Müderris
Medreselerde ders veren öğretim üyesi, profesör.
Arapçada “ders” mastarından gelen müderris kelimesi, ders veren öğretmen ve ders vermeye yetkili ilim sahibi kimse manâsındadır. Tarihte, devrin mektep ve medreselerinde eğitim ve öğrenimini tamamlayıp, icazet (diploma) aldıktan sonra, medreselerde ve camilerde din ve fen ilimlerini ders vererek öğretenlere müderris adı verilmiş; makamlarına da müderrislik denilmiştir. Müderris tabiri, daha ziyade onuncu asırdan sonra yaygınlaşmıştır.
Devlet adamları yanında, halktan da medrese kuranlar oldu. Onuncu asırdan itibâren Mâverâünnehir ve Bağdat başta olmak üzere bütün İslâm âlemine yayılan medreselerde, muhtaç talebenin geçimi sağlandı ve hocalara ücret verildi. Büyük Selçukluları takiben medreselerin kurulması Türkiye Selçukluları, Anadolu Beylikleri ve Osmanlı Devleti'nde de artarak devam etti.
Osmanlı Devleti’nde, medreseyi bitiren talebe için ilmiye sınıfı dahilinde iki meslek vardı. Bir kimse ya kadılık mesleğini seçer veya müderrislik için mülâzemete başlardı. Kadılık mesleğini seçen, en küçük kaza merkezlerinden birinde görev alırken, müderrislik yoluna giren de en düşük gündelikli medreseye tayin olunurdu. Tabii ki, kadılığın “naiplik” devresi olduğu gibi, müderrisliğin de “mülâzemet” dönemi vardı. Her iki dalda da ilmiye mensupları gayret ve başarılarına göre yükselerek daha üst payeler elde ederlerdi.
Medreseler, okutulan kitaplara ve bahsedilen ilim dallarına göre kendi aralarında sıralanırken, kaza merkezleri de nüfuslarına göre, sınıflandırılırdı. En yüksek pâyeli medreseler, Sahn-ı Semân medreseleriydi. Bu medrese müderrislerinin dereceleri de en yüksek dereceydi. “Mevleviyet kadılıkları” denilen İstanbul, Bursa, Kahire gibi kadılıklara da en üst pâyeye sahip kadılar tayin edilirdi. Müderrisler ve kadılar bu seviyede eşit payelere sahip olurlardı. Bunların ikisinden en bilgili ve kabiliyetlisi Anadolu kazaskeri olurdu.
Müderrisler, okuttukları derslerden herhangi bir konu üzerinde öğrencilerine münazara yaptırırlar, sonunda iki taraf arasında hakem olup, görüşlerini söylerlerdi. Danişmendler arasından ve en liyakatli olanlardan seçilen yardımcılarına “Muîd” denirdi. Muîdler hem müderrisin derslerini tekrarlar, hem de danişmendlerin disipliniyle meşgul olurlardı. Sahn-ı Semân muîdleri ayrıca Tetimme medreselerinde ders verirlerdi.
Müderris tayininde, vücut, zihin ve karakter özelliklerine bakılır; simasının sempatik, akıllı, kültürlü, anlayışlı, adaletli, iffetli, cömert ve gözü gönlü tok olmasına dikkat edilirdi. Bunun yanında, hâl, hareket ve huy güzelliğiyle talebelerine örnek olması arzu edilirdi.
Zamanın en ehil kimseleri arasından seçilen müderrisler, dersi talebelerinin anlayacakları seviyede tutarlardı. Bilmediği şeyler hakkında soru sorulduğu zaman, tereddütsüz “bilmiyorum” demekten çekinmezlerdi. Talebesinin kendi kendine iş yapabilecek bir şahsiyet olarak yetişmesine çalışırlardı. Aç ve susuzken, tasalı, öfkeli, üzüntülü veya sıkıntılı zamanlarda ders vermezlerdi. Talebelerine eşit muâmele ederler iltimas ve ayırım yapmazlardı.
Müderrislerin, idareciler ve halk arasında yüksek itibarları vardı. Başlarına tülbentle sarılmış büyük sarıklar giyerler, ucunu iki omuzları arasından aşağı sarkıtırlardı. Daha çok beyaz cübbe giyerler, elbiselerinin temiz ve düzgün olmasına çok dikkat ederlerdi.
Müderrislerin derecelerinin ilerlemesi Fatih devrinde beşer akçe ile sağlanırken, On altıncı asırda otuzlu pâyesine kadar beşer akçe, ondan sonra onar akçe ile olurdu. Bir müderris bazen, sahip olduğu akçe ile yine o seviyedeki diğer bir medreseye tayin edilirdi. Bir müderrisin bulunduğu seviyeden üst pâyedeki bir medreseye terakki etmesinde (ilerlemesinde) birden fazla istekli bulunursa aralarında imtihan açılırdı. İmtihanlar, Rumeli ve Anadolu kazaskerleri huzurunda ve çoğunlukla İstanbul’da Zeyrek, Ayasofya ve Vefa camilerinde yazılı ve sözlü olarak yapılırdı. Yazılı imtihan için bir risale (tez) hazırlanır, mülâkatta umumiyetle muteber bir fıkıh kitabı olan Hidâye’nin bölümlerinden okutulup sorular sorulur ve üstün görülen seçilirdi. Fatih’in Sahn-ı Semânına talip olanlar ise “Üç fenden” yani fıkıhtan Sâdeddîn Teftazânî’nin Telvîh adlı eserinden ve kelâmdan Kâdı Adûdüddîn-i Îcî’nin (Mekâvıf), belâgatta Sekkâkî’nin Miftâh’ul-Ulûm adlı eserinden imtihan olurlardı.
Hiçbir müderris, şart-ı vâkıf hilâfına, (işin ehli olmadan) medreseye tayin edilmezdi ve vakfiyede müderrise yevmiye kaç akçe tespit edilmişse ondan aşağısı verilmezdi. Ancak medresenin pâyesi yükseltilerek müderrise daha yüksek bir yevmiye verilebilirdi. Bu durumda yükselen yevmiye, vakfın geliri müsaitse ondan, değilse başka vakıfların zevâidinden (gider fazlasından) veya devlet hazinesinden sağlanırdı.
Osmanlı medreselerindeki görevli müderrisler, aldıkları son akçe üzerinden tekaüde (emekliye) ayrılırlardı.
Osmanlı Devleti’nde başta padişah ve devlet adamları, ilim sahiplerine (âlimlere, salihlere velilere) karşı büyük bir saygı ve hürmet duyuyordu. Çünkü âlimler Kur’ân-ı kerimde ve Hadîs-i şerîflerde övülmüşlerdi. Bu saygı ve anlayış devam ettiği müddetçe, devlet ve millet gelişip güçlendi, yükselmeye devam etti. İlim adamları da âlimliğin şeref ve haysiyetini ayağa düşürecek hareketlerden sakındılar ve devlet adamlarına gereğinden fazla ve yersiz iltifatlarda bulunmadılar. Ancak vazifeleri icabı ihtiyaç kadar onlarla birlikte oldular. Diğer zamanlarda onlardan uzak durmayı ve ilimle meşgul olmayı tercih ettiler.
Medrese ve müderrisler, insanı dünyanın esiri yapmadan onun fatihi ve sahibi yapma vazîfesini gördüler. Osmanlı da bu temeller üzerinde din ve devlet adamlarını en mükemmel bir şekilde yetiştirdi. Ferdî kabiliyete göre ferdî öğretim yapmayı hedef alan plân ve programlardan daha mükemmel bir metod geliştirerek tatbik etti. Bugünkü modern pedagojinin de tavsiye ettiği bir tarzda, sınıf geçme yerine ders geçme yolunun seçilerek, mezuniyeti yıllara değil, kabiliyet ve çalışkanlığa bağladı. Dolayısıyla medreselerde okuma süresi hoca (müderris) ve talebelerinin gayretine bağlı olarak uzayıp kısaldı. Zeki ve çalışkan bir talebe, tahsilini çabuk tamamlayıp kısa zamanda mezun olmuş, ancak devlet memuru olabilmesi için, belli bir yaş aranmıştır. Medreselerde umumi derslerin yapıldığı sınıflarda talebe sayısı yirmiyi geçmemiştir. Bu durum, derslerin tekrarlarla karşılıklı soru ve cevaplarla daha iyi anlaşılma imkânını hazırlamış ve talebeye ufuklar açmıştır.
Üniversite reformu ile de müderris unvânı kaldırıldı.