Türk Adı, Türk Soyu, Türkler’in Anayurdu ve Yayılmaları

  • Konbuyu başlatan Talebe
  • Başlangıç tarihi
  • Cevaplar 0
  • Görüntüleme 709
TÜRKLERİN YAYILMALARI



Türk Adı, Türk Soyu, Türkler’in Anayurdu ve Yayılmaları


En eski ve köklü kavimlerden biri olan Türkler aşağı yukarı 4 bin yıllık mazileri boyunca, Asya, Avrupa ve Afrika kıt‘alarına yayılmış bir millettir. Orta Asya’daki Anayurttan etrafa yaptıkları sürekli göç hareketleri Türkler’in aynı zamanda nüfusça kalabalık olduğunu da gösterir. Türkler bu nüfus çokluğu ve faal durumları dolayısıyla dünya tarihinde mühim rol oynamışlardır.



“Türk” Adı:


Türkler’in eski bir millet oluşu araştırıcıları Türk adını en eski tarih kaynaklarında aramağa sevketmiştir. Geçen asırdan beri birçok bilgin tarafından ileri sürülen görüşlere göre, Heredotos’un doğu kavimleri arasında zikrettiği Targitalar, veya “İskit” topraklarında oturdukları söylenen “Tyrakae” (Yurkae) veya Tevrat’ta adları geçen Togharmanlar, veya eski Hind kaynaklarında tesadüf edilen Turukhalar (veya Turuşka), veya Thraklar, veya eski ön Asya çivi yazılı metinlerde görülen Turukkular, veya Çin kaynaklarında M.Ö., 1. bin içinde rol oynadıkları belirtilen Tikler ( veya Di) ve hatta Troialılar vb. bizzat “Türk” adını taşıyan Türk kavimleri oldukları kuvvetle muhtemeldir.

İslâm kaynaklarında teferruatlı şekilde nakledilen İran menşeli Zend-Avesta rivayetleri ile, İsrail menşeli Tevrat rivayetlerinde de “Türk” adı aranmış Nuh’un torunu (Yafes’in oğlu) Türk’de, veya İran rivayetindeki Feridun (Thraetaona)’un oğlu Tûrac veya Tûr (Tûran, buradan geliyor) da Türk adını taşıyan ilk kavim olarak gösterilmek istenmiştir.

Tevrat rivayetlerinde Nuh tufanından sonra Nuh peygamber dünyayı üç oğlu arasında pay etmiştir. Yafes’e Orta Asya ve Çin ülkeleri düşmüş, Yafes ölürken tahtını sekiz oğlundan biri olan “Türk”e bırakmıştır.

Türk kelimesinin yazılı olarak kullanılması ilk defa MÖ 1328 yılında Çin tarihine “Tu-Kiu” şeklinde görülmektedir.

Türk adının tarih sahnesine çıkışı MS. VI. yy’da kurulan Gök-Türk Devleti ile olmuştur. Orhun kitabelerinde yer alan “Türk” adı daha çok “Türük” şeklinde gösterilmektedir. Bundan dolayı Türk kelimesini Türk Devleti’nin ilk defa resmî olarak kullanan siyasî teşekkülün GÖK-TÜRK İmparatorluğu olduğu bilinmektedir. Gök-Türkler’in ilk dönemlerinde Türk sözü bir devlet adı olarak kullanılmışken, sonradan Türk milleti’ni ifade etmek için kullanılmaya başlanmıştır.

MS.585 yılında Çin İmparatoru’nun GÖK-TÜRK Kağanı İşbara’ya yazdığı mektupta “Büyük Türk Kağanı” diye hitap etmesi, İşbara Kağan’ın ise Çin imparatoruna verdiği cevabî mektupta “Türk Devleti’nin Tanrı Tarafından Kuruluşundan Bu yana 50 Yıl Geçti” hitapları Türk adını resmîleştirmiştir.

Gök- Türk yazıtlarında Türk sözü daha çok “Türk Budun” şeklinde geçmektedir. Türk Budun’un ise Türk Milleti olduğu bilinmektedir Dolayısıyla Türk adı bu dönemlerde bir topluluğun veya kavmin isminden ziyade, siyasî bir mensubiyeti belirleyen bir kelime olarak görülmektedir. Yani Türk soyuna mensup olan bütün boyları ve toplulukları ifade etmek üzeri millî bir isim haline gelmiştir.

Türk Kelimesinin Anlamı

Türk adına gerek kaynaklarda, gerek araştırmalarda türlü mânalar verilmiştir: T’u-küe (Türk) = miğfer (Çin kaynakları); (Türk) = terk (İslam kaynakları); Türk = olgunluk çağı; Takye = deniz kıyısında oturan adam, cezb etmek vb. gibi mânalar ve tefsirler. Geçen asırda A. Vambery’nin ilmî izaha doğru ilk adım kabul edilen fikrine göre, “Türk” kelimesi “türemek”den çıkmıştır. Z. Gökalp adı “türeli” (kanun ve nizâm sahibi) diye açıklamıştır. W. Barthold’un düşuncesi de buna yakındır. Fakat “Türk” sözünün cins ismi olarak “güç-kuvvet” (sıfat hâli ile: güçlü-kuvvetli) manasında olduğu bir Türkçe vesikadan anlaşılmıştır. Buradaki “Türk” kelimesinin millet adı olan “Türk” sözü ile aynı olduğu A. V. Le Coq tarafından ileri sürülmüş ve bu, Gök-Türk kitabelerinin çözücüsü V. Thomsen tarafından da kabul edilmiş (1922), daha sonra aynı husus Nemeth’in tetkikleri ile tamamen ispat edilmiştir.

İran kaynaklarında Türk sözü “Güzel İnsan” karışlığında kullanılırken, XI. Yy’da Kaşgarlı Mahmut “Türk adının Türkler’e Tanrı tarafından verildiğini” belirterek, “Gençlik, kuvvet, kudret ve olgunluk çağı”demek olduğunu bir kez daha belirtmiştir. Tarihçiler ise Türk kelimesinin “Güçlü- kuvvetli” anlamına geldiğini kabul etmektedirler.


Millet İsmi Olarak Türk Kelimesi​

“Türk” kelimesini Türk Devleti’nin resmî adı olarak ilk kullanan siyâsî teşekkül “Gök-Türk imparatorluğudur (552-774). Bütün bunlar, “Türk” adının aslında belirli bir topluluğa mahsus “etnik” bir isim olmayıp, siyasî bir ad (bütün Türk soylu halkları kucaklayan üst kimlik olarak) olduğunu ortaya koymaktadır. Gök-Türk Hakanlığı’nın kuruluşundan itibaren önce bu devletin, daha sonra bu imparatorluğa bağlı, kendi hususî adları ile de anılan, diğer Türk’lerin ortak adı olmuş ve zamanla Türk soyuna mensup bütün toplulukları ifade etmek üzere millî bir ad payesine yükselmiştir.

Türk Kelimesinin Coğrafi Ad Olarak Kullanılması

Coğrafî ad olarak Turkhia (= Türkiye) tabirine ilk defa Bizans kaynaklarında tesadüf edilmektedir. VI. asırda bu tabir Orta Asya için kullanılıyordu. 9-10. asırlarda Volga’dan Orta Avrupa’ya kadar olan sahaya bu ad verilmekte idi (Doğu Türkiye = Hazarlar’ın ülkesi, Batı Türkiye = Macar ülkesi). 13. asırda Kölemen Devleti zamanında Mısır ve Suriye’ye “Türkiye” deniliyordu. Anadolu ise 12. asırdan itibaren “Türkiye” olarak tanınmıştır.



Türk Soyu, Türk Irkının Özellikleri:


Tarihte Türk ırkı hakkında yapılan tanımlamalar oldukça karışıktır. Gerek Çin yıllıklarında, gerek Latin ve Grek kaynaklarında Türkler daha çok Moğol tipinde tasvir edilmişlerdir. Eski çağlarda Türklerin “mongoloid” gösterilmeleri, o zamanın Türk devletlerinde Moğol unsurunun çokluğu ile açıklanabilir. Türkler’in tarih boyunca en sıkı temasları, yakın komşuları olan Moğollar’la olmuş, kalabalık Moğol kütleleri Türk idaresine alınmış (Asya Hunları’nda, Tabgaçlar’da olduğu gibi) ve on binlerce Moğol, Türkler’le birlikte uzun göçlere katılmıştır (Batı Hunları’nda olduğu gibi). Ayrıca sıkı temasların mümkün kıldığı bazı ırkî karışmalar da düşünülürse, yabancıların dıştan yaptıkları gözlemlerine hayret etmemek gerekecektir. Aslında son yarım asır içinde yapılan ilmî araştırmalar Türkler’in beyaz ırka mensup bulunduklarını ortaya koymuş ve yeryüzünde mevcut üç büyük ırk grubundan “Europid” adı verilen grubun “Turanid” tipine bağlı olan Türkler’in kendilerini başta “Mongoloid” Moğollar olmak üzere diğer topluluklardan ayıran antropolojik cizgilere sahip oldukları anlaşılmıştır (hakim vasfı beyaz renk, düz burun, değirmi çehre, hafif dalgalı saç, orta gürlükte sakal ve bıyık).

Ayrıca, bilindiği üzere Tevrat’ta nakledilen eski ananelerde ve Türk soyu (Hâm ve Sâm’dan değil, Yafes’den türemiş olarak) beyaz ırktan gösterilmiştir. Turan tipine örnek olan Orta Asya, Maveraünnehir ve diğer Yakın-Doğu Türkleri beyaz tenli, koyu parlak gözlü, değirmi yüzlü (“ay yüzlü, badem gözlü”), endamlı, sağlam yapılı erkek ve kadınları ile (Gök-Türk Prensi Kül Tegin’in büstü) Ortaçağ kaynaklarında güzelliğe misal olarak gösterilmiş, hatta İran edebiyatında “Türk” sözü “güzel insan” manasında alınmıştır.



Türkler’in Anayurdu:


Türkler’in göçlerden önce oturduğu topraklar (coğrafya) meselesi geçen asırdan beri tartışılan bir konudur. Tarihçiler, Çin kayıtlarına dayanarak, Altay dağlarını Türkler’in anayurdu kabul ederken Etnologlar iç Asya’nın kuzey bölgelerini, Antropologlar Kırgız Bozkırı – Tanrı Dağları arasını, San‘at Tarihçileri kuzey-batı Asya sahasını veya Baykal Gölü’nün güney-batısını göstermişler; bazı dil araştırıcıları da Altaylar’ın veya Kingan silsilesinin doğu ve batısını Türk anayurdu olması gerektiğini düşünmüşlerdir.

Bütün bunlara bakarak eski Türk yurdunun coğrafî sınırını çizebilmek az-çok mümkün olmakla beraber, belirli ve daha ilk zamanlardan itibaren geniş bir sahaya yayılmış bulunmaları ve kültürlerini uzaklara kadar götürmeleri olsa gerektir. Bununla beraber ciddi “dil” araştırmaları bu sahanın Altay-Ural dağları arasına alınmasına, hatta Hazar Denizi’nin kuzey ve kuzey-doğu bozkırlarının Türk anayurdu olarak tespitine imkan vermektedir. Kuzey Altaylar’ın hemen batısında (Minusinsk bölgesi) ortaya çıkarılan Afanasyevo (M.Ö. 2500-1700) ve Andronovo (M:Ö. 1700-1200) kültürlerinden bilhassa ikincisinin temsilcileri olan ırk, savaşçı Türk ırkının prototipi idi.

Milattan Önceki Dönemdeki Türk Göçleri​



Çok eski zamanlardan başlayan anayurttan ayrılma hareketleri aralıklarla binlerce yıl devam etmiştir. M.Ö. meydana gelen büyük Türk göçlerinin tarihleri kesinlikle bilinmemekle beraber bazı tespitler yapılabilmektedir. M.Ö. 1500-1000 arasında bir kısım Türkler uzak-Doğuda yaşıyorlardı. Kuzey Çin’de ve bu günkü Moğolistan’da Türkler’in varlığı daha eski çağlara kadar takip edilebilmektedir.

Türkler’in kolları olan Yâkutlar ile Çuvaşlar’ın ana kütleden ayrılması ve Yâkutlar’ın doğu Sibirya’ya doğru yönelmeleri çok eski bir tarihte meydana gelmiş olmalıdır; çünkü dilleri “ana Türkçe”den en ayrı düşen Türk kavimleri bunlardır ve bilhassa Yâkutça bugün en çok değişime uğrayan Türk bir lehçedir.

Diğer taraftan Türkler’den bir kısmının da M.Ö. 1300-1000 sıralarında Türkistan’da bulunduklarına dair işaretler vardır. Türkler’den bir kütlenin de batıya yönelerek Volga nehri etrafındaki düzlüklerde (M.Ö. VI-III. Asırlar) “İskitler” ile birlikte yaşadıkları tahmin edilmektedir. Hindistan’ın Indus-Pencab havalisine doğru ilk Türk hareketi, bir tahmine göre M.Ö. I. bin başlarına tesadüf eder. Daha eski tarihlerde Türkler’in İran yaylası üzerinden Mezopotamya’ya inmiş olmaları da mümkündür.

Milattan Sonraki Türk Göçleri, “Fetih” ve “Sızma” Yöntemleri​


Milattan sonraki Türk göçlerine katılan boylar ve zamanları hakkında ise açık bilgilere sahip bulunuluyor: Hunlar Avrupa’ya (375 ve sonraki yıllarda) ve kuzey Hindistan’a (Ak-Hunlar); Oğuzlar, Orhun bölgesinden Seyhun nehri kenarlarına (X. Asır) ve sonra, Maveraünnehir üzerinden İran’a ve Anadolu’ya (XI. Asır); Avrupa Hunları Orta Asya’dan Orta Avrupa’ya (IV. Asır ortası); Bulgarlar İtil (Volga) nehri kıyılarına ve Karadeniz kuzeyinde Balkanlar’a (641’i takip eden yıllarda); Macarlar’la birlikte bazı Türk boyları, Kafkaslar’ın kuzeyinden Orta Avrupa’ya (830’dan sonra); Sabarlar Aral’ın kuzeyinden Kafkaslar’a (5. asrın ikinci yazırı); Peçenek, Kuman (Kıpçak) ve Uzlar (Oğuzlar’dan bir kol) Hazar Denizi kuzeyinden doğu Avrupa ve Balkanlar’a (9-11. asır); Uygurlar, Orhun, nehri bölgesinden İç Asya’ya (840’ı takip eden yıllarda) göç etmişlerdir.

Bunlardan bilhassa Hun ve Oğuz göçleri, hem uzun mesafeler katetmek suretiyle yapılmış, hem de çok mühim tarihî neticeler vermiştir. Bu göçler yeni vatan kurma maksadının güden büyük çapta fetihler olarak nitelendirilir.


Tarihte Türk yayılmalarının diğer bir şekli de “sızma” diyebileceğimiz yoldur ki, bazı kalabalık boylardan ayrılan grupların veya ailelerin veya sağlam yapılı gençlerin yabancı devletlerde hizmet almaları suretinde belirir. Bu şekilde dahi Türkler’in katıldıkları topluluklar içinde üstün bir kabiliyet göstererek askerî kuvvetlere veya siyasî hayata hakim oldukları hatta bazen devlet kurdukları bilinmektedir (meselâ Mısır’da, Hindistan’da).

Türkler’in gerek “fetih”, gerek “sızma” şeklinde olsun etrafa yayılmaları şüphesiz her zaman kolay olmamış, bazen pek şiddetli çatışmalara sebep olduğundan bu durum ağır darbelere maruz kalan yabancılar tarafından Türkler’in sevimsiz karşılanmalarına yol açmıştır. Aslında iyi kalpli, hayırsever ve adil insanlar olmalarına rağmen Türkler hakkında söylenen hayal mahsulü türlü ithamların sebebi de bu olmalıdır.

Türk Göçleri​

Dünya üzerinde atı ilk kez ehlileştiren ve onu binek hayvanı olarak kullanan Türkler, atın sağladığı hız ile yüksek devlet ve toplum görüşlerini geniş coğrafyalar üzerinde hâkim ve şamil kılmışlardır. Konar göçer, atlı yaşantının temelinde büyük oranda hayvancılık ve kendine yeterli bir ziraat kültürü yer alır. Dolayısıyla, Türk göçleri dolayısıyla bu yaşantıya uygun olan sahalara doğru olmuştur. Hem Türk tarihi hem de Dünya tarihi üzerinde çok büyük tesirleri olan bu göçlerin birçok sebepleri vardır. Bu sebepleri şöyle sıralayabiliriz:


Türk Göçlerinin Maddi Sebepleri​

Eski dünyanın üç büyük kıt‘asında görülen geniş Türk yayılmalarının pek ciddi sebeplere dayanması gerekir. Tarihte göçler konusunun araştırıcıları, en ilkeli dahil hiçbir kavmin kendiliğinden veya keyif için yer değiştirmediğini, oturulan topraktan ebediyen ayrılmanın bir insan için çok müşkül olduğunu ve göçlerin ancak bir takım mecburiyetler yüzünden meydana geldiğini göstermişlerdir.

Tarihî kayıtlarda Türk göçlerinin de iktisadî sıkıntı yani Türk anayurt topraklarının geçim bakımından yetersiz kalması sebebi ile olduğu belirtilmiştir. Büyük ölçüde kuraklık (mesela Hun göçü), nüfus kalabalıklığı ve mer‘a darlığı (Oğuz göçü), Türkler’i göçe mecbur etmiştir. Toprağın artan nüfusu besleyemez hale gelmesi yüzünden dar ziraat alanları dışında, ancak hayvan yetiştirebilen Türkler’in tabii bir hayat sürebilmek için çeşitli gıda maddeleri, giyim eşyası vb. gibi, başka iktisadî vasıtalara da ihtiyaçları var idi ki, bunlar, iklimi elverişli, tabiat servetleri zengin ve o çağlarda pek az nüfuslu komşu ülkelerde mevcut idi.

Türk tarihine dair kayıtlarda göçlerin ve akınların başlıca sebebi olarak zikredilen bu hususlar, yalnız Türkler’in başka memleketlere yönelmelerini değil, bazen iktisadî ve ticarî yönden nisbeten daha fazla imkanlara sahip diğer Türk topraklarına saldırmalarıyla da neticelenmiştir. Böylece tarihî devirlerde Türkler’den bir kütle başka bir Türk zümresini yerinden çıkararak göçe mecbur etmiştir (mesela IX-XI, asır göçleri).

Gerek maddî ve tabiî şartlara, gerekse yabancı ağır dış baskıya maruz kalan (meselâ XI. Asır Moğol K’i-tan hücumu) Türkler, bağımlı olmayı kabul edip istiklâlden mahrum kalmaktansa memleketi terk etmeyi tercih ediyorlardı. Yerleşik kavimler için geçerli olmayan bu durum, bozkırlı Türk için mümkündü.


Türk Göçlerinin Manevi Sebepleri​

Bununla beraber Türkler’in birbiri arkasına çeşitli yönlerde yayılmalarını sağlayan başka unsurlar da mevcuttur ki, bunlardan biri Türk maneviyatının sağlamlığıdır. Zaruret neticesi de olsa, bilinmeyen ufuklara doğru akmak, her an karşılaşılması muhtemel tehlikeleri göğüslemeğe hazır bulunmak ve aralıksız bir ölüm-kalım savaşı ortamında yaşamak, her millet için doğal sayılacak bir durum değildir.


Türkler’de açık şekilde görülen ve onların tarih boyunca hareketli bir topluluk halinde sürekliliğini mümkün kılan bu ruhî davranış başarılar arttıkça daha da kuvvetlenmiş, her askerî başarı da yeni bir siyasî hedefe yol açmış ve ülkeler zapt edildikçe yeni fetih arzuları kamçılanmıştır. Bu durum Türkler’de, zamanla, dünyayı huzur ve sükûna kavuşturmayı gaye edinen bir fetih felsefesi ve her yerde adil, insanları eşit sayan Türk töresini yürürlüğü koymak üzere bir “cihan hakimiyeti ülküsünün” doğmasına zemin hazırlamıştır.
 

Bu konuyu görüntüleyen kullanıcılar

Geri
Üst Alt