan Mecid’e imkân ve zaman kazandırdı, diğer işlerle ilgisi görünmeye başladı. Tanzimat Fermanı’yla ilan edilen yeniliklerin uygulanmasına hız verildi. Dört sene zarfında ortaya önemli bir aksilik çıkmadı. 1848’de, Lübnan’da Dürzi ve Mârûni Araplar arasında anlaşmazlık başgösterdi. Bu, Fransa’nın ve İngiltere’nin işe karışmasıyla büyüyen eski bir kavgadır. Esas amaç Osmanlı Devleti’nin itibarını sarsmaktan başka bir şey değildir. Bab-ı Âli’nin Dışişleri Bakanı’yla çizmeye çalıştığı meselenin hikâyesi uzun:
Lübnan’da birçok din ve kavimden insanlar çeşitli mezheplere tabî olarak huzur içinde yaşıyorlardı. Osmanlı’nın getirdiği hoşgörü havası herkesi memnun etmekteydi. Kimse kimsenin dinine, diline, ırkına karışmaz, herkes kendi şartlarında düşünür, konuşur ve yaşardı. “Fransa’nın, bu kavimler, dinler ve mezhepler mozayiğini Katolik cemaati haline getirmeye çabasıyla ortalık karıştı. İngilizler ve Ruslar’ın da kendilerine nüfuz elde etme iştahları kabarıp, buralara el atmaları, içinden çıkılmaz bir kargaşa meydana getirdi.” Bu anlatılan doğru ama biraz öncesi var. Anılan devletlerin Lübnan Dağı (Ceb’eli Lübnan) sakinlerine el atmadan, onların el atılacak, kışkırtılacak hâle gelme safhası görülmeden mesele anlaşılmaz:
Dürziler -mezheb olarak Sünniliğe hiç uymasalar da- Müslüman Maruniler Hıristiyan’dır. Osmanlı Devleti’nin bir küçük parçası olmayı kabul etmişlerse de, yerli Şahap ailesi tarafından idare olunuyorlardı. Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa ordusu Lübnan’a girince, nasıl hareket edeceklerini bilemeyip, kâh M. Ali Paşa’dan kâh Osmanlı’dan yana oldular.
Lübnanlıların başı Emir Beşir, Mehmed Ali Paşa gibi kuvvetli bir şahsiyet idi ve bir gün Mısır’da Mehmed Ali’nin yaptığını o da Lübnan’da yapabilirdi. Beşir Bab-ı Âli’yle geçinme derdi de taşımıyordu. İngilizler’e sığındı. Osmanlı Devleti’nin Lübnan’a yeni bir emir atamada tercihi, Beşir’in en iktidarsız oğlu Kasım oldu. Kasım’ın itaatkâr oluşundan istifadeyle Tanzimat kuralları Lübnan’da da uygulanmaya başlandı. Halk bu işten memnun kalmadı. Emir Kasım’dan da memnun değildiler. Bab-ı Âli Kasım’a azledip “Macarlı Ömer Paşa’yı Lübnan’a emir tayin etti. İşte, bu tayinle Lübnanlıların muhtariyeti sona ermiş oluyordu.”
İsyanlar bundan sonra başladı ve İngiltere, Fransa, Rusya bundan sonra ağırlık koyma yarışına girdi. Osmanlı Devleti mesele istemiyordu. Fakat, Tanzimat esaslarını arada tatbike kalkışmasının tenkidi nereye konacak? Acaba Tanzimat’la Lübnan’ın hiç alâkası olmasaydı dirlik-düzenlik devam edecek miydi? Tanzimat’a karşı gayet menzi tavrı alan Ziya Nur’un kitabından alıyoruz: “İşte tam bu sırada Bab-ı Âli, Engelhard’ın tabiriyle “Cebel-i Lübnan’da asırlardan beri câri alan usûl yerine, ora halkının âdab ve âdetleriyle asla kaabil-i görünen korsanlık da yapmış ve bundan faydalar sağlamıştır.” Osmanlı ülkelerinde vahşi köle ticareti hiçbir zaman için mevzubahs değildi. Bazı köle isimlerine rastlanıyor ki, bunlarda önemli mevkilere gelmiş insanlardı. 1815’de sadrâzam olan Hurşid Ahmet Paşa, 1829’da sadrâzam olan Reşid Mehmed Paşa, 1839’da sadrâzam olan Koca Hüsrev Mehmed Paşa anlatılan zamana yakın üç kişidir ve bunlar köle idiler.
Osmanlı Sarayı’na bakıldığında esirlerin nasıl yaşadığı da görülür. Pâdişâh eşleri, pâdişâh anaları Haremin itibarlı kadınları kimlerdi? Bunlar göz önüne alındığında Osmanlı’ya böyle bir yasağın teklif edilmesi abesle iştigal değil mi? Üstelik bunun köle satmışından para kazanan insanlar -devletler- tarafından. Yine de bu ticaret 1847’de resmen kaldırılmıştır.
Macar Mültecileri
1789 Fransa İhtilâlı bütün dünyada sarsıntılara sebep olmuş, milliyetçilik hareketlerini gündeme getirmiş, 1830 da yine bir ihtilâlle Fransa’da mutlak krallık yıkılıp, meşruti krallık ilan edilmişti. 1848’de Macarlar Avusturya hâkimiyetine karşı ayaklanıp kendilerine Layoş’u Reisicumhur seçtiler. Ruslar’ın sıkıştırmalarına karşı Lehlilerle birleşen Macarlar 200.000 kişilik Rus ordusuyla savaşıp yenildiler. Macar ve Lehli birçok insan Türkiye’ye sığındı. Türkiye artık güçsüz bir devlettir ama onurludur; Rusya’nın ısrarına rağmen sığınmacılar iade edilmedi. Pâdişâh, gösterdiği cesaretle, insaniyetle takdir topladı. Âli Paşa da Hariciye Nazırı olarak, yazışmalarda otoritesini gösterince, “Mülteciler meselesi” Türkiye’nin istediği şekilde neticelendi. Bazıları ihtida edip müslüman olarak yüksek rütbelerle devlet hizmetine başlayan Macarlar, Türkiye’de rahat ettiler. Pâdişâhın onlara, harbi göze olacak kadar sahip çıkması Macarların da aslen Türk olmalarıyla izah edilir. Her ne olursa olsun, yiğitlik gösteren insanlar seviliyor, sayılıyor; bu dünde böyleydi, bugün de böyledir!
Mehmet Ali Paşa’nın Ölümü (1 Ağustos 1849) ve Sadaret Değişiklikleri
Mehmed Ali Paşa Devletin başına belâ olmuş, bir yabancı devlet gibi Türkiye ile savaşmış, maddi manevi büyük zararlara soktuğu devlet tarafından affa uğramıştı. Aklını ömrünün sonuna kadar muhafaza edemeyen Paşa, yarı bunak halde 1 Ağustos 1849’da öldü. Mısır valiliğine bakan oğlu daha önce ölmüş, Tosun Paşa’nın oğlu Abbas Paşa onun yerine getirilmişti. Böylece Mısır’da sıkça vali değişikliği yaşanmış oluyor, Türkiye’de oradan geri kalmıyordu. Mustafa Reşit Paşa’da ikinci sadaretini 3 sene, 5 ay, 15 gün de tamamlayıp, makamı Mehmed Emin Rauf Paşa’ya devretti. Fakat paşa çok ihtiyardır. Bu, beşinci defa sadrazamlığa gelişidir, ancak 3 gün sonra yine devraldığına devrederek emekliğe ayrıldı. Mustafa Reşit Paşa 3. defa sadrâzam oldu. 5 ay sonra tekrar vazifeden uzaklaştırıldı. Yerine gelecek olan zat, çekinir. Pâdişâhın Reşit Paşa’yı sadâretten uzaklaştırmak için haklı sebebi vardı, yerine getireceği Âli Paşa, Reşit Paşa’nın yetiştirmesi idi. Kolay mesele değil hamisinin yerine geçmesi, Âli Paşa istemez, pâdişâh emreder ve Âli Paşa 37,5 yaşında sadrâzam olur. Ne yapacağına, nasıl yapacağına bile karar veremeden 1 ay 28 gün sonra, Dâmad Mehmed Ali Paşa’ya makamım bırakır gider. Varsın olsun, o bundan sonra dört defa daha sadrâzam olacak ve hevesini alacaktır.
Mübarek Makamlar Meselesi (28 Şubat 1853)
1853 senesi 28 Şubat Pazartesi günü Rusya Bahriye nâzırı İstanbul’da. Geliş sebebi “Makaamatı Mubâreke” meselesi.
Kudüs’te bulunan mübarek mahallerin kullanımı katolik ve protestan hıristiyanlar arasında kavgalara sebep oluyordu. Rusya, Ortodoksların haksızlığa uğradığı iddiasıyla Mençikof’u İstanbul’a gönderir ki, bu durumu düzelttire. Mençikof küstahlığıyla meşhurdur; bizim Hariciye nazırımız ise Keçeci zade Fuad Efendi. Fuad Efendi Mençikof’u nezarette, üniformalı olarak ziyaretine beklediği halde, o nezaket kurallarım hiçe sayıp semtine bile uğramayınca, bunu protesto amacıyla Fuad Efendi istifa etmiştir. Bu hadise üzerine Mençikof hiçbir şey yapamadan İstanbul’dan ayrılmak zorunda kalıp, hatasının ceremesini çekmişti. Bu sene çok dolu geçiyor (1853) Paşa azilleri, yeni tayinler ve Rusya ile başlamak üzere olan savaş…
Rusya dini meseleleri ön plana çıkararak, güya onlar içinmiş gibi ama aslında, göz koyduğu boğazlar için Osmanlı devletiyle savaşa hazırlanmıştı. Bâb-ı Âli de fevkalade meclis kararıyla Rusya’ya harp ilan etti. (4 Ekim 1853)
Kırım Harbi (4 Ekim 1853)
Çar’ın niyetinin, Karadeniz’i hâkimiyeti altına almak olduğu İngiltere ve Fransa tarafından da biliniyordu; buna mani olmak ise kendi menfaatlerine de geliyordu. Onlar da Türkiye ile müttefik olarak bu savaşa girdiler. Hiçbir şeyde devamlılık aranmazken menfaatler devamlı önde gidiyordu. Bundan olacak, bizim paşalardan kimi İngilizci, kimi Fransızcı, kimi Rusçu’dur. Herkes menfaat umduğu tarafı tutuyor. Mesela; “Reşit Paşa ile Fuad Paşa aşırı, Ali Paşa hafif Rus düşmanıdır. Reşit Paşa İngiliz, Ali Paşa Fransız dostu. Fuat Paşa ise her iki Devleti de kullanmak gayretindedir.”
Tanzimat Fermanı ile kendisine yeni bir yol çizen Osmanlı Devleti yerleşmeye çalıştığı yörüngede, devamlı olarak yabancı dostlar edinme gayreti güdüyor.
Paşaların sucu bucu görünmesi veya olması umulan menfaatle ilgilidir, bir de o memleketlerin yönetimiyle. İngiliz dostu görünen İngiliz sistemini vatanına getirmeye, dolayısıyla ondan yardım görmeye heves ediyor; diğerini seven de aynı amacı güdüyor. Bütün bu düşünce ve davranışlar da yanlışlık da doğruluk da yok sayılmaz.
Yalnız, bu arada ihmal edilen bir şey dikkat çekiyor. Bu, Tanzimat’la beraber başlayan, dine bigâneliktir. Yerli Müslüman halkın uzun uzadıya mevzu etmediğimiz “din elden gidiyor” çığlıklarım yine anmayacağız. Burada yeni geldiği için Tarihçi N. Yorga’ya biraz kulak verelim istedik. O diyor ki:
“… Tanzimat Türkiyesi, her şeye rağmen yalnız Müslüman bir devlet olabilirdi. Din bakımından büsbütün kayıtsız kalmak, ondan çok uzaktı. Böyle bir şey açıktan açığa ifade olunsa, herhangi bir Osmanlı hükümeti için bir tehlike teşkil ederdi. Fakat son zamanlarda devletin başına geçmiş olan şahsiyetler, Batıda kaldıkları uzun zamanın ve Hıristiyan dünyasıyla olan bağlarının etkisi ile tam bir tasâmuh (müsamaha) göstermeyi gerekli buluyorlardı. Bunun esaslı sebepleri vardı: Evvela bu devletin Rusya’ya karşı hami olarak İngiltere ile Fransa’yı kazanması gerekiyordu; sonra da İmparatorluk içinde yalnız iki milyonu Avrupa’da olmak üzere 19-20 milyon Müslümana karşılık iki milyon Rum, bir buçuk milyon Arnavud, iki milyon dörtyüz bin Ermeni, Sırplarla birlikte altı milyondan fazla İslav yaşıyordu…”
Bu tablo mühimdir. Dinle hiç ilgisi olmayan bir Fransız, İngiliz, Rus vs. Hıristiyanların menfaatini korumayı şeref ve haysiyet meselesi sayıyor, haklıdır da: Bizim Tanzimatçı paşaların bu hususta hassasiyeti yok. Yabancı bir tarihçinin bile hayıflanmasına varacak kadar yok.
Fakirliğin haysiyet düşmanı olduğu malûmdur. El açmak zorunda kaldığın milletin, milletlerin gözüne girmek için toz gibi küçüleceksin; başka türlüsü olmaz, olmuyor. Bizim Paşalar (acaba) iyi Müslüman görünmenin Hıristiyanları inciteceğini mi sanıyorlardı?
Bu, yoksul olduğumuz günlerde yapılan bazı işlere bakınca şaşıp kalıyoruz. “1846 senesinde Sultan Mecid, Karabet Balyan ve oğlu Mikoğas’a Beşiktaş’ta yeni bir saray yapılmasını emretti; bunun için de buradaki eski saray yıkıldı. Yeni saray, Boğaz’ın fetihten sonra doldurulan sığ kıyılarında yapıldığı için Dolmabahçe Sarayı adını aldı.”
“1853’te Topkapı bırakılıp Dolmabahçe Sarayı’na geçildi. Saray 800 kadem uzunlukta 285 adalıydı ve dünyanın en ağır avizesine sahipti.”
Başka saray ve köşkler, kasırlar da yapıldı. Bugün, elimizde kalanların tadını çıkarıyoruz ama o gün için hoş muydu? Kırım Harbi’ne girerken fakirdik ya, havamıza da diyecek yoktu. Adeta, köşk sahibinden daha gösterişli giyinen uşak gibiydik:
Savaş İlanı
Rusya alttan alta Türkiye’ye savaş tezgâhını kuruyordu. 3 Temmuzda (1853) Memleketeyn’e girdi. Eflâk ve Boğdan’a girmek, biraz önce Çar Nikola bir soruya cevaben “Pâdişâhın tokadının acısını hâlâ yüzümde duyuyorum” diyerek kuvvete başvurmak niyetinde olduğunu açıklamıştı.” Hariciye Nâzırı Nesselrade, ne yapmış? Büyük devletlere yani o zamanki söylenişiyle Düveli Muazzama’ya “Memleketeyni işgal ediyoruz, fakat bu Devlet-i Âliye ile harb etmek maksadıyla değildir.” Bu nasıl mantık ise, bir Türk eyaletinin işgali Türk’le savaş kastı taşımıyor?
Önce protesto edildi Rusya, aldırmadı. Osmanlı Devleti eyaletinin işgaline son verilmesini isterken Avusturya, Rusların Balkanlara yerleşmesinden endişeliydi. İngilizlerin, Fransızların, Prusyalının huzursuzluğu ziyadeydi.
Türk toprağına saldırının nasıl karşılık bulacağı hususu Türk’e danışılmadan Düveli Muazzama arasında görüşüldü. Aralarında tespit edilen esaslar Bab-ı Âli’ye bildirildi. İki devlet (Türkiye ve Rusya) arasında görüşme ve sulh yolu aransın istiyorlardı; yalnız, sunulan projede ürkütücü bir nokta vardı. Rusya’nın Ortodoks mezhebini himaye için yapacağı müdahalelerden bahsediyor ve buna Türkiye’nin göz yumması isteniyor. Düveli muazzamının notasının, resmen kabul edilmesini söyleyen İngiliz elçisi Stradfard, gizli olarak da katiyen kabul edilmemesi tavsiyesinde bulunuyordu.
Rusya’nın kabul ettiği nota Bab-ı Âli tarafından reddedildi. 4 Ekimde Ruslarla savaş için karar alındı. 14 Ekimde Rumeli Kumandanı Müşir Ömer Paşa, Rus Başkumandanı General Gorçakaf’a işgali 15 gün içinde bitirmeleri hakkında bir ültimatom verdi. Bunlar âdet yerini bulsun diye yapılan işlerdi, reddedildi.
Rumeli komutanı Ömer Paşa’nın elinde 40 bin asker var; aslında Tuna boylarında bulunan 178 bin askerden bahsediliyor, bunlar muhtelif yerlere dağıtılmış da Ömer Paşa’ya 40 bini kalmış, Memleketeyn’de bulunan Rus askeri 128 bin. Ayrıca, Rusların Anadolu cephesinde 160 bin askeri bulunduğu söyleniyor. İngiltere’nin bazı şehirlerinde düzenlenen “mitinglerde Polonya’yla Macaristan’da özgürlük mücadelesinin bastırıldığı dile getirilerek, Çar’ın barbarlığı kınanıyor ve padişaha hemen yardım yetiştirilmesi için çağrılar yapılıyordu.
İngiliz hükümetinin Türkiye’yi desteklemesini halkının bu derece istemesi, onların Türkleri sevmesinden ziyâde Ruslara duydukları öfkeye dayanıyordu. Fransa da Türkiye’nin yanında savaşacak, Ruslar, dindaşları tarafından dayak yiyecekti.
23 Ekimde Tuna filosu Isakçı önlerindeki adada bulunan Türk bataryasından ateşe tutuldu. İlk ateşle savaş başlamış oldu. Karaya oturan Rus vapurlarında 300 kişi öldü.
Ömer Paşa tecrübeli ve zeki bir komutan idi. Rusları tanıyor, nasıl bir yol takip edeceklerini az çok kestiriyordu. Yunanlılarla birleşmek, Sırpları ve Bulgarları Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklandırmak Rusların işine yarardı. Rusların böyle yapmak istediğini bilen Ömer Paşa, Tuna’yı geçerek Vidin’in karşısında Kalafat’ı aldı. Hem buranın hem de Vidin’in tahkimatını süratle yaptı. Tahkimatla uğraşırken, bir yandan da Oltaniça’ya asker geçirdi.
Rumeli yakasında Kalafat’ın Türk ordusunca işgali gecesi (27/28 Ekim 1853) Anadolu yakasında Abdülkerim Nadir Paşa Şeyh Şâmil’le irtibat kurmaya çalışıyordu. Şeyh Şâmil’le temasa geçemedi ama Batum’un yakınındaki Sen Nikola Kalesi’ni Ruslar’dan aldı.
Oltaniça Zaferi (5 Kasım 1853)
Bir hafta önce Kalafattan buraya geçirilen askerler General Donnenberg’in 22 tabur piyade ve 3 alay süvarisi ile beş saat savaştıktan sonra, düşmana müthiş bir bozgun yaşattı.
Ahıska Bozgunu (26 Kasım 1853)
Rumeli cephesi zafer yaşarken Anadolu cephesi bozgun gördü. Abdülkerim Paşa’nın askeri, çok üstün Rus kuvvetine mağlup düştü.
Sinop Baskını (30 Kasım 1853)
Patrona Osman Paşa komutasında 12 gemilik bir filo Batum’daki Türk kuvvetlerine erzak ile mühimmat götürecekti. Karadeniz Boğazı’ndan çıkışında fırtınaya yakalandı ve Osman Paşa Sinop’a sığınma emri verdi. Şiddetli fırtınadan dolayı bir hayli güçlükle limana sığınabildiler. Tayfaların takati kalmadığı gibi, gemilerde de hasarlar meydana gelmişti.
Beri yanda Rus filosu kumandanı Amiral Makhimafun kuvveti, takviye alarak limanın ağzına geldi, ani bir baskın hareketine geçti. Ruslar Türklere göre çok üstündü; bu üstünlüğü kendileri için zafer getirdi.
Birkaç saat süren savaşta Türk filosunun kahramanca çarpışması neticeye tesir edemedi. Kuvvet cesareti yendi. Dört bin kişilik mürettebatın yandan fazlası şehit düştü, filo tamamen mahvoldu.
Bu vakayı İstanbul’a duyuran, kaçarak kurtulan, Batum’dan gelip Sinop’a uğrayan Taif vapuru oldu. İstanbul’u acılara boğan olay İngiliz Elçisi Stradfor’a başka duygular yaşattı, o faciayı duyduğu zaman “Tanrı’ya şükürler olsun harp başlıyor” demiştir. Çünkü İngiliz elçisi çoktan beri İngiltere ile Fransa’nın bu savaşa girmesini istiyordu.
İngiltere ve Fransa Osmanlı’nın Yanında
Rusya’nın Sinop Bozgunu işi hızlandırdı. Boğazlar tehdit altında idi, buna İngiltere’nin ve Fransa’nın bigâne kalması düşünülemezdi. Zaten, Çar’ın anlaşmaya yanaşmaması durumunda Osmanlı’nın yanında yer alacağını açıklamış bulunan iki devlet zamanını bekliyordu. O zaman geldi ve pâdişâha karşı bir isyan başlıyormuş da onu önlemek içinmiş gibi iki devletin donanmaları Çanakkale Boğazı’nı geçerek İstanbul’a geldi. 3 Ocak 1854’te İngiliz ve Fransız donanmaları Karadeniz’e açıldı.
5 Ocak 1854’te Çotana Zaferi kazanıldı. Çotana bir köy. Daha önce takdim edilen Kalafat’ın üst tarafında bir tepede. Ruslar Kalafat’a hücum etmek için buraya asker yığdılar. Rumeli ordusu Erkânı harbiye reisi Ferik Nazır Ahmed Paşa 10 bin askerini üç kola ayırıp düşman üzerine şevketti. Şiddetli bir savaş başladı. İsmail Paşa ile Mustafa Paşa’nın yaralanması ve düşman tarafının bozulması kısa zamana sığdı.
Bu yenilgi Ruslara ağır geldi. 32 bin piyade, 4 alay süvari ve 52 topla güçlenip, beş gün daha uğraştılarsa da devamlı püskürtüldüler.
Silistre Kuşatması (15 Mayıs-25 Haziran 1854)
Namık Kemâl’e “Vatan yahut Silistre” piyesini yazdıran kuşatma. 10.000 Türk askerinin savunduğu kaleye 80.000 Rus askeri saldırdı. 40 gün sonra Rusların 15.000 ölü 20.000 yaralısına mukabil Türk tarafı 2.000 şehitle 3.000 yaralı vermiştir. Rusların 9 generali ölüp 3 generali ağır yaralanırken, Türk tarafı 1 paşa şehid vermiştir. O paşa ki Silistre müdafii müşir Musa Hulusi Paşa’dır. Kendisine müşir rütbesi tevcih edildiği zaman Rütbe-i şehâdeti tercih ederim! demiş. Üç gün sonra namaz kılmak için abdest alırken bir gülle isabetiyle şehid olmuştur.
Yerköyü Zaferi (8 Temmuz 1854)
Fazla önemi olmasa da zafer zaferdir. Ruslar Silistre muhasarasını kaldırmak mecburiyeti karşısında Yerköyü’nde birşeyler kazanmayı ümid etmişlerdi; buradan da altı bin asker kaybıyla çekilmişler… Tabiî zarar vermeden değil, köprüleri yıkarak, depolar yakarak kaçmışlar.
Kırım Seferi’ne Karar Verilmesi (21 Temmuz 1854)
Rusya’ya harb ilan edileli 9 ay, 19 gün oldu. Rumeli ve Anadolu cephelerinde çoğu Türk galibiyetiyle geçen saldırılar, müdafaalarla bugüne gelindi. Hedefi İstanbul olan Ruslar şimdiye kadar umduklarını bulamadılar. Varna’da toplanan harp meclisi Kırım harbi için karar aldı. 6 Ağustos’ta Türk ordusu Bükreş’e girdi. 13 Eylülde Türk, İngiliz ve Fransız kıtaları Kırım’ın güney sahiline vardılar.
14 Eylülde Fransızlar ve İngilizler müttefikimiz olarak Ruslara karşı Kırım’a asker çıkarmaya başladılar ve 20 Eylül’de Alma zaferi, “25 Ekim Balaklava muvaffakiyeti.” Bu söz İ.H. Danişmend’in, olay zafer sayılacak gibi değil. Gerçi Rus General Mençikof’a bir mağlubiyet tattırılmıştır amma, müttefiklerimiz İngilizler ve Fransızlar bu başarının sahipleridir. Mençikof, sayıca çok az olan Türk askerinin koruduğu bir kaç siperi aldıktan sonra yeterli sayıdaki Fransız ve İngilizlerle karşılaşmış ve İngilizlere b¬raz zayiat verdirmiş, fakat kendi askerî kaybı daha fazla olmuş.
Eflâk ve Boğdan’ın Ruslar’dan Temizlenmesi (20 Eylül 1854)
Ruslar’ın Eflâk ve Boğdan’a yerleşmesi Avusturya’yı da rahatsız etmiş, bir an evvel eski haline getirilmesi teşebbüsünde bulunulmuştu. Avusturya’yı en fazla kızdıran, Ruslar’ın buralarda Panislavizm propagandası yapmalarıydı. İngiltere, Fransa ve Avusturya’da Osmanlı Devleti politikasını savunarak Eflâk ve Boğdan’ın bir an evvel tahliyesini istediler.
Ruslar mecburen direktiflere uydu. Onların gitmesiyle, savaş sonuna kadar muhafaza etmek kaydıyla Avusturya buralara yerleşti. Osmanlı ordusunun yükü biraz hafifledi.
Rusların Kutsal! Tuzağı
Büyük devletleri karşısına alan Rusya, Yunanistan’ı kazanmak niyetindeydi. Ajanları vasıtasıyla gafil Rumları iğfale başladılar. Güya İstanbul’u, hakkı olan Rumlara kazandırmak için silaha sarılmışlar. Bu propaganda bir senede meyvesini verdi. Rumlar Ayasofya’da yapacakları ayinin hayâline daldılar; bu hayalle Epir, Etalya ve Teselya’da çeteler oluştu. Osmanlı toprağı işgalleri başladı. Neyse ki, Yunanistan’ın eli zayıftı. Yapılan baskılara boyun eğip, uslu durmayı mecburen kabul etti.
Savaş devamınca iç meselelerde eksik olmuyordu. Sadrazam Mustafa Naili Paşa azledildi, iki gün sonra tekrar vazifeye döndü (8 Temmuz azil 10 Temmuz dönüş 1854). 29 Mayıs 1854’te Naili Paşa tam olarak gönderilip, mühür Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa’ya verildi. Kırım seferi kararı Mehmed Emin Paşa’mn sadaretinde alındı.
İnkerman Zaferi (5 Kasım Pazar)
Ruslar devamlı yardım alarak savaşa devam etmekte iken, İngilizler’in kuvvetli mukavemetine yetişerek destek olan Türk ve Fransız askerleri kötü giden savaşı lehlerine çevirmişlerdi. 10–11 bin ölü 850 esir veren Ruslar müttefiklere 4680 zayiat verdirmişler, bu kendileri için fena bir yenilgi sayıldığından Prens Mençikof mağlubiyetin acısına dayanamayıp kısa bir zaman sonra ölmüş, yerine generel Gorçakof tayin edilmişti.
Devam eden savaşta Ruslar daha çok kaybediyorlar ve üzüntüye dayanamayan Prens Mençikof’un ölmesinin ardından bu seferde Çar Birinci Nikolas intihar ediyor. (2 Mart 1855)
Tuhaf Bir Alışveriş (Yahut Borçlanma)
İngiltere savaş bölgesine uzak. Savaş kanlı geçiyor ve birçok İngiliz askeri de ölüyordu. Sayıları azalan askeri takviye, kendi memleketinden zor olacağı ve uzun zaman alacağı için Osmanlı Devleti’nden ödünç asker isteyen İngiltere’yle bir mukavele yapılarak borç verildi. Türkiye 15 bini muvazzaf, 5 bini redif olmak üzere 20 bin asker vermeyi taahhüd etti. Türk askerleri İngiliz komutanların emrinde savaşacak, emri ve masraflarını İngilizler verecek, yalnız dinî meselelerde hür olunacak. Savaş bitiminde hayatta kalan Türkler, esas birliklerine iade olunacaklardı.
Pek tuhaf görünen bu İngiliz borçlanması herhalde, bundan sonra akıtılacak kanın tamamen İngilizlere ait olmaması içindi. Başka mantıki izahı zor. (3 Şubat 1855)
Savaşın Son Safhalarına Doğru
5 Mart’ta Osmanlı-Sardunya İttifak anlaşması yapıldı.
24 Mayıs’ta Kerç Boğazı’na asker çıkarıldı. 25 Mayıs’ta Karasu hattı işgal edildi.
7 Haziran’da Yeşiltümsek’le Aktabyalar zaptedildi. Bu zapt işi biraz kanlı geçti. 50-60 müttefiklerin zayiatına karşı Rusların 20 bin asker kaybından bahsediliyor.
18 Haziranda Malakof istihkamlarına yapılan taarruz başarısız sonuçlandı ve 4 bin kadar asker kaybedildi.
İlk Borçlanma
Devlet, daha önce mâlî sıkıntılar yaşamış, bunun aşılmasını, değeri düşük para basımıyla, sarayda bulunan altın-gümüş eşyaların paraya dönüştürülmesiyle sağlamaya çalışmıştı. Çoğu zaman da, kanlı ayaklanmalar olmuştu bu yüzden. Şimdi Kırım harbinin getirdiği ağır masraflar hazineyi yine iflas ettirmiş, çareler aranıyordu.
Savaşta müttefikimiz olan İngiltere ve Fransa bize borç verebilecek durumda idiler. Londra’da yapılan anlaşmayla, bu iki devletten 5 milyon İngiliz altını borç alındı. Borç verenler karşılığında yüzde dört faiz alacakları gibi, ne olur ne olmaz diye bazı garantiler sağladılar. Biz de, yabancı devletlere borçlanmanın ilk adımı böyle -bugün- atıldı. Tütün alışkanlığından betermiş ki, birçok tiryaki sigaradan vazgeçti ama devletimiz 150 senedir borçlanmadan vazgeçemedi.
Traktir Zaferi (16 Ağustos 1855)
Savaşın uzaması bıkkınlık getiriyor. Büyük hücumlar yaşanacağı günler müttefik ordunun heyecanını artırıyor. Sivastopol’ün düşeceği korkusu Rus Başkumandanı Prens Gorçakof’un uykusunu kaçırıyordu. Düşmanım denize dökerek kabustan sıyrılmayı planlayan Gorçakof hazırlığını yaptı. Müttefik orduların bir tarafı Sivastapol tahkinat hattı, bir tarafı 60 bin kişilik Rus ordusu.
Ruslar sabaha karşı, imha kastıyla saldırıya geçti. Müttefik ordular hazırlıklıydı. Başarılı savunma hatta hücum denemesi ve Rusları Traktir Köprüsü’nde perişan etmek zor olmadı. 2 bin ölü, 5 bin yaralı ve 400 esir veren Rusların bir de generalleri öldü. Müttefiklerde kayda değer zayiat görülmüyor.
Sivastapol’un İşgali
4 Eylül 1855’te toplanan Başkumandanlar meclisi Sivastapol’a umumi hücum kararı aldı. Bir gün sonra bütün bataryalar şehri top atışına tuttu. Donanma gemileri de bu atışa iştirak edip ve atışlar fasılasız devam edince, birçok yerde yangın çıktı. Cephaneler patladı. Limanda gemiler battı ve tahkimatta hasarlar meydana geldi. Tam üç gün böyle devam eden bombardıman Gorçakof’a, “bu cehennem ateşi” dedirtti.
Malokof adı verilen Rus istihkâmı zaptedildi. Gorçakof’un “cehennem ateşi”ne mukavemeti fazla sürmedi. Malakof ‘un elden gitmesiyle son ümidi de solan Gorçokof, Sivastapol’u müdafaa edemeyeceğini anlayıp tahliyeye karar verdi.
Yapılan cehennem hücumlarda elde edilen başarı birçok can kaybını da beraberinde getirmişti. Rakamlar net olmamakla beraber müttefik ordular 7 bin, Ruslar 14 bine yakın asker kaybettiler.
Müttefikler, amacına ulaşmış olmanın sevinciyle Rusların boşalttığı şehri işgale başladılar. Yangınlar ve arada bir meydana gelen patlamalar, işgalin seri şekilde yapılmasını engelliyordu, ağır ağır ama güvenle yerleştiler.
Prensip edindiğimiz, savaş safahatı vermemeyi Kırım harbiyle biraz bozduk. Amaç, biraz daha hali pür melalim görmekti. En yakın komşumuz Rusya: iyi komşuluk münasebeti kurmanın zorluğu belliydi, bir de şu iyice belli oldu ki yanımıza birçok yabancı kuvveti alan bile, Ruslarla başa çıkabilmiş sayılmayız Hemen soruyoruz “Ne olacak bu memleketin hali?”
Kars!
Rusları muhtelif cephelerde yenen; Türk ve müttefik kuvvetleri Çar’ın intiharına bile sebep olurken, Kars fena hal de kuşatılmıştı. Haziranın ortasında başlayan ufak tefek çarpışmalardan sonra 15 Temmuzda Kars’ı tamamen saran Ruslar, savaşın bütün acısını çıkarmaya yükleniyorlardı. Doğu Bâyezidi almışlardı, Kars kalesini savunan Müşir Mehmet Vasıf Paşa’nın 15.000 askerine karşı General Muravyef’in 40.000 Rus askeri vardı. Türk askerinin yorgunluğu, Ruslar’m, devamlı takviye almalarından dolayı dinçliği vardı. Ve Ruslar’ın silahı iaşesi bol iken, Türkler için bunlarında sıkıntısı çekiliyordu. Her şeye rağmen kahramanca savaşan Türkler yedi saat süren taarruzu püskürtüp, Ruslara 7.000 ölü verdirmeyi başarmıştı. (29 Eylül 1855)
Fakat her zaman olduğu gibi, zor oyunu bozmuştur! Açlıktan ölmemek için ot kökü yiyerek ne kadar ve nasıl savaşabilinirse öyle savaşan Türk askerinin tâkâtı bitmiştir. Vire ile teslim olmaktan başka çare yoktur. Çünkü yiyecek ot kökü bile kalmamış, “4,5 ayda otları dahi bitirmişler. Ruslar büyük zayiatlarına rağmen, savaşı küçük bir başarıyla kapatmak için direniyorlardı. Vasıf Paşa kaleyi teslim etmek üzere müzâkereye girişti
Türk subaylarının kılıçları alınmayacak.
Sivil halka hiçbir şekilde dokunulmayacak.
Camilere ve evlere kesinlikle tecavüz olmayacak.
Şehir yağma edilmeyecek; Kars, bu şartlarla Ruslara teslim edildi. Kırım harbi denen savaş, Kars’ın teslimiyle fiilen sona erdi. (28 Kasım 1855)
Bundan sonra Rusya’nın barış içinde yaşamasını mecbur kılan sebepler arasında Avusturya ile Prusya’nın dayatmaları da sıralanıyor. Avusturya Rusya’ya, “eğer kısa zamanda barış yapmazsanız biz de, bir kez daha savaşa girmeyi düşünebiliriz” derken, Prusya Kralı II. Aleksandr da şunu demişti: “Bir Avusturya-Rusya savaşı halinde Çar’ın sarayıyla dostça ilişkileri sürdürmek şöyle dursun, tarafsızlığımızı korumak bile zor olur.”
Paris Sulhu (30 Mart 1856)
İki buçuk sene süren Kırım harbi, Kars’ın düşmesiyle bitiyordu. Yarısını Türk-Rus Savaşı olarak kabul edersek ki öyledir yeniçerilerden sonra kurulan yeni ordu başarılı imtihan vermiştir. Diğer yarısı İngiltere, Fransa ve Sardunya’nın desteğiyle geçen savaşta herkes üzerine düşeni yapmıştı. 28 Kasım 1855’te biten savaş, fiilen bitmiş görünse de, resmen, 30 Mart 1856 da Paris’te toplanan heyetlerin yaptığı antlaşma ile bitirilmiştir.
İsmail Hami Danişmend’e göre, savaşdan sonra müttefiklerimiz “Kırım muharebesinin bütün şerefini kendilerine hasreden bir propaganda yapmışlar ve en ciddi tarih menbalarında bile Türkiye’yi pek ehemmiyetsiz bir unsur gibi göstermişlerdir. Hâlbuki kendilerinin Kırım’a gidebilmeleri Türkler’in Tuna boylarında Rusya’yı tamamıyla mağlup etmiş olması sayesindedir ve Kırım’da elde edilen büyükçe parlak neticede de Türk ordusu en mühim âmillerdendir.”
Paris’te 1 ay 4 gün süren barış konferansına Türkiye adına katılan iki kişiden biri Reşit Paşa’nın oğlu, diğeri sadrazam Âli Paşa’dır. Yapılan antlaşma Türkiye’nin hayli lehine olmasına rağmen daha geniş haklar elde edemeyen Âli Paşa Reşit Paşa tarafından tenkit edilmiştir.
Cevdet Paşa uzun uzun Reşit Paşa’dan ve Âli Paşa’dan bahseder. Bir yerde şöyle diyor.
“Reşit Paşa devlete pek çok âdemlar yetiştirdi. Âli Paşa ise, “âdem yetiştirmek şöyle dursun, yetişecek âdemlerin yollarını uruyor” deyû beyn en nâs mal’ûn idi.” Yani, Âli Paşa yetişecek insanlara engel oluyor diye halk arasında ayıplanırmış. Reşit Paşa’nın tenkidi, belki de oğlunun Âli Paşa tarafından ön plâna çıkarılmayışındandır!
Her ne ise; Kırım harbinin bitişiyle Türkiye’ye huzur avdet etmiş oluyordu. İkinci Mahmud’un Yeniçeri Ocağı’nı kaldırışı, arkasından Tanzimat Fermanı, henüz insanlar her ikisine de tam alışamadan çıkan savaş; çöküntüde görünen devleti ve tebaasını çok huzursuz etmişti. Şimdi fırtına kesilmiş, sular durulmaya başlamıştı. Bakalım bundan sonrası nasıl olacak?
Kırım harbinden sonra, Tanzimat Fermanı’nı tamamlayacak olan bir ferman daha yayımlandı. İkisi arasında geçen zaman, değişen dünya şartları, hele de Rusya’ya karşı müttefiklerle beraber yapılan savaş, bazı yeni meseleler çıkarmıştı. Türkiye, eskisi gibi taklit edilen bir memleket değil, aksine taklit etmek zorunda kalan bir memleket idi. Dünya dengeleri, bir kaç Avrupa devleti ile aynı paralelde görünmemizi gerektiriyordu. En azından, Sadrazam Âli Paşa öyle düşünüyordu.
Islahat Fermanı
Âli Paşa’nın Islahat Fermanı, 18 Şubat 1856’da yayımlandı. Getirdiği belli başlı yenilikler; Rusya, İngiltere ve Fransa’nın da görüş bildirdiği Islahat Fermanı Tanzimat Fermanı’ndan biraz farklıdır. Birincisi eksisiyle, artışıyla daha millîdir. İkincisine başka devletler de karıştığı için o kadar milli sayılmaz
.
Bazı maddeleri Türkleri, bazı maddeleri de diğer unsurları hoşnut edemeyen Islahat Fermanını Reşit Paşa dahi beğenmemiştir. 20 Maddeden meydana gelen fermanın bazı bölümleri şöyle.
Fatihden beri Hıristiyan tebaya bahşedilen imtiyazlar kaldırılmıyor biraz değiştiriliyor. Patrikler ve daha aşağı payedeki ruhaniler aidat toplayamayacaklar; bunlar devletten maaş alacaklar. Hıristiyan teba Müslüman teba ile hukukî yönden eşit olacaklar. Hıristiyan ve Yahudiler çocuklarını Türk mekteplerinde okutabilecekler (dini mektepler hariç) ve bunlarda devlet memuru olabilecekler. Hıristiyanlar istedikleri derecede mektepler açabilecekler. Bu zamana kadar askerlik yapmayan Hıristiyan teba bu¬dan böyle askere alınacak, ancak isteyen bunu paraya çevirebilecek. Böylece Hıristiyanlardan ‘Cizye’ adiyle alınan vergi kalkacak.
Hastalık hafif iken bir kaç çeşit ilaçla devam edilen tedaviye, ağırlaşan hastalık sebebiyle daha çok ilaç kullanmak gerekmesi gibi, devlet çatırdadıkça taviz çoğalıyordu. Bütün mesele devlete “Ha¬ta Adam” diyen Rusya’yı yalancı çıkarmak.
9 Ocak 1853 Sen Petersburg’da bir saray. Ruslar’ın keyfi yerinde, İngiltere’nin de! Balo da eğlenirlerken, Çar Nikola’nın kanında tilkiler dolaşıyor, beyninde ecinniler cirit atıyor ve kendini tutamayan Çar İngiliz elçisine yaklaşıp birşeyler söylüyor. Elçinin merakı kamçılanıyor ama fazla belli etmiyor. Söz Türkiye’ye gelince kulaklarını iyice Çar’a yaklaştırıp dinliyor. “Türkiye’ye gelince, diyor Çar, bu bambaşka bir problemdir. Bu memleket buhranlı bir durumdadır. Başımıza çok işler çıkarabilir.” İngiliz elçisi, Çar’dan Türkiye hakkındaki düşüncelerini açıklamasını rica edince, I.Nikola şöyle devam ediyor:
“Kollarımız arasında hasta bir adam var. Çok hasta. Size açıkça söylemeliyim ki gereken bütün tedbirleri almadan önce onu günün birinde kaybetmemiz büyük felâket olacaktır.”
“Türkiye aniden ölebilir. Bu takdirde üzerimizde kalacaktır. Ölüleri diriltemeyiz. Türkiye ölünce, bir daha dirilmemek üzere ölecektir. İşte bunun içindir ki, size soruyorum. Böyle bir olay karşısında kargaşalık, anarşi ve hatta bir Avrupa harbi karşısında kalmaktansa, önceden tedbirler almak daha akıllıca bir hareket olmaz mı?”
Sürer gider Çar’la elçinin hülyalı sohbeti; ama anlaşamazlar. Biraz sonra kopan savaşta da İngiliz askerleri Türklerin yanında, Ruslara karşı savaşırlar. Devletlerarası münasebetler kış günü göğüne benziyor, bir açık bir kapalı, hangi bulutun nereye boşalacağı pek belli olmuyor. Bu sohbetten sonra Ruslar Türkler’le savaşıp, bir hasta adam tokatı yemekten kurtulamamışlar. Gerçi Çar Nikola’nın tespiti pekte yalan değildi amma, biraz fazlaca vicdansızlık var idi. Fatih’i, Yavuz’u, Kanuni’yi, bilenlerin 1853’deki durumu görünce Çar’da uyanan kanaati paylaşması akıl ve mantık dışı sayılmazdı. Perşembenin gelişi belli olmaya başlamıştı.
Osmanlı Devleti hasta da olsa, sağlam da olsa bizimdi. Ölünün başını bekleyenler bile kâh ağlar, kâh güler, aynı acılı hali devamlı yaşayamazlar. Kırım harbi sonrası İstanbulunu, Cevdet Paşa’nın anlattıklarıyla tanımaya çalışırsak, birinci elden olayların şahidini dinlemiş oluruz.
Önce o günlerin ilmiye sınıfıyla ilgili bir fıkrayla Cevded Paşa’ya kulak verelim: Tersanei amirede bir gemi yapıldı; adı da fethiyye kalyonudur. En üst kısmı denizde ikmâl edilmesi lâzımken, ustalar onu da dışarıda tamamladılar. Ağırlığı taşıyamayan direklerden birinin kırılması ile diğer direklerde kırıldı, menzil müsait olduğu için, gemi kayarak denize indi.
“Fakat birkaç kişi mecruh ve birkaç kişi telef olarak gemiye kurban verildiler.”
Geminin teknik eksikliklerden denize girdiği malûm; üstelik kaç kişinin de yaralanmasına ve ölmesine sebebiyet verdiği meydanda iken, hadiseyi duyan İstanbul kadısı yanındakilere, gemiyi denize meleklerin indirdiğini söyler. “Zürefadan biri de: “Evet bu kalyonu melekler indirmiş olmak muhtemeldir. Lâkin işin içine şeytan da karışmış olmalı ki birkaç kişinin helakine bâdî oldu dedi.”
“İşte tarik-i ilmiyye kibarının ekseri o zaman böyle gülünç olacak söz söyle¬yip çok yerlerde duçan istihza olurlardı.”
“Hülâsa-i Ahvâl-i politikiyye” başlığıyla anlatılan, paşalarımızın bazı hususiyetlerine bakalım.
Kırım harbinden sonra İstanbul’da İngiliz ve Fransız elçileri nüfuz yansına girerler. Reşid Paşa İngiliz politikasında devam ve Âli ve Fuad Paşalar Fransız politikası güderler. Rıza Paşa da Fransız sefaretine hizmet ederdi. “Fuat Paşa âmedci (başkatip) iken Mahmut Nedim Bey mektubcu olup daima geceleri hem bezne-i sohbet olurlardı. Fuad Paşa dirayet-ü malûmatı hasebiyle ilerleyüp Âli Paşa ile atbaşı beraber gitmeğe başladı. Mahmud Nedim Bey de ise o iktidar olmadığından başka, pek mütelevvin bir zat olup hatta Reşit Paşa bir gün amn tavr-u mişvarundan canı sıkılarak, “bizim mektubcu bey, cıvık sabuna benzer, anınla ne el yıkanır, ne de çamaşıra gelür” demiş idi.” Ahmed Cevded Paşa Mahmud Nedim Paşa’nın kaabiliyetsizliğini anlatırken gayretini de göz ardı etmez. Yaslanacağı yerleri iyi hesap ederek Sayda valiliğini kazandığını söyler; hem de vezaret alarak bundan sonra, o da Âli ve Fuat Paşalar gibi Paşa olarak anılır. Paşalarımızla, paşalarımızın diğer devletlerin elçileriyle ilgili, daha çok şeyler yazar Ahmed Cevded Paşa, amma Ahvâli Maliyye başlığı ile anlatılanlara geçiyoruz. “Öteden berü Devleti Âliyye iradına göre masraf ederdi. Memurin dahi vaktiyle maaşlarını alup idarelerini ana uydururlardı. O zaman alafıranga hane ve sahilhane tecemmülâtı (süslenmek için kullanılan eşya) yok idi. Saray-ı Hümayun’un idaresi ise pek mazbut bir hâlde idi. Şehzadeler kafes-nişîn-i mahcûriyet oldukları gibi kadınlar dahi bir tarafa çıkmazlardı.”
Cevded Paşa saray halkının yaşadığı mazbut hayatı anlatıp, sonra bu mazbutluktan nasıl çıkıldığına sözü getiriyor ve kusuru Mısırlılara yükleyiveriyor.
“Şöyle ki; diyor, Paşa. Bâlâda (yukarıda) îş’âr olunduğu üzere Abbas Paşa valiliğinde Mısır’dan Dersaadet’e pek çok paşalar ve beyler ve hanımlar hicret eylediler. Galî bahâlar ile konaklar ve yalılar aldılar. Alafıranga tecemmülât ile tefriş u tezyin ettiler. Bol bol paralar sarf u israf eylediler. Ebvâb-ı sefahati açtılar. Vükela ve kibarı İstanbul, bu Mısır döküntüleriyle aşık atmağa ve vükelâ haremleri de Mehmed Ali kerimesi Zeynep Hanım’ı taklid ile ısrâf u sefahata kalkışdılar. Bu cihette Âli Paşa’nın dâiresi mesârifi, şehriyye üç dört bin altuna vardı ve Ali nâm car-ebru delikanlısının mesârifi, efendiden bir âdemin hanesini kibârane suretde idare edebilirdü. Bu suretle sadâret ma’âşı vefa etmez oldu.”
Herhalde kıskançlıkla olacak, Mısır valisinin himayesindeki insanlar israf içinde yüzerken, pâdişâhın kadınları ve kızları onlardan geri kalmak istemezler. Süslü arabaların içinde modern giyimlerle dolaşan Mısırlı hanımlar sarayın duvarları arasında ömür tüketen kadınları dışarıdaki hürriyete heveslendirirler. İşte kültür değişmesi, böyle bir tazyikle başlar. “Kadın efendiler de hükm-i zemâne icâbınca arabalar ile gezmeğe başladılar ve bi’t-tabi’ şehrîlere tefevvuk etmek üzere (şehirlilerden üstün görünmek için) israf u sefahata daldılar ve onlarda borçlu oldular ve ahz u i’tâlarma vâsıta olan kahveci ve baltacılar pek acib sui is-timâlâta koyuldular. Meselâ bir tacirden yüzbin guruşluk mal alırlar ise elli bin guruş da nakid alup ikiyüzellibine sened verirlerdi. Bu cihetlerle Saray-ı Hümâyûn’un üç sene zarfında üç milyon kese akçe deyr i zuhur etdi. Bu da kafi olmayıp sultanların ve kadın efendilerin murassa’âtı (kıymetli mücevherleri) Beyoğlu sarrafları ellerinde merhun kaldı. El-hâsıl, Mısır döküntüleri İstanbul ahâlisinin ahlâkını bozmağla devlet-ü millete azim zararları dokundu.”
Kırım harbinin açtığı mânevi yaraların esas sebebi, Cevded Paşa’dan anlaşıldığına göre; devletin, milletin fakirliğinden başka bir şey değildi. Devlet-i Âliyye toprak kaybıyla beraber iktisâdi kayıplara da uğraya uğraya küçülmüştü. Bir savaşı zaferle neticelendiren ordu ganimetle zengin oluyor, o zenginliği değişik yollarla diğer insanlara dağıtıyordu. Nicedir ki, böyle bir şey yaşanmıyor, devletle beraber herkes fakir düşmüştü. Devletin eyaleti olan Mısır bile Türkiye’den zengindi. Yine Cevdet Paşa’ya göre “Kırım muharebesinde Fransız ve İngiliz askerleri İstanbul’a geldiklerinde, su gibi altın akıttılar. Bu yüzden İstanbul esnafı, bilhassa kuyumcular fevkalâde istifâde ederek zengin oldular; onlarda Boğaz içinde yalılar tutarak kibarâne yaşamağa başladılar.” “O zaman Kadıköy’ü ve Adalar henüz mamur olmamış idi. Kızıl toprağın adı yok idi. Şitaiyye (kışlık) İstanbul ile Beyoğlu’na ve sayfiye Boğaziçine münhasır idi. Büyükdere’de dört odalı bir kira evi bulmak büyük saadet’e nail olmak gibi bir muzafferiyet sayılıyor idi.”
Şimdi anlatılacak olayı, o zamanlar “enflasyon” diye bir şeyin olmadığı düşünülerek okuyalım ve aniden kavuşulan bolluğun neler yaptığını daha iyi anlayalım:
“Şeyhülislâm Saadeddin Efendi altı aylığını kırkbin guruşa olmak üzere, Balta limanında bir yalı kiralamış idi ki o yalı, Mısır’lı Halim Paşa uhdesindedir. Tebrik-i nakl içün Sadeddin Efendi’ye bir ihtiyar âdem geldi; “Ben bu yalının falan tarihde kırkbin guruşa satıldığım bilürüm” demekle orada bulunanlara hayret geldi.”
O sıralarda para kazanmanın çok kolaylaştığını, bir hayli fazla olan hırsızlığın bittiğini anlatan Cevded Paşa;
“Anlaşıldı ki memleketimizde hırsızlığın çoğalması parasızlıktan imiş” diyor. “Lâle devri” diye anılan zamanı yaşıyanlar, tabiî ki, belirli bir kesimdi. Bebek koyu ile Büyükdere koyunda mehtabı seyretmek bahtiyarlığı herkese nasib olmuyordu. Servilerin aksi, suda gümüş rengi aldığından mı acaba, anılan yerlerde akşamlrın “Gümüş servi” temaşa edilirmiş.
Cevded Paşa, Devlet erkânından bazıla-nnm ahlhakî bozulmalanmda anlatıyor; bunlar Âli Paşa, kâmil Paşa, Fethi Paşa…Ve, bugün lüks arabalarla, kaldınm-lardaki işveli bakışlara işaret eden malûm adamlar gibi “Bâyezid Meyda-nı’nda arabalara (At arabası) işaretlerle ma’âşaka usûlü hayli meydan aldı.” diyor C. Paşa.
Avrupa bugünkü durumunu bazı sahalarda o günlerde yaşamaya başlamış olmalı ki, “Melek haslet” olan Abdülmecid Han için Fransa’dan macunlar getirtenler olurmuş. Pâdişâhın kadınlarının çokluğu malumdur. Servetseza Kadın, Tirimujgan Kadın, Şevkefzâ Kadın, Düz-didil Kadın, Perestû Kadın ve daha birçokları… Ve ayrıca ikbâlleri… pâdişâhla ilgili bu konuyu şöyle anlatıyor.
“Sultan Abdülmecid Han hazretleri hakikaten melek-haslet bir pâdişah-ı âli-câh olduğu halde, o da nev’-i beşerden değil mi? Bu rüzgar anı da çarpdı. Âlemin bu inkılâbâtı arasında, o dahî kadınlardan bazılarına muhabbetü rağbet buyurdu. Nas’ın haram olan mu’âmelatına o dahi helâlinden olarak müşareket buyurdu. Buna hiç kimse bir şey demiyordu. Fakat nisvân ile kesret-i musâhabetinden nâşi vücûd-u hümâyunlanna günden güne za’f gelmesi bâdî-i endişe idi.
Zira halk kendisini pek ziyâde sevdiklerinden anın bu hâline müte’essir idiler.”
Rüşdi Paşa’nın cinsel ahlâksızlığını gizleyişine de yer verilen maruzatta Fethi Paşa’nın Avrupa’dan kuvvet şurubu getirtip, pâdişâha takdim etmesi kınanarak anlatılır.
Nihayet; maddi manevi buhran kısa zamanda zararını su yüzüne çıkarır. Ahlâki düşüklük içinde olanlar dillere düşer, maddi israfın sahipleri hazineyi müşkül duruma sokarlar. Paşaların konaklan pâdişâhın sarayı ile israfta yarış etmektedir.
Pâdişâh israfın farkındadır ve rahatsızdır. Bir gün Darüssaâde Ağası ile kızı Münire Sultan’a haber gönderir: “Akıllarını başlarına toplasunlar. Artık aşırup taşırdılar. Anları tekdir şöyle dursun, adetâ döğdiririm.”
Bir günde; Mehmed Ali Paşa’nın gelini olan Resia Sultanın altmış bin kese borçlanmasından dolayı, paşayı tekdir eden pâdişâh, haberdar olmadığını söyleyen paşaya daha çok kızarak, “Senin yeminlerine de inanılmaz. Mukaddema suhteleri ayaklandıran da sen değil misin? Hain herif, sen din-ü devletine ve pâdişâhına hainsin. Mukaddema seni nefy eden yalnız Reşid Paşa değil idi; ben bu bâbda müttefik idim” dedi. Bâ’dehû Âli Paşa’ya hitaben: “Sen nasıl sadr-ı âzam olacaksın. Böyle şeylere bakmıyorsun. Mührü alırlar da adamı koğuverirler. Mesuliyet altındasın” deyû buyurdu. (C.Paşa)
Ahmed Cevdet Paşa kulakları ile duyduklarını naklediyor. “Bizler kapunun haricinde bu ateşli sözleri istimâ ile lerzân olmakda idik. Bu sırada sair Dâmad Paşalar gelmekle Zat-ı Şâhâne: “Sultanlar gece mehtâblarda gezermiş. Benim gece mehtâbda gezer kızım yokdur. Anları redd edeceğim. Bu heriflerin harekâtı artık namusuma dokunur oldu” diyerek Dâmad paşaları ve bilhassa Ali Galib Paşa’yı tekdir-ü ta’zir buyurdu.”
Pâdişâh bağırarak öfkesini alamaz; ertesi gün Dâmad Paşaları memuriyetlerinden azleder. Devletin en büyük sıkıntısı hadsiz hesapsız harcamalardır. Pâdişâhın sarayı ile yarışa çıkan Damatlar ve diğer paşa konakları Abdülmecid Han’ın azarları ile kendilerine çeki düzen vermeye başlarlar. Beyoğlu sarraflarına ödenen faizler devletin itibarını da sarsmaktadır. Hazine borç batağındadır. Fuad Paşa Avrupa’dan 5 milyon lira borç bularak devleti rahatlatmaya çalışır. Bunlar Kanuni zamanını bilen millet için ne kadar acı bir durumdur.
Parasızlığın ne derece kötü olduğuna bir delil olarak Kıbns’lı Mehmed Paşa’nın söylediği söz kâfidir. Pâdişâhın Rusya’ya göndereceyi nişan ve hediyeleri görüşmek üzere huzuruna çağırdığı Kıbns’lı ile Fuad Paşa hediyeleri seyrettikten sonra; Kıbns’lı, gümrüğe dair bahs açılınca: “Merhume Valide Sultan, bundan dahî irtikâb etmiş (rüşvet yemiş) demekle, hünkâr münfa’il ve mütessir olup, Harem-i Hümâyuna girüp: “Bu herif benim ölmüş validemden ne istiyor. Anı irtikab ile itham ediyor” deyû buyurmuş” ertesi gün makamda değişiklik vukuu bulmuş.
Burada, bakışımızı Anadolu’ya çevrip bugünlerdeki durumu görmek istiyoruz. “Ağlamayan çocuğa meme verilmez” gibi bir söz var ya ne kadar doğru. Fakat ağlayan çocuk herhangi bir şeyle tehdit unsuru olamazsa kolayca meme alamayacağı da belli! Az aşağıda, Rumeli’de ağlayıp istediğini alanlar görülecektir. Ya Anadolu’da ağlayanlar? Onları pek bilmiyoruz. Bildiğimiz figanın her taraftan geldiğidir. Bir açlık, bir de devletin zayıf düşmesinden kaynaklanan isteme oburluğu var. Çukurova’da yaşayan Avşarların sıkıntılarını, isyana dönüşen hak isteme teşebbüslerini devletin önlemeye çalıştığı günlerdir. Onlar hakkında çıkan ferman Âşık Dadaloğlu’nun sazında terennüm edilmektedir, hem de kafa tutarak.
Düşmanla baş edemeyen, hane halkına söz geçiremeyen pâdişâh, fermanlarla bazı sesleri kısmaya çabalarken, susmayı bilmeyen, hiçbir şey yapamasa da kafa tutmayı bilen Dadaloğlu şiire vuruyor işi. Şiir güzeldir ama devlete kafa tutanı değil.
Dadaloğlu’nun söylediği isyan şiirleri bazıları tarafından kahramanlık sayılabilir, bazıları da devletine olan bağlılığının zayıflığına yorar.
Belimizde kılıcımız kirmâni
Taşı deler mızrağımız temreni
Hakkımızda devlet etmiş fermanı
Ferman pâdişâhın dağlar bizimdir
Dadaloğlum yarın kavga kurulur
Öter tüfek davlumbazlar vurulur
Nice koçyiğitler yere serilir
Ölen ölür kalan sağlar bizimdir
Dadaloğlu’nun kime meydan okuduğu belli. Bunu sadece, Anadolu ahvaline dair bir misal olmak üzere naklettiğimizi unutmayalım.
Sultan Mecid’in Zor Günleri
Her iktidarın bir düşmanı, tahtın ayaklarını kemiren kurdu bulunuyor. Abdülmecid Han’ın tahtı da borçlar yüzünden kemirilmektedir. Saray-ı Hümâyundan alacaklı olan Hıristiyan tüccarlar Fransız, İngiliz ve Rus sefaretlerine Devleti Aliye’yi şikayete giderler. Alacaklarını alamadıkları için, onlardan yardım isterler. Daha önce, Osmanlı devleti için söylenen Rus sözünün benzerini Rusya hariciye nazırı söyler. “Delvet-i Osmaniyye bir hastadır. Elimizde ölecek.”
Cevded Paşa’nın maruzatı, o günlerin kasvetini olduğu gibi yansıtır ve bir yerde paşa dahi der ki: “Devlet-i Aliye’ye nazar mı isabet eyledi bilmem, müsalaha vukuunda hudûd üzerinde ikiyüzellibin asâkiri nizamiyye ve beş yüz kırk pare top mevcûd olup asâkirin elbisesi ceyyid-ü cedid ve hayvanları tüvâna olduğu hâlde avdet eylediler. Redifler dâhi salimen ve müreffehen memlemetlerine gittiler. Paraca dahi devletin iradı masarifine galib olarak sene başında rûn-ümâ olan fazla ile perakende düyunun tasfiyesine karar verilmişdi. Sonra saray-ı hümâyun’un üç sene zarfında üç milyon kese akçe düyunu zuhur ile Maliyye hazinesine tahmil olundu. Bu cihetle hazine müzayakaya ve devlet muhâtraya düşdü.”
Devlet bu durumları yaşarken Rumeli’den şikâyetler gelmekte “güya ki tebea-i gayr-ı mislimeye şöyle zulmediliyormuş, böyle insaniyyete mugayir muameleler icra olunuyormuş.” Hıristiyan devlet elçileri dindaşlarının korunması için Devleti Âliyeye baskı kurarlar. Teftiş için bir heyet gidecektir. (Düveli Fahîme böyle istiyor) Düveli Fahîme, itibarlı, kuvvetli, büyük devletler, yani Fransa, İngiltere ve Rusya. Dünyanın efendileri bunlar ve bunlar istiyorlar diye Devleti Âliye Rumeli’ye bir teftiş heyeti gönderiyor. Heyette kimler var, bir bakalım. “Beycikli Arif Bey, Besim Bey, Fatyadı Bey (Ma’hud Fatyadı Paşa) Bulgar milletinden Gavriyet, Ermeni Artin Efendi (sonradan Artin Paşa) Eskidende Ermeni Paşa olabiliyordu amma? Art’ın adıyla, Hı¬-ristiyan diniyle değil, Müslüman olup ismini bile değiştiriyordu! O günler hayâl oldu…
Teftiş heyetinin içinde bulunan, Maruzat yazarı C. Paşa, pâdişâhın son günlerinden bir veda konuşmasını şöyle veriyor. “Serdar-ı Ekrem Ömer Paşa Hersek’e gitmek üzere uhdesine Rum (eli) ordusu müşirliği tevcih buyurulduğunda veda için Mabeyn-i Hümâyun’a giderek huzûr-ı Hümâyuna dâhil oldukda Sultan Abdulmecid Han hazretleri “Allah selâmet versin. İnşâallah muvaffak olur gelirsin. Lâkin beni bulamıyacaksın. Yakın vakitde gelsende bulamazsın. Beni karılarım ile kızlarım bitürdü deyû buyurmuş Filvaki günden güne zâfı ziyadeleşmekte bulunmuş idi.”
Abdülmecid Han devletin yaşadığı sefalet ile kendi yaşadığı sefahattan, mecalsiz kalmıştı. Cevded Paşa, onu Reşid Paşa’nın, politikasıyla rahat ettirdiğini savunur. Bir de Reşit Paşa’nın yetiştirmesi olan Âli ve Fuad Paşa’lann iyi devlet adamı olmaları; amma, öyle bir devir ki, herşey hızla değişiyor, ahlâki değerler yozlaşıyor, pâdişâh hane halkına israfta mâni olamıyor. Zâten nazik yaradılış da olan bünyesi çok erken yıpranıyor Abdülmecid Han’ın. Çöken devletin hazinesi ve pâdişâhın bünyesine rağmen, değişmeyen şeylerde var.
Bir gün, “Abdülaziz Efendi, Beylerbeyi Karakolhânesi önünden geçerken karakola atiyye olmak üzere bir çıkın göndermiş. Karakol zabiti dahi anı serasker bulunan Rüşdi Paşa’ya getürmüş. O dahi Zat-ı Şahâne’ye takdim etmiş. Bundan Zat-ı şâhane’nin canı sıkılıp Abdülaziz Efendi’ye “Askere öyle cüz-i atiyye vermek yakışmaz. Gönderecek olduğu hâlde böyle ziyâdece atiyye göndermeli” deyu büyük bir kese altun gönderüp anı mahcup ettikden sonra Reşid Paşa’yı celb ile: “Ne dersin. Bizim birader askerin celbine kıyam etmiş!” diyerek vuku-ı hâli hikâye etmiş ve Abdülaziz Efendi’yi Trablus garb valisi etmek hususunda reyini sormuş.
Reşid paşa birkaç gün sonra verdiği cevapla pâdişâhı bu fikrinden vazgeçirmiş. Gerekçesi ise; “Abdülaziz Efendi’nin yanına her ne kadar müsteşar kılıklı bir emin zât memur edilmek tabiî ise de, uzak yer; orada herkes veliahd olduğu cihetle Efendi’ye arz-ı halü edicek, kim bilir neler olur. Ahvâli alem acâib, bir şeye tamâmiyle emniyyet olunamaz. Efendim burada sadık kullarınız var. Efendiyi nezâreti Hümâyununuz tahtında tutmak evlâ görünüyor.” Reşit Paşa’nın cevabına Pâdişâh “Evet ben de böyle düşündüm” der. Bir günde Sadrazam Mehmed Ali Paşa’ya: “Paşa, ben Efendiden sıkılır oldum” deyince Paşa der ki:
“Efendim, Başmabeynci çabuk ü çevik bir bendenizdir. Benim de bir mutemed âdemim vardır. Anlara tebdil-i câme ettiririz. Efendi, gece çiftlikden gelirken kurşun ile ururlar.”
Pâdişâh böylece Mehmed Ali Paşa’nın karakterini anlamış, bundan sonra ona karşı daha dikkatli olmuşdur.
Sultan Abdülmecid’in Ölümü
Abdülmecid Han’ın sağlık durumu iyici bozulunca, devlet erkânı yerine geçecek şehzade arayışına başlar. Rıza Paşa’nın Murad Efendi’yi, Mehmed Ali Paşa’nın Abdülaziz Efendi’yi desteklediği şayiaları ortalarda dolaşır. Pâdişâh can derdindedir.
Dolmabahçe Sarayı’nda bir saat kadar Abdülazif Efendi ile başbaşa kalan pâdişâh: “Birader benden artık hayır yok. Ben muayedeye dahi vükelâ ve sairleri ile veda içün gittim. İşte her şey sana kalacak. İnşâallah muvaffak olursun. Evladlarımı sana emânet eyledim. Anlara zaruret çekdürme” deyû buyurması üzerine, Efendi hazretleri ağlamaya başlamış, kendisi de beraber ağlamış. Ba’dehû bazı vesâyâyı lâzime dahi buyurmuş ise de, tefâsilini öğrenemedik” Cevded Paşa iki kişinin bir saatlik görüşmesinde, pâdişâhın vasiyyetlerinin tafsilâtını öğrenemediğini söyleyip, şunu ilave ediyor: “Şu kadar ki: “bu babda vükelâm bana hıyanet eylediler. Seninle kardeşliğimi bildirmediler” Cevded Paşa’nın öğrendiği son cümle budur. Padişah ahiret yolculuğuna çıkarken, kardeş sevgisini doyasıya yaşayamadığından muzdarip!
Veremin erittiği vücudundan canı çekilirken gözünün önünden evlatları, kardeşleri, kadınları, kızları, devleti mi geçiyordu, acaba? 39 yaşının içinde idi. 21 buçuk senesi padişahlıkla geçen ömür belki bir kaç misli cevr’i yaşamıştı. Devletinin iyi günlerini görmekle mesut, kötü günlerini görmekle mahzun olmuş. Merhameti, dindarlığı, âlicenaplığı ile anılmış, hem sağlığında, hem daha sonra. Hatırlayanlar Sultanselim’deki türbesine gidip Fatiha okurlar. (25 Haziran ölüm 1861)
Abdülmecid bahsi girişinde, Batı kültürüyle yetiştiği söylenmişti. Yaşayışı da bir Batılı gibi oldu. Ölümüne gösterilen sebepte, fazla içmekten düştüğü hastalıktı. Bunlara rağmen o bir Osmanlı Hakanı idi. Devletin binbir türlü sıkıntısına rağmen kimliğinin hakkını verdi. Saraylar, kasırlar bir yana, Küçük Mecidiye Camii, Büyük Mecidiye Camii Teşvikiye, Camii ve birçok çeşme, tekke gibi hayır eserlerinin yapılması onun zamanının ve onun dini yönünün aynasıdır.
Püsküllü Belâ
Abdülmecid Tanzimat pâdişâhıdır. Tanzimat, adeta bir devletin kökden uca değişme teşebbüsüdür. Kılık kıyafet de nasiplenir bu değişimden. Eski başlıklar uçar gider başlardan ve fes gelir oturur, müslim, gayrı müslim, herkesin başına. Bir de püskülü var bu feslerin ve bu “feslerin püskülleri ipekten olduğu için rüzgârdan, yağmurdan ve daha başka şeylerden telleri bozulurdu. Bu sebeple her gün püsküllerin taraktan geçirilmesine ihtiyaç hâsıl olurdu. Hatta püskül taramak için şimdiki kundura boyacıları gibi sokaklarda ve çarşılarda “püsküller tarıyalım” diye ekser yahudi çocukları olarak bir kısım halk bununla geçinirdi. Püskülün bu hâli yüzünden fese püsküllü belâ denmiye başlanmıştı.”
Sevipte, kaprislerine katlandığımız insanlara ‘başımın püsküllü belâsı’ deyişimiş boşa değilmiş